29 Ekim Cumhuriyet Bayramı'nın resmi - gayriresmi "kutlamaları" tartışması yaşanırken "Nedir bu cumhuriyet", "Turkiye için cumhuriyetin anlamı nedir" sorularına Bülent Tanör'ün "Kurtuluş Kuruluş" adlı kitabında verdiği yanıtı yayınlıyoruz.


Geniş anlamıyla cumhuriyet, egemenliğin birden fazla iradeye bağlı olduğu yönetim ya da devlet biçimidir. Fakat bu geniş anlayış demokrasi kavramıyla karışmaktadır.

Dar ve teknik anlamıyla cum­huriyet, yönetenlerin ve özellikle devlet başkanının seçimle ve belli süre için belirlendiği yönetim biçimidir. Bugün genel-geçer tanım budur.

Tersinden, yani olumsuz bir tanımlama da vardır: Monarşik ol­mayan devlet ya da yönetim biçimi, başka bir deyişle irsi olmayan dev­let başkanlığı.

Ama bu tanım şu noktada açık verir: "Cumhuriyet" eti­ketini taşıyan, devlet başkanının "Monark" olmadığı, irsiyet yoluyla bu makama gelmediği, ama seçimle ve belli bir süre için de belirlen­mediği yönetimler gerçekten birer "Cumhuriyet" midir? Latin Ame­rika başta olmak üzere Üçüncü Dünya'da görülen askeri diktatörlük­ler bu soruyu bize sordurmalıdır.

Buna bitişik bir sorular demeti de Cumhuriyet-Demokrasi iliş­kileriyle ilgilidir. Medeni Bilgiler kitabı şöyle diyor: "Demokrasinin tam ve en bariz hükümet şekli cumhuriyettir" (s. 29). Bu saptama, se­çimle gelen devlet başkanlığının seçimle gelmeyen (irsi) devlet baş­kanlığına oranla daha demokratik olduğunu belirtmesi bakımından doğrudur.

Ancak sorular bundan sonra başlıyor. Bu görüş iki soruyu çağrıştırır.

İlkin, demokrasi mutlaka cumhuriyeti zorunlu kılar mı? İngil­tere, İsveç, Norveç, Danimarka, Hollanda, Belçika, İspanya, Japon­ya vb. gibi demokratik-anayasal monarşileri hesaba kattığımızda bu soruya "hayır" yanıtı uygun düşer.

İkinci soru şu olabilir: Cumhuri­yet mutlaka demokrasiyi içerir mi? Yukardaki dar ve teknik tanım açı­sından bu soruya da olumsuz yanıt vermek gerekir. Örneğin, Türki­ye Cumhuriyeti'nin tek partili döneminde devlet başkanları (cumhur­başkanları) seçimle ve belli süre için bu makama geldiler, ama rejim demokratik değildi.

Eski sosyalist ülkelerde de devlet başkanları se­çimle belirleniyordu, ancak bu ülkeler de ne burjuva ne de sosyalist anlamda demokratikti.

Bunlara bir de resmi adı "Cumhuriyet" ya da "Cemahiriye" olan ama devlet başkanının seçimle gelmediği Üçün­cü Dünya diktatörlüklerini katalım.

Görülen odur ki, "Cumhuriyet mutlaka demokrasiyi içerir" denemez. Cumhuriyet kavramının genel kabul gören dar anlamı açısından durum budur.

Cumhuriyet kavramı ve bunun demokrasi ile ilişkileri açısından yaptığımız bu kısa gezintiyi şöyle bitirelim: Cumhuriyetsiz demok­rasiler olduğu gibi, demokrasisiz cumhuriyetler de vardır.

Şimdi sözü Türkiye'ye getiriyoruz, ilk sorumuz şu olsun: Tür­kiye'yi cumhuriyete götüren iticiler nelerdi?

Görünürdeki neden basittir ve şudur: Hükümet oluşturma ve sür­dürme zorluklan. Yürürlükteki yasaya göre bakanlar kurulu üyeleri ile başkanı TBMM tarafından gizli oyla ve salt çoğunlukla ayrı ayrı seçilmekteydi (244-8.7.1922).

Bu yöntem hükümet kurulmasını zor­laştırdığı gibi, anlaşmış bir bakanlar kurulunun oluşmasına da olanak bırakmıyordu. Mustafa Kemal'in bulduğu formül bu sakıncaları gi­dermeye yönelikti.

Cumhuriyet ilan edilmeli, cumhurbaşkanı başba­kanı seçmeli ve bakanlar kurulu başbakan tarafından oluşturulup Meclis'in önüne çıkarılmalıydı.

Bu değişikliği sağlamak için, Mustafa Kemal'in önerisiyle hü­kümet bunalımı daha da körüklendi. Heyet-i Vekile M. Kemal baş­kanlığında toplandı (25 Ekim), istifa etme ve yeni heyette görev al­mama kararına vardı. Amaç, sistemin işlemezliğini ve Meclis'teki muhalefetin sorumsuzluğunu iyice açığa çıkarmaktı.

Bakanlar istifa ettiler (27 Ekim). Yeni hükümetin oluşturulmasında bilinen zorluk ya­şandı. Bu ara Mustafa Kemal de işi yokuşa sürdü. Sonunda çözüm önerisi gün ışığına çıktı. Bir Çankaya toplantısında Mustafa Kemal, hükümet bunalımından çıkmanın yolunun anayasa değişikliği olduğunu ortaya koydu ve İsmet Paşa ile birlikte bir yasa taslağı hazırla­dı (28 Ekim).

Ertesi gün Halk Fırkası grubunda bu yönde karar alın­dıktan sonra, TBMM tarafından anayasada değişiklik yapılarak Cum­huriyet resmileştirildi (364-29.10.1923). Mustafa Kemal cumhurbaş­kanı seçildi.

Görünüşe bakıldığında, cumhuriyet sanki bir anayasal-siyasal tıkanıklığı aşma tekniği olarak öngörülmüştü.

İsmet Paşa, Halk Fır­kası Umumi Heyeti'nde bunu şöyle dile getirmişti: "Başvekilin inti­habını (seçilmesini) kanunî ve mümkün kılabilmek için Gazi Paşa Hazretlerinin teklifinin kanuniyet kesbetmesi (kazanması) lazımdır."

Cumhuriyete yol açan yakın dinamiklere iki noktayı dana eklemek gerekir. Birinci nokta, devlet başkanlığı makamının boşluğunu doldurmaktı.

Nitekim ismet Paşa söz konusu konuşmasında, "Avru­palı diplomatlar beni ikaz ettiler. Devletin reisi yoktur dediler" şek­lindeki sözleriyle bu eksiklikten yakınmıştı. İkinci nokta, halifenin devlet başkanı olması olasılığını silmek niyetiydi.

Bu büyük dönüşüm görünürde dört güne sığdı. 25-29 Ekim ara­sı. Ama bunlar olayın yüzeydeki göstergeleridir.

Cumhuriyet'i yara­tan dip akıntıları nelerdi?

Derindeki dinamikleri kavramakta bir sözcük bize yol göstere­bilir. Cumhuriyet getiren anayasa değişikliği yasasının başlığı şöyley­di: "Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'nun Bazı Mevaddının (maddelerinin) Tavzihan Tâdiline Dair Kanun".

Burada kilit sözcük "tavzihan" (açık­lığa kavuşturarak) deyimidir. Yani yasa, o ana kadar hiç olmayan bir şeyi (Cumhuriyet) yoktan var ettiğini söylememekte, "Cumhuriyet ila­nından bile bahsetmemekte, zaten var olan bir durumun "açıklığa kavuşturulduğu"nu bildirmektedir.

Zaten var olan durum "Cumhuriyet'tir; şimdi adı konmaktadır. O ana dek yaşanan ama adı konma­yan bir olgu artık "vuzuha" (açıklığa) kavuşturulmaktadır.

Bunun anlamını nasıl açabiliriz? 29 Ekim 1923 tarihli "tavzih" sözcüğünden kalkıp, "bobini geriye sarmak" yoluyla geçmişe doğru uzanırsak sorunun yanıtlarına da yaklaşabiliriz.

Bir kere, bundan iki hafta kadar önce bir Heyet-i Umumiye ka­rarıyla Ankara başkent yapılmıştı (27-13.10.1923).

Böylece bir baş­ka monarşik yapıya daha son verilmiş, halka ya da "cumhur"a daha yakın bir kent, mütevazı ama devrimci değişime elverişli Ankara dev­letin yönetim merkezi yapılmıştı.

"Tavzih"ten bir yıl önce saltanat kaldırılmıştı (1922).

Bu, millet egemenliğinin kesinleşmesi, geniş anlamıyla cumhuriyet demekti. Ondan bir yıl önce 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu egemenliğin ka­yıtsız şartsız millete ait bulunduğunu, bunun tek ve gerçek temsilci­sinin TBMM olduğunu bildirmekle, geniş anlamda Cumhuriyet'i ha­ber vermişti.

Zaten 1923'te Cumhuriyet'in adının konması için yeni bir anayasa gerekmemiş, birkaç madde değişikliğiyle amaca ulaşıl­mıştır.

Bu bağlamda, A.F. Başgil [Ali Fuat Başgil], "1921 Anayasası reisicumhursuz bir cumhuriyet kurmuştu" der. Ş.S.Aydemir'e [Şevket Süreyya Aydemir] göre de burada bir "hükümdarsız halk hâkimiyeti... Bir cumhuriyet" söz konusudur (20).

Bundan da bir yıl kadar önce 23 Nisan 1920'de, en yaşlı üye Şerif Bey (Sinop), "milletimizin (...) mukadderatını bizzat deruhte ve idare et­meye başladığını cihane ilân ederek Büyük Millet Meclisi'ni küşat ediyorum" (açıyorum) demişti.

Şimdi biraz daha geriye gidelim; bir de kongreler dönemine ba­kalım. İşgal altındaki İzmir'in ulusçu basını, haber kaynaklarının da yetersizliği yüzünden, Erzurum Kongresi'nde "Bir Türk Cumhuriye­ti ilan edilmiştir" şeklinde haber vermekte, hatta Konya'da da "Selçukîler Cumhuriyeti unvanı altında bir cumhuriyet ilanı millî kong­rece tasavvur edilmekte imiş" (21) demekte, fakat bunlardan ötürü hiç de telaşa kapılmış görünmemektedir, iyi haber ve koku alan Ba­tılı kaynaklar Sivas Kongresi'ni değerlendirirken, milliyetçilerin cum­huriyet kurmakta olduklarını yazmışlardı (Harbord Raporu, Gazete­ci Brown, İngiliz Yüksek Komiserliği, İngiliz Amiral De Robeck, İn­giliz İstihbarat Raporu, İngiliz Dışişleri Bakanlığı yorumu vb.).

The Times gazetesi, Sivas Kongresi'nin İstanbul'la haberleşmenin kesil­mesi kararını (12 Eylül 1919) ve telgrafhanelerin işgalini, "Bir Ana­dolu Cumhuriyeti" diye duyurmuş, "Asilerin başı Mustafa Kemal" diye eklemişti (22.9.1919). Aralık 1919'da Alevi Hacıbektaş Dergâ­hı Çelebisi Cemalettin Efendi, Mustafa Kemal'e cumhuriyeti savu­nuyordu (22).

Ulusal Kongre iktidarı döneminden önceki Yerel Kongre İktidar­ları aşamasında da Batı Trakya Türklerinin oluşturduğu fiili bir cum­huriyet, ayrıca bugünkü Türkiye Trakyası'nı içeren bir "Trakya Cumhuriyeti" tasarısı vardı. Elviye-i Selase (Üç Liva) grubunda da Cenu­bi Garbi Kafkas Hükümet-i Cumhuriyesi adlı devlet, adı "cumhuri­yet" olarak konmadan önce 5 ay böyle, konduktan sonra da bir ay ka­dar yaşamış ve İngiliz işgaliyle yıkılmıştı.

Şimdi yine "tavzih" işlemine dönelim ve artık bobinimizi top­layalım. 29 Ekim 1923 günü Halk Fırkası Genel Kurulu'nda Abdurrahman Şeref Bey şöyle konuşuyor: "Hâkimiyet bilakaydüşşart mil­letindir, dedikten sonra kime sorarsanız sorunuz, bu cumhuriyettir. Do­ğan çocuğun adıdır. Ama bu ad bazılarına hoş gelmezmiş; varsın gel­mesin."

Eyüp Sabri Efendi'nin sözleri de şöyle: "Bizim hükümeti­miz bugün cumhuriyet olmuyor. Teşekkül ettiği günden beri cumhu­riyet olmuştur."

Mustafa Kemal'e gelince, Cumhuriyet'in resmen ila­nından ve cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra TBMM'de yaptığı ko­nuşmada şöyle diyecektir: "Türkiye devletinin zaten cihanca malum olması lazım gelen mahiyeti, beynelmilel maruf (uluslararası bilinen) unvanıyla yad edildi" (23).

Bu arada İslami geleneklere getirilen ya da oradan gelen yoru­mun payını da hesaba katmak gerekir. Gerek Şer'iye Vekili Mustafa Efendi, gerekse Şeyh Saffet Efendi (Urfa) gibi şahsiyetlerin, cumhu­riyetin İslam dünyasının ilk yönetim biçimi olduğu yönünde konuş­maları bu bağlamda hatırlanmalıdır.

1923 Anayasa değişikliğinde devletin dininin İslam olduğuna dair hükmün metne eklenmesinin bir nedeni de, cumhuriyet ile İslam arasında bir uyum olduğunu göster­mek niyeti olmuş olabilir (24).

Veriler bunlardır ve cumhuriyetin ana dinamiklerini gösterir. Kı­sacası, cumhuriyet bir kişisel rekabet ya da taktik ürünü değildir. Ulu­sal kurtuluşun demokratik yapılanmayla gerçekleşmiş olması, cum­huriyetin adının konmasını gerekli ve mümkün hale getirmektedir.

Kâzım Karabekir'in yıllar sonra hâlâ "Cumhuriyet kelimesi halka yabancı geliyor ve padişahlık kalkarsa kıyamet kopacak gibi sanılı­yordu" (25) diye yazacaktır.

Oysa Mustafa Kemal tarihsel verileri çok farklı değerlendiriyor, Selçukluların dağılmasından sonra "Ankara'da bir cumhuriyet" yönetimi yaşandığını bile ileri sürüyordu (26). Bura­da devrimci/muhafazakâr algılama farklarını bulmaktayız. Karabekir'in sandığı gibi cumhuriyet ilanıyla "kıyamet kopacak" da değildi.

Yöntemler

Mustafa Kemal 1912-1918 arasında cumhuriyet fikrini yakınla­rına açmıştı. Sivas günlerinde de Mazhar Müfit'e bu tasarısını not et­tirmişti (27). İsmet Paşa da Sakarya Savaşları sırasında Yakup Kadri (Karaosmanoğlu) ve Halide Edip'e (Adıvar), işin cumhuriyete kadar gideceğini söylemişti (28).

Fakat önderlik ketumdu da. Mustafa Kemal'den Kâzım Karabekir'e gönderilen 25.7.1921 tarihli şifreli telgrafta şunları okuyoruz: "Bu kanunda (Teşkilât-ı Esasiye Kanunu) mana-yı cumhuriyet ifa­de eden hiçbir şey mevcut olmadığı gibi, Müdafaa-i Hukuk grubu­nun maksad-ı esasinde de katiyen böyle bir netice mevcut değildir." (29).

Kuşkusuz bu taktik bir tavırdı; cumhuriyet fikri Nutuk'taki de­yimle, vicdanda saklanan "millî sır"lardan biriydi. Belki de Karabekir yıllar sonra, bu "aldatılmadan" duyduğu burukluğu yaşıyordu.

Cumhuriyet'e giden yolda önderliğin ve önderin başvurduğu yöntemlerin başında, halkla temaslar gelir. Mustafa Kemal 1923 yı­lı yurt gezilerinde millet egemenliği ve irtica konularını sürekli işle­di. Propaganda ve ajitasyonlara ağırlık verdi. Yerel seçkinleri ve hal­kı bu yeni atılıma fikren hazırladı.

Bu aydınlatma toplantılarındaki konuşmalarda, yol göstericiliğin yanı sıra gözdağı niteliğinde uyarılar da vardı. Mustafa Kemal İz­mit'teki 16 Ocak 1923 tarihli kapalı basın toplantısında şöyle konuş­tu: "İnkılabın kanunu mevcut kanunların fevkindedir (üstündedir). Bi­zi öldürmedikçe, bizim kafamızdaki cereyanı boğmadıkça, başladığımız inkılap ve teceddüt (yenilenme) bir an bile durmayacaktır" (30).

İzmir'deki konuşmalarında (31 Ocak) millet egemenliğine karşı çı­kan "mürteciler"in millet tarafından "parçalanması" gereğine işaret etti, "millet hâkimiyeti için can vermek"ten söz etti (31). Konya'da da (20 Mart) aynı kişileri kastederek, "kendi başıma kalsam yine te­peler ve yine öldürürüm" diyecekti (32).

Açıkça görülüyor ki, Mustafa Kemal liberalizmi ya da liberal de­mokrasiyi değil, demokratik devrim programını ön plana almıştı. "Millet egemenliği" kavramına yollama yapması milletin ya da tem­silcilerinin devrim istedikleri anlamına değil, devrim yolunda devam etmeden milletin gerçekten egemen olamayacağı anlamına geliyor­du. Demokratik bir hedefe, gerekirse demokratik olmayan yöntem­lerle de ulaşmaya kararlıydı.

Bu durum, Kurtuluş'ta önder roller oynamış bazı kişileri (Rauf Bey, Karabekir, Ali Fuat, Refet Paşalar) ve İstanbul basınının önem­li bir kesimini muhalefette buluşturdu. Muhafazakârların bazıları, hi­lafet kurumu ve simgesi etrafında saflaşacaklardı.

Radikaller devrimci cumhuriyeti, muhafazakârlarsa yerleşik yasallığı ve demokrasiyi savunuyorlardı (33).

Rauf Bey, "milli iradeyi hâkim kılarak demokrasiye doğru" gitmede yarar görüyordu (34). İs­tanbul basını için de millet egemenliği yeterliydi, cumhuriyete artık gerek yoktu. Bunların bir endişesi de şuydu: Cumhuriyet olursak baş­bakanı cumhurbaşkanı seçer, bu kişi de İsmet Paşa olur! İstanbul ba­sını radikallik ve otoriterlik istemiyordu. Görüldüğü gibi, legaliteyi ve millet egemenliğinin saf şeklini savunanlar muhafazakârlardı.

Bu kutuplaşmadan çıkan bir başka çatışma da hükümet sistemi konusunda kendini belli etti.

Mustafa Kemal savaş günlerinde kuv­vetler birliğini ve Meclis hükümeti sistemini savunmuş ve kabul et­tirmişti. Oysa şimdi bu sistem, bakanları ve başbakanı tek tek ve ay­rı ayrı Meclis'e seçtirmesi başta olmak üzere muhafazakârlığa hizmet ediyor, güçlü ve enerjik bir hükümetin oluşmasını neredeyse olanak­sız kılıyordu.

Bu yüzden Mustafa Kemal, Meclis hükümetini savaş koşullarından doğmuş olağanüstü ve geçici bir yönetim biçimi ola­rak nitelemekteydi. Hükümet bunalımını körüklemesi de bundandı. Hedefi, dar bakarsak kabine istikrarı, geniş bakarsak cumhuriyet idi.

Gerçekten de olan bu oldu. Önderliğin taktik ustalığıyla teknik bir sorun (Heyet-i Vekile kurulması), bir ana kuruluş değişikliğine (Cumhuriyet) dönüştürüldü.

Anlamı

Cumhuriyetin anayasallaştırılması, "devlet başkansız devlet" şeklindeki istisnai duruma son verdi. Bu, işin teknik ve yüzeydeki yö­nüdür. Asıl önemlisi, devletin ana kuruluşunun tepesindeki makamın da seçimle doldurulmasıdır.                                                                      ]

Türkiye'de cumhuriyet, Birinci Dünya Savaşı ertesinde Avru­pa'da monarşilerin sönüşü ve cumhuriyetlerin yükselişi zincirine ek­lenen yeni bir halkadır. Almanya, Avusturya ve Macaristan'da da cum­huriyet kurulmuştu. Şu farkla ki, Türkiye'de cumhuriyet bir emper­yalist paylaşım savaşı yenilgisi (Birinci Dünya Savaşı) üzerine değil, bir antiemperyalist savaş zaferi (ulusal kurtuluş savaşı) üzerinde yük­seliyordu.

Türkiye Cumhuriyeti, Avrupa'nın doğusunda, SSCB'den [Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği] sonraki ikinci önemli cumhuri devlet örneğidir. Monarşi, Rusya'da sosya­list cumhuriyet, Türkiye'de ise ulusal (burjuva) cumhuriyet yönünde aşılmıştı, iki modelin de kendi bağlamlarında demokratik bir sıçra­ma oluşturduğu açıktır.

Türkiye'de devrimci kadrolar "Cumhuriyet'i hangi anlamda al­gılayıp savundular? Bu kavramın biri dar, öbürü geniş iki kullanımı olduğuna işaret etmiştik.

Türkiye'de devrimciler bu kavramı dar anlamında, yani devlet başkanının seçimle ve belli bir süre için belirlendiği yönetim/devlet biçimi anlamında kullandılar. Burada bir tartışma yoktur.

Asıl önemli ve tartışmalı olan ikinci boyuttur. Yani cumhuriyet­çiler bu kavramı, "demokrasi"yi de içerir, hatta onunla örtüşür anlam­da algıladılar mı? Bu soruya da olumlu yanıt vermek gerekir.

Türki­ye'de cumhuriyet bu geniş anlamıyla da kavrandı ve sunuldu. Tek par­ti dönemi, ortaöğretim kitaplarından olup Mustafa Kemal Atatürk ta­rafından büyük çapta kaleme alınan ya da gözden geçirilen Medeni Bilgiler (1931, 1968 ve 1988 baskıları) kitabı başta olmak üzere, pek çok kaynak bunu bize söyletir.

Medeni Bilgiler'de demokrasi ve hürriyet övgüsü başköşededir. Cumhuriyet geniş anlamıyla, yani demokratik bir egemenlik kurumu olarak kavranıp öğretilmektedir.

Mustafa Kemal'in bu kitap için yaz­dıklarında, "Halk idaresi olan cumhuriyet", "Türkiye Cumhuriyeti, de­mokrasi esasına müstenit bir devlettir" ibareleri dikkat çekicidir. Ge­rek bu kitapta gerekse 1920'den itibaren çok sık kullanılan "halkçı­lık" ilkesi, öncelikle bir siyasal egemenlik felsefesi anlamında algı­lanmaktadır. Bu deyimin "demokrasi" karşılığı olarak da kullanıldı­ğı kuşku götürmez (35).

Cumhuriyet kavramının bu ikili anlaşılışı, yani dar ve geniş an­lamlı oluşu Türkiye'ye özgü bir durum değildir, genel ve evrensel bir olgudur. Bu kavramın asıl Türkiye'ye özgü ve üçüncü bir anlamı daha vardır.

Mustafa Kemal Atatürk, "Benim en büyük eserim Tür­kiye Cumhuriyeti'dir" derken, ne devlet başkanının seçimle göreve gelmesini, ne de bir demokratik egemenlik pratiğini kastediyordu.

Bununla anlatılmak istenen, bütün olarak Türk Devrimi'nden baş­kası değildir. Bu açıdan cumhuriyet, Türkiye koşullarında, devrim­le de özdeşleştirilmiştir. Fransa'da görülen (devrimci) Cumhuriyetçi-Demokrat zıtlaşmasının kısmen Türkiye'de de yaşanması bunun­la ilgili olmalıdır.

Sonuçları

Cumhuriyet tepki değil, genel kabul gördü, sevinçle karşılandı. Buruk olan İstanbul basını, Rauf Bey ve çevresiydi. Cumhuriyet ko­nusu Halk Fırkası grubu ve TBMM'de yani yetkili organlarda görü­şülüp karara bağlanmıştı, ama Rauf Bey kendisine danışılmadığından ve işin aceleye getirildiğinden yakınıyordu.

Cumhuriyet ilanı Mustafa Kemal'in anayasal-siyasal konumunu daha da güçlendirdi. Kendisi zaten TBMM Başkanı, bakanlar kuru­lunun doğal başkanı, TBMM ordularının başkomutanı, Birinci Grup ve Halk Fırkası başkanıydı. Şimdi cumhurbaşkanı seçilmekle, devlet başkanlığı yetkilerini de kuşanmış oluyordu. Bunların en önemlisi baş­bakanı seçip atayabilmesidir.

Olağan parlamenter ve çok partili yaşamda cumhurbaşkanı bel­li gelenek ve kurallara uymak zorundadır. Bunların başında, başba­kanı güvenoyu alabilecek kişiler arasından, daha açık bir deyişle ço­ğunluk grubundan seçmesi gelir.

1923 Türkiyesi'nde ise ne parlamen­ter ne de çok partili yaşam oturmuştu. Cumhurbaşkanının başbakanı belirlemede geniş bir takdir yetkisi vardı. Buna, Mustafa Kemal'in olağanüstü konumunu da ekleyin.

Ayrıca, 1923 Anayasa değişikliği vekiller heyetinin Meclis'ten güvenoyu istemesini öngörmüş değildi. Bakanlar kurulu listesi sadece Meclis'in "tasvibi"ne sunulacaktı (md. 12). Bütün bu veriler, cumhuriyet ilanıyla Mustafa Kemal'in anayasal-siyasal statüsünün daha da pekiştiğini gösterir. Hatta denebilir ki başbakan Meclis'ten çok cumhurbaşkanına hesap vermek zorundadır.

Bu bakımdan, kâğıt üstünde Meclis hükümetinden parlamenter sisteme kayış görüntüsü veren ve bu nedenle "karma" diye de nitele­nen 1923 değişikliği, fiili bir yarı başkanlık sistemine de açıktı. İler­leyen yıllarda bu daha açık bir şekilde görülecektir.

Mustafa Kemal cumhurbaşkanı seçildikten sonra başbakanlık görevini İsmet Bey'e verdi. Muhafazakâr (Rauf Bey) ve liberal (Ali Fethi Bey) simalardan sonra bu seçim, köktenci (radikal) bir tercih anlamı taşıyordu, hızlı değişimlerin süreceğini haber veriyordu.

Ay­rıca İsmet Bey diğerlerine oranla Çankaya'ya çok daha yakın duru­yordu. Onun kurduğu hükümet listesi TBMM'de görüşmesiz ve oy­birliğiyle "tasvip" aldı ve Cumhuriyet'in ilk bakanlar kurulu olmuş oldu.

1920-23 yıllarında Türkiye Devleti'nin ana kuruluşu bir demok­ratik cumhuriyet karakterini söz götürmez bir şekilde taşıyordu.

Bun­dan sonraki yıllarda rejimin demokratik olma niteliğinden kaymalar oldu, cumhuriyet ise süreklilik gösterdi. Tek partili dönem, daha son­raki askeri darbeler ve ara rejimler, cumhuriyeti değil, demokrasiyi askıya almış oldular. Bu yüzden de Türkiye'de "Birinci Cumhuriyet" (1923-1960), "İkinci Cumhuriyet" (1960-1980) ve "Üçüncü Cumhu­riyet" (1980 sonrası) deyimleri tutmadı.

Darbeyi yapan güçlerin liderleri de bu ara dönemlerde "Cumhur­başkanı" değil, "Devlet başkanı" sıfatıyla adlandırıldılar (C. Gürsel, K. Evren). Devletin siyasal organlarının seçimle oluşması demek olan dar anlamda cumhuriyet, bu iki sınırlı kesintiye uğradı. 1961 Anayasası ile Cumhuriyet Senatosu'nda seçimsiz göreve gelen ve ömür boyu bura­da kalacak bir Milli Birlik Kurulu (eski MBK) kurulmuş olması ise yal­nız demokrasiye değil, cumhuriyet kavramına da aykırıydı.

Demokrasinin uğradığı kopukluklara karşılık Cumhuriyet'in gösterdiği süreklilik, Türkiye'de bu kurumun yalnız devlet başkanının se­çimle belirlenmesi ya da egemenliğin birden çok iradeye ait olması anlamına gelmediğini, bunları çok aşan tarihsel bir çerçeveyi içerdi­ğini gösterir. Denebilir ki cumhuriyet kavramı, devletin ve Türk Devrimi'nin bizzat kendisi olarak algılanmaktadır.

Cumhuriyet'in sürekliliğinin bir başka kanıtı, o tarihten bu yana saltanatçı bir akımın görülmemiş oluşudur. Başka bazı ülkelerde ise durum farklıdır; cumhuriyet ve karşıtı düzenler birbirlerini izlemiş­lerdir (İspanya, Fransa, Yunanistan vb.).

"İkinci Cumhuriyet" aranışlarının büyük tepki görmüş ve sön­müş olmasının sebepleri de bu özelliklerde aranmalıdır.