“Yanıtlarım sizi korkutuyorsa,

o zaman korkutucu

sorular sormayı bırakmalısınız.”[2]

Değinilen soru(n)ların kavranılabilir olması için somuta mündemiç, teorik ve soyut bir çerçeveye ihtiyacı olduğu kanısından hareketle şunların altını çizerek başlamalı.

KRİZ DÜNYASI

Sürdürülemez kapitalizmin III. Büyük Bunalımı ile altüst olan yerküre, “Sosyalizmin Alfabesi”ni kaleme alan Leo Huberman’ın ifade ettiği: i) “Kapitalist toplumda çarkları döndüren kârdır”; ii) “Kapitalist sistem özü gereği verimsiz ve müsriftir”; iii) “Kapitalist sistem; verimsiz, müsrif, akıl dışı ve adaletsizdir”; iv) “Bütün kapitalist ülkelerde, bolluğun ortasında açlık, varlığın içinde kıtlık, zenginliğin göbeğinde yoksulluk vardır”; v) “Kapitalist sistemde kâr imkânı yoksa üretim olmaz”; vi) “Kapitalist sistem çerçevesi içinde çıkar yol yoktur. Depresyon kaçınılmazdır”; vii) “Kapitalizmin ölümcül hastalığı olan kriz ve depresyonu tedavi etmenin tek yolu vardır: Savaş”; viii) “Dolar ile yaşam karşı karşıya geldiler dolar kazandı,” saptamasındaki hakikâtle bir kez daha yüzleşiyor.

Söz konusu acımasız hakikâte ilişkin Eduardo Galeano, “Dünyada açlar ile obezlerin sayısı eşit. Açlar çöplüklerden topladığı, obezler ise Mc Donalds’tan aldıkları çöplerle besleniyorlar.” “Mutlu azınlığın doyması için yığınların açlıktan ölmesi gerekir,” derken ekler Jack London:

“Öve öve bitirilemeyen modern toplumunuz kan üzerine kurulu, her tarafından kan fışkırıyor. Bu kıpkırmızı lekeden ne ben kaçabilirim ne de sizler.”

Başka türlüsü, kesinlikle mümkün değil. Çünkü kapitalizm ehlileştirilebilir bir sistem değil

Kapitalizm dahilinde üretimle ihtiyaçların tatmini (karşılanması) arasındaki ilişki de ters-yüz olmuş durumdadır… Üretimin birincil (asıl) amacı, insan ihtiyaçlarını karşılamak değil; pazarda satmak, kâr etmektir…

Kolay mı? Her kapitalist işletme vahşi bir rekabet ortamında var olma mücadelesi veriyor… Kapitalistler üretimin sosyal ve ekolojik sonuçlarını dikkate almıyorlar… Oradaki yegâne amaç kârdır. Üretimin öncelikli amacı insan ihtiyaçlarını karşılamak değil, kâr etmek üzere “değişim” (mübadele) değeri üretmektir… Bu, daha baştan üretimin ihtiyaçlara yabancılaşması demektir…[3]

Denilebilir ki kapitalizm, insanlık ve uygarlıklar tarihinde bu tür bir sapmanın olduğu ilk ve tek üretim tarzıdır. Bu akıl almaz bir sapmadır ki, bugün yüz yüze geldiğimiz sayısız kötülüklere, saçmalıklara, yıkımlara kaynaklık ediyorken; kapitalizmden çıkmak, kapitalist mantığın ve işleyişin dışına çıkmaktır.[4]

Bunlara bir de Covid-19’lu “Finans Kapitalizminin Yeni Normalleri”[5] eklendi mi; bağrında aydınlığı taşıyan kapkara bir tablo dikiliyor karşımıza; David Harvey’in izahı eşliğinde:

“Karl Marx bugün hiç olmadığı kadar güncel… Marx’ın sermayenin ve çelişkilerinin ne olduğuna dönük analizleri hiç olmadığı kadar güncel.”[6]

KAPİTALİZMİN CORONA HÂL(LER)İ

Gabrielle Pickard-Whitehead’ın işaret ettiği üzere, “Coronavirüs pandemisi küresel kapitalizmde büyüyen çatlakları derinleştirdi”;[7] sınıfsal ayrımlar daha da netleşti.

Sürdürülemez kapitalizmin “kontrolden çıkmış” “neo-liberal sermaye akımı, kamu hizmetlerinin meta hâline getirirken; kapitalist barbarlık; kâr, daha fazla kâr ve rekabet çılgınlığında ifadesini buldu. Böylelikle corona tahribatıyla hayatlarının sona ermesi, neden olduğu toplumsal tahribat ve yıkım önemli olmaktan çıkıp; mülksüzleştirilenlerin daha da mülksüzleştirildiği bir talana dönüştü.

Örneğin Pandemi ile Amazon CEO’su Jeff Bezos günlük servetini eşi benzeri görülmemiş bir oranda artırdı. Yalnızca bir günde, kişisel serveti 13 milyar dolar artış gösterdi.[8]

Coronavirüs salgınının Nisan-Temmuz 2020 döneminde dünyadaki milyarderlerin serveti yüzde 27.5 artış göstererek 10.2 trilyon dolara ulaştı. 2017’de 2158 olan milyarder sayısı ise 2189’a ulaştı.[9]

Türkiye’de ise dört aylık pandemi döneminde milyonerlerin serveti 210 milyar 874 milyon TL arttı ve toplam milyoner sayısı ise 268 bin 602 kişiye dayandı.[10]

 ‘The Forbes Türkiye’nin 2020 yılına ilişkin ‘En Zengin İlk 100 Türk’ sıralamasına göre, 2019’da 26 civarındaki dolar milyarderi sayısı 2020’de 29’a yükseldi. Listenin başında 4.7 milyar dolarlık servetiyle Yıldız Holding Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker bulunuyor.

Öte yandan ‘The Forbes Türkiye’nin 2010 yılında yayımladığı listede ilk 10 zenginin toplam 22 milyar dolarlık serveti bulunurken bugünkü ilk 10’un 25.3 milyar dolarlık serveti bulunuyor. Sadece ilk 10’un toplam serveti değeri 500 bin lira olan 316 bin 250 haneye eşitti![11]


‘Birleşik Metal-İş Sendikası Sınıf Araştırmaları Merkezi’nin (BİSAM) hesaplamalarına göre, Temmuz 2020’de 4 kişilik bir ailenin sağlıklı beslenmesi için aylık yapması gereken harcama tutarı 2 bin 385 TL, yoksulluk sınırı 8 bin 249 TL oldu. Açlık sınırı ise 17 yılda 5 kattan fazla arttı.[13]
Devamla: İstanbul’daki hanelerin yüzde 47.3’ünün düzenli bir geliri yok. Yüzde 70.6’sı bankalara borçlu. Yüzde 92’si et yiyemiyor.[12]

‘Tüketici Hakları Derneği’ Başkanı Turhan Çakar’ın açıkladığı verilere göre, Türkiye’de 24 milyon anne var ve bunların 4.8 milyonu açlık, 14.5 milyonu da yoksulluk sınırının altında yaşıyor.[14]

Türkiye’de 4 milyon 179 bin 840 emeklinin aldığı maaş, asgari ücretin altında kalıyor. 2018’de emeklilerin yüzde 11.96’sı asgari ücretin altında gelire sahipken bu oranın, iki yılda yüzde 50’ye dayandı.[15]

2013’te 12 bin 480 dolara yükselen “Kişi Başı Milli Gelir”(?), 2019’da 9 bin 128 dolara geriledi. 2007’deki 9 bin 656 doların bile altına düştü! Böylece, “küresel ekonomik bunalımın” yaşandığı 2009’dan bu yana, en kötü sonuç 2019’da elde edildi! 2009’da enflasyon 6.53 düzeyinde iken 2019’da ise yıllık 15.51 oldu... Dolayısıyla vatandaşların “alım güçleri” 10 yıl öncesinin bile altına düşmüştü![16]

Kolay mı? Gelir dağılımı eşitsizliğinde, 34 Avrupa ülkesi içinde Türkiye ikinci sırada yer aldı. Türkiye’de en zengin yüzde 20’lik nüfus, toplam gelirin neredeyse yarısını (yüzde 47.4) alıyor.[17]

Yani TÜİK verilerine göre, Türkiye kapitalizminin zirvesinde yer alan en zengin yüzde 5’lik kesim, milli gelirin beşte birini elde ediyor. En altta kalan yüzde 5 ise sadece yüzde 1’i kadar gelire sahip. Bu iki kesimin ortalama (medyan) gelirlerinin 2019’da oranı 1’e 16![18]

Nihayet Türk-İş’in araştırması salgınla birlikte ülkedeki yoksulluğun da her geçen gün katlanarak büyüdüğünü ortaya koydu. Verilere göre ilk kez bir çalışanın yaşayabilmesi için aylık yapması gereken asgari harcama tutarı 3 bin liranın üzerine çıktı. Olması gereken asgari ücret ile mevcut asgari ücret arasındaki fark 680 lira. Yaklaşık 7 milyon işçi 2 bin 324 lira ile geçinmeye çalışıyor.[19]

Söz konusu tabloda Covid-19, gelir eşitsizliğinin, ekonomik ve siyasal istikrarsızlığın hâkim olduğu ülkelerde yaşanan krizi daha da derinleştirdi. Başta Avrupa kıtasında olmak üzere birçok ülke ikinci dalga endişesindeyken yayılma hızının hiç durmadığı Latin Amerika, kıtlık ve açlık tehlikesiyle karşı karşıya.

Covid-19 nedeniyle dünya genelinde yaşanan can kaybı 689 bin 476’ya ulaşırken ölümlerin 200 bini Latin Amerika’da gerçekleşti. Küresel çapta vakalar 2 Ağustos 2020 itibarıyla 18 milyona ulaşırken Güney Afrika’da enfekte olan kişi sayısı 500 bini aştı.

Dünya Sağlık Örgütü Başkanı Ghebreyesus, salgının “tahmin edilenden çok daha uzun sürmesini beklediklerini” söyledi. “En kötüsünü atlattığını düşünen ülkeler şimdi artan vakalarla karşı karşıya” dedi.

Dünya Gıda Programı Başkanı David Beasley, pandemiyle birlikte tetiklenen ekonomik kriz koşullarının, Latin Amerika ve Karayipler’de artan kıtlık, derinleşen eşitsizlikler ve doğa felaketleriyle birlikte “devasa ölçekte” açlığa neden olacağı uyarısında bulundu.

Birleşmiş Milletler’e bağlı kuruluşun yetkilisi, Ekvador ve Panama’ya ziyaretindeki açıklamada, “Yaklaşık 11 milyon kişi açlığın eşiğinde” ifadelerini kullandı.[20]

PANDEMİ YIKIMI

Pandemi ekonomi(ler) açısından “Daralma-iflas-işsizlik”[21] yıkımını devreye sokarken; Dünya Bankası, salgın nedeniyle Türkiye’deki 3.3 milyon kişinin yoksulluğa sürüklenebileceğine dikkat çekti.[22]

1.5 yılda sadece 56 ilde toplam 90 bin 743 esnaf, kepenk kapatmak zorunda kaldı. Bu 56 il içerisinde en çok esnafın kepenk indirmek zorunda kaldığı iller Mersin, Bursa ve Manisa oldu.[23]

Ayrıca üç büyük ilde de 35 bin esnaf sanatkâr kapısına kilit vurdu.[24]

Doğudaki 10 ilin (Kürt illerinin) sektörel milli gelirinde sanayinin payı yüzde 20.7’den yüzde 13.4’e düştü. Bu illerin toplam sektörel milli gelirdeki payı da 2014-2018 arası son 5 yılda yüzde 2.13’ten yüzde 2.05’e düştü. Söz konusu 10 ilde ortalama kişi başına milli gelir yüzde 19.1 düşüşle 4 bin 731 dolara indi. 2018 itibarıyla bu iller içinde en düşük gelir 3 bin 204 dolarla Ağrı’da.[25]

DİSK-AR’ın Türkiye’de 13 milyonu aşkın emeklilere ilişkin araştırmaya göre, emeklilerin hem maaşları hem ikramiyeleri hızla eriyor. Araştırmaya göre emeklilerin maaşları enflasyon karşısında erirken, iki yıldır değişmeyen ikramiyelerden kaybı da kişi başı 900 TL’yi buldu.[26]

2018’de Türkiye’de yoksulluk sınırı altında yaşayan birey sayısı, 2017’ye göre 1 milyon 24 bin kişi artarak 15 milyon 864 bin kişiden 16 milyon 888 bin kişiye çıktı. Diğer bir ifadeyle nüfusun yüzde 22’si yoksul…

Sorun sadece yoksulluk değil; borçluluk yükü de sürdürülemez bir noktaya ilerliyor. TÜİK araştırmasına göre borcu olanların nüfusa oranı 2008’de yüzde 57.7 yani 41.2 milyon kişi iken, 2018’de bu oran yüzde 70.4’e yani 57.7 milyona yükseldi. Kısaca borçluların sayısı 10 yılda 16 milyon arttı.[27]

DİSK-AR’a göre geniş tanımlı işsiz sayısı Nisan 2020’de 2 milyon 793 bin kişi artarak 9 milyon 756 bine yükseldi. Geniş tanımlı işsizlik oranı ise Nisan 2020’de yüzde 28.7 olarak hesaplandı. Covid-19 nedeniyle meydana gelen eşdeğer iş kaybı ve işsiz sayısı artışı 10.7 milyon olarak gerçekleşti. Nisan 2019’a göre revize edilmiş geniş tanımlı işsiz sayısı ve tam zamanlı istihdam kaybı 10 milyon 759 artarak 17 milyon 722 bine yükseldi. 33 milyon 971 bin olarak dikkate aldığımız geniş işgücüne göre revize edilmiş geniş tanımlı işsizlik (istihdam kaybı dahil) oranı ise yüzde 52,2 olarak hesaplandı.

TÜİK verilerine göre işgücü bir yılda 3 milyon 13 bin azalarak 32 milyon 401 binden 29 milyon 388 bine geriledi. İstihdam Nisan 2019-Nisan 2020 arasında 2 milyon 585 bin azalarak 28 milyon 199 binden 25 milyon 614 bine düştü. Nisan 2019’da 27 milyon olan istihdam içinde olup işbaşında olanların sayısı 7 milyon 109 bin kişi azalarak 20 milyon 456 bin oldu. İşbaşında olmayanların sayısı ise bir yılda 4 milyon 524 bin kişi arttı. Nisan 2019’da toplam işgücüne katılma oranı yüzde 52.9 iken Nisan 2020’de bu oran yüzde 47.2’ye düştü. Nisan 2019’da toplam işgücüne katılma oranı yüzde 52.9 iken Nisan 2020’de bu oran yüzde 47.2’ye düştü.[28]

Özetle pandemiye 4.5 milyon işsizle yakalanan Türkiye’de işsizlik yüzde 13.8’den yüzde 30’a çıktı. En iyimser hesaplamada bile işsiz sayısı şimdiden 10 milyonu geçiyor.[29]

Bu kapsamda 2020’nin Mayıs ayında, 108 bin 814 kişi daha işsizlik ödeneği almak için başvurdu. İlk 5 ayda başvuran kişi sayısı da 920 bine ulaştı.[30]

Un fiyatları bir yılda yüzde 32.5, pasta maliyetleri 8 ayda yüzde 60 artarken;[31] Türkiye’nin milli geliri 2020’nin ikinci çeyreğinde bir yıl öncesine oranla yüzde 9.9 azaldı.[32]

Söz konusu tabloda her dört kişiden üçü salgın sonrasında hayatlarının köklü şekilde değişeceğini düşünüyorken; ‘Ipsos Türkiye’ CEO’su Sidar Gedik, “Halkın yüzde 96’sı ülke ekonomisi için, yüzde 86’sı kişisel ekonomileri için tehlike görüyor. Hanelerin yüzde 60’ında gelir azaldı. Endişemiz bir süre daha devam edecek,”[33] notunu düşüyor.

Bu kadar da değil! Dünya Bankası’nın projeksiyonlarına göre, Covid-19 salgınıyla birlikte Türkiye’nin de aralarında bulunduğu yüksek orta-gelir kategorisindeki ülkelerde geliri günlük 5.50 doların altında bulunanların sayısı 177 milyon artacak. Salgın öncesine göre yoksulluk oranı yüzde 2.3 yükselecek.[34]

Ayrıca ekonomik kriz, pandemiyle birleşince durum daha da ağırlaştı. Kısa vadeli borç ödemeleri, geçiş garantili projeler, savaş harcamaları derken, Türkiye’nin elindeki döviz miktarı borçlarını karşılayamaz hâle gelmişken;[35] iktisatçı Prof. Dr. Serdar Sayan, “Tünelin ucunda ışık göremiyorum,”[36] demeden edemiyor.

Toparlarsak: Hâlihazırdaki ekonomik göstergeler krizin derinleşeceğini gösteriyor. İktisatçı Dr. Murat Kubilay’a göre, 2018’ce ilk perdesine girdiğimiz ekonomik krizin ikinci perdesine geçiyoruz. Ancak bu kriz cumhuriyet tarihinin en büyük ekonomik krizi olacak. “En iyimser tahminle -altını çizerek söylüyorum- bir yıl daha dayanabiliriz. 2001, 2009 ve 2018 krizlerinin belki de toplamından büyük bir patlama maalesef yaşanacak.”[37]

Şimdi bu saptamalardan hareketle sorularınıza geçersek…

YANIT(LAR)

Mezopotamya Ajansı İstanbul muhabiri Kadir Güney (KG): Sermayenin salgından önce açıkladıkları ve salgınla beraber Vestel’de gördüğümüz “kapalı devre çalışma” sistemi, fabrikalarda çıkan vakaların saklanması, her gün işçilerin salgından dolayı ölmesi. Bunlara baktığımızda “daha otoriter” bir emek rejimi kurulduğu söyleniyor. Bunun hakkında neler söylersiniz? İşçiler üzerindeki baskılara baktığımızda bu baskılar sizce nereye gidiyor?

“Modern iktidar büyük gözaltıdır,”[38] diyen Michel Foucault haksız değildir.

Çünkü denetleyip, gözetim altında tutmak, egemen olmak demektir.

Evet kapitalist iktidar, her şeyi kontrol/ kayıt altına alan bir egemenliktir. Herkesi denetim/ gözetim altında tutar ki, bu da kapitalist sömürünün “selameti”(!) açısından “olmazsa olmaz”dır.

Hatırlar mısınız? ‘The Economist’ dergisinin salgının en şiddetli günlerinde yayımlanan nüshasının kapağında, corona salgınına gönderme yapan- “Her şey kontrol altında” başlığı olması ok önemliydi.

Küresel salgını irdeleyen derginin, devlet ile bireyin Covid-19 sonrası ilişkisini özetleyen bu başlık, neyin ne olduğunu ortaya koyuyordu.[39]

Bu çerçevede kapitalizm ile kriz ilişkisine dair şunu hatırlatmalı: Bütün büyük krizler zenginlerin servetlerini, mülksüzlerin yaşamlarını tahrip etmiştir. Böylesi dönemlerde sermayenin merkezileşme ve yoğunlaşma eğilimi şaha kalkar; zenginlerin servet kaybı, mülksüzleştirenlerin mülksüzleşmesi olarak tanımlanan bir sürecin ifadesidir.

Kriz dönemleri, emekçi kitleler bakımından, yaşamlarının doğrudan tehdit altında kaldığı zamanlardır. Zira krizin maliyetini işçi sınıfına yıkmak, sermaye sınıfının refleks davranışıdır.

Eklemeden geçmeyeyim: Artı-değer sömürüsü veya ücretli kölelik açısından otoriter olmayan hiçbir emek rejimi söz konusu değildir. Daha net bir ifadeyle kapitalizmin emek sömürü rejiminin otoriter olmaktan başa hiçbir açarı yoktur ve olamaz da!

Hem bilmeyen var mı? Toplama Kampları gerçeği kapitalizme yabancı olmadı ki!

İşçi sınıfına dayatılan hâl buyken; “İşçinin ücret olarak aldığı ile ürettiği malın değeri arasındaki farka, artı değer denir,” vurgusuyla Leo Huberman’ın altını çizdiği şu gerçekleri anımsatmadan geçmeyelim:

“İşveren, işçiye sekiz saatlik çalışması ile yarattığı ürünün karşılığını ödemez, sekiz saat çalışması için para verir.”

“Bu durumda, hâliyle, iki sınıf arasında sürüp giden bir çatışma vardır. Kapitalist sınıf, isçi sınıfını sömürerek, servetle, güçle ve itibarla cömertçe ödüllendirilmiş oysa işçi sınıfı, güvensizlik, yoksulluk, sefil hayat koşulları içine itilmiştir.”

“İşçiler dün kazandıklarını bugün yemek zorundadırlar.”

“İşsiz ve aç bir insan özgür müdür?”

‘Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu’nun (ITUC), ‘2020 Küresel Haklar Endeksi’ raporuna göre, işçi hakları açısından en kötü 10 ülke Bangladeş, Brezilya, Kolombiya, Mısır, Honduras, Hindistan, Kazakistan, Filipinler, Türkiye ve Zimbabve olarak sıralanmışken;[40] Pandemi koşullarında kapitalistler kâr üstüne kâr katıyorken; işçilere ise, kriz tehdidiyle düşük ücret ve kötü çalışma koşulları dayatıyor.

Örneğin ‘Tez-Koop-İş Sendikası’nın anketine göre, marketlerde çalışan emekçilerin iş yükü arttı. Ücretleri ise artmak bir yana daha da azaldı. Yıllık 270 saat olan mesailer 500 saate ulaştı.[41]

Emek sömürüsü (dikey ve yatay bağlamda) yoğunlaşarak, yaygınlaşırken Türkiye’de 1978 ile 2005 arasında kişi başına verimlilik, 100’den 236’ya yükselirken kişi başına reel ücretler ise 100’den 98.6’ya gerilemişti.

2012’nin birinci çeyreği ile 2020’nin ikinci çeyreği arasında işgücü verimi yüzde 51.1 oranında artarken reel ücretlerdeki artış yüzde 14.8’de kaldı.

Reel ücretlerdeki artışlar verimlilik artışının gerisinde kaldı. İşçiler daha çok çalıştı, daha çok üretti ancak bu artıştan pay alamadı. Böylece sanayide sömürü yoğunlaştı. İşçiler, 2012’ye göre yüzde 51 daha fazla üretirken bu üretim artışı ücretlere yansımadı.

2012 yılı 100 kabul edildiğinde ücret artışları genellikle verimlilik artışının altında seyretti. Özellikle bu süreç, 2016 sonrasında hızlandı ve 2018 krizi ile de zirveye çıktı. Dikkat çekici olan, 2019 ikinci çeyrekte 133.6 birim verimliliğinin salgına karşın 2020 ikinci çeyrekte 151.1’e yükselmesi oldu. Oysa aynı dönemde ücretler 113.7’den 114.8’e yükseldi. Verimlilik 1 yılda 17.5 puan artarken reel ücret sadece 1 puan arttı. 2020 ikinci çeyrek itibarıyla verimlilik ve reel ücretler arasındaki fark 36.3 puana ulaştı.[42]

Daha başka ne denilebilir ki?

Gidişat emek cephesinin daha da fazla (azgınca!) mülksüzleştirilmesi istikametindedir. Zaten “Salgının ve ekonomik krizin yükü işçi ve emekçilerin sırtında…”[43] “Corona günlerinde yaşamak da sınıfsal!”[44] türünde betimlemelerin maddi zemini de, şimdilik budur!

Evet, egemenler inkâr etse de, coronavirüsün yapısı biyolojik ama yayılması tamamen sınıfsaldır!

Bu konuda ‘The Guardian’da “Birçok milyarder, yanlarına özel doktorlarını alarak enfekte olmamış ülkelerdeki ‘felaket sığınakları’na kaçıyor!”[45] diyen bir haber, “süper zenginlerin” aldıkları önlemlerle coronavirüsün sınıfsal karakterini de çarpıcı biçimde ortaya koyuyor.

Tıpkı Acil Tıp Uzmanı Prof. Dr. Özgür Karcıoğlu’nun, “2021’de Covid-19’un ötekilerin hastalığı olduğu fotoğraf daha da netleşecek,” vurgusuyla eklediği üzere: “Covid-19 sınıf ayrımı yapıyor.”[46]

“Nasıl” mı?

ABD Başkanı Trump’ın Covid-19 virüsüne yakalanması ve neredeyse mucizevi bir biçimde kısa sürede sağlığına kavuşarak görevine geri dönmesinin nedeni, beş gün süren tedavi masraflarının yaklaşık 1.5 milyon dolara ulaştığı müdahaleydi!

Oysa ‘Economic Policy Institute’nün (EPI) ‘Tamamlanmamış Sağlık Reformu’[47] başlıklı rapor, ortalama bir ABD emekçisi için sağlık sistemine erişimin ne denli zor olduğunu çarpıcı verilerini ortaya koyuyor!

Örneğin, Amerika’da nüfusun en üst gelirli yüzde 10’unu hariç tutarak, bunun aşağısındaki yüzde 90’lık ezici çoğunluğun ortalama ücretlerini, bu kesimin sağlık sigorta prim maliyetleri ile karşılaştırırsak ortaya sağlık sömürüsünün acımasız gerçekleri dökülüveriyor.

EPI’nin verilere göre, 1999 ile 2018 arasında Amerika’da nüfusun alt yüzde 90’lık gelire sahip büyük çoğunluğunun yıllık brüt ortalama geliri 22.703 dolardan, 37.574 dolara çıkarken, ortalama sağlık sigortası prim maliyetleri 5.790 dolardan, 19.616 dolara çıkmış durumda. Toplam sigorta prim maliyetinin ortalama ücrete oranı da yüzde 25.6’dan, yüzde 51.7’ye fırlamış. Ücretlerin yıllık artışı yüzde 2.6’da kalmasına karşın, sağlık sigorta prim maliyetlerindeki artış yüzde 7.7’yi bulmuş.

Bu koşullar altında Amerikan emekçisinin sağlık tehditlerine karşı kendisini güvende görmesi bir yana, düzenli bir sağlık hizmetinden dahi mahrum kalması kaçınılmaz gözüküyor![48]

KG: Son yıllarda ciddi grevlerin, “kamu düzenini bozacağı” iddiasıyla ertelenmesi söz konusu, bu durumu nasıl değerlendirmek gerekir?

Osmanlı’dan Kemalist “Tek Parti Cumhuriyeti”ne bitip tükenmez bir “Takrir-i Sükûn”u yaşamak zorunda bırakılan işçi sınıfı; ardından Özal, Demirel, Çiller, Yılmaz, Erbakan, Ecevit, en sonunda da Erdoğan döneminde de yasaklar ile prangalanmıştır

Türkiye’de siyasi iktidarlar, işçi haklarını yok sayıp, baskı altına alan bir yaklaşım sergiledi. Tek parti döneminde, “sınıf farklılıklarının olmadığı, sınıfsız-zümresiz bir halk olduğu”(?) iddia edildi. Örgütlenme faaliyetleri, hak arayışları, “bölücü eylemler” olarak görüldü, bastırıldı.

1950 seçimlerinde Demokrat Parti, işçilere örgütlenme özgürlüğü tanıyacağını vaadiyle işçilerin oylarına talip olduysa da, iktidara gelince bu vaatler unutuldu. Sendikalar, “işçileri komünizmden uzak tutmanın” aracı olarak devlet güdümünde yapılar hâline getirildi. Türk İş 1952’de kurulurken kendisine atfedilen görev de buydu.

1960’ların sonunda kapitalizmin kriziyle birlikte değişen birikim rejimi ve benimsenen neo-liberal politikalar, sendikalar önündeki en büyük engel olarak görülüp, işçi hareketine baskılar artırıldı. DİSK’in faaliyetleri sınırlanmak istendi. Söz konusu saldırı 15-16 Haziran Başkaldırısı ile püskürtülünce, işçi sınıfını ve sosyalist hareketleri hedef alan 12 Mart darbesi devreye sokuldu. 12 Eylül darbesi ile sendikal hak ve özgürlükler fiilen ortadan kaldırdı.

Ancak, Erdoğan döneminde işçi sınıfımıza baskılar ve haksızlıklar o düzeydedir ki, ITUC’un 145 ülkeyi kapsayan 2019’da işçi hak ve özgürlükleri raporunda Türkiye, “Öldürme, grev yasaklama, kitlesel işten çıkartma ve ayrımcı uygulama” sabıkalarıyla, “En Berbat Durumdaki 10 ülke” içinde yer almışken; Grev erteleme, daha doğru ifadeyse yasaklama, AKP döneminde bir istisna olmaktan çıkarak adeta kurala dönüştü!

AKP 2003’den beri 17 grevi, “erteleme” yoluyla yasaklamış durumda. Bunların 7 tanesi OHAL koşullarında gerçekleşti. Yaklaşık 200 bin işçinin grev hakkı bu yasaklarla engellenmiş oldu. 2018 yılında metal işçilerinin grevi Cumhurbaşkanı tarafından “milli güvenlik” gerekçesiyle ertelenmeseydi 130 bin metal işçisi 179 işyerinde greve gidecekti. AKP dönemindeki grev “ertelemeleri”, bu yasağı icat eden 12 Eylül dönemini dahi geride bırakmış durumda.[49]

Bu hâli Leo Huberman’ın, “Bir sınıfın ötekini baskı altında tuttuğu sistemi yaşatmak, devletin işidir.” “Kapitalist toplumda devlet, kapitalist sınıfın kararlarını uygular.” “Modern devletin yönetimi, burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir.” saptamasıyla tarif etmek mümkünken; pandemi koşullarında ekonomik sınıfsal taleplerin siyasallaştığını kavramak; buna uygun davranmak büyük önem taşıyor.

KG: Yoksullaşma, işçiler üzerindeki baskılar işçileri bir yandan baskılarken bir yandan ise işçilerin örgütlenmesinin önünü açıyor. Bu duruma işçi sınıfının partisiyiz ya da sendikasıyız diyenler nasıl cevap oluyor? Ya da olabiliyor mu? Bunun için bu kurumlara ne demek istersiniz?

Öncelikle, “işçi sınıfının partisiyiz ya da sendikasıyız diyenler” konusunda -kendini bilmeye gayret eden birisi olarak- haddimi aşan laflar etmem mümkün değil.

Ben kapitalizme karşı, emek cephesindeki her faaliyete saygı duran bir yerde duran birisi olarak Karl Marx’ın, “Çocukluğundan beri bürokratik rejime katlanmaya ve otoriteye ve üslerine saygı göstermeye alıştırıldığı bu ülkede (Almanya), işçiye, her şeyden önce kendi kendine yürüyebilmesi öğretilmelidir.”

“Sınıf savaşımının, arzulanamaz ‘kaba’ bir fenomen olarak bir kenara itildiği yerde, sosyalizm için, ‘gerçek insanlık aşkı’ ve ‘adalet’ hakkında boş laf salatasından başka hiçbir temel kalmaz,” uyarısına büyük değer biçerim.

Ayrıca emek/ sınıf eksenli her mücadelenin Emma Goldman’ın, “Milyonlarca insanın bir hiçlik gibi, başkalarına servet yığarken, bunun faturasını solgun, donuk ve perişan hâle gelmekle ödeyen etten kemikten makineler olmalarını talep eden şey, özel mülkiyettir,” tarifindeki hedefe yönelik olması gerektiğini varsayarım.

Bu güzergâhta Sebahat Tuncel’in, “Em ê li ber xwe bidin, li ku neheqî hebe, em ê li dijî wê bisekinin. Em ê ti carî dev ji gotina zalim ya zalim, çewt û xelet bernedin/ Direneceğiz, nerede haksızlık var onun karşısında duracağız. Zalime zalim, yanlışa yanlış demekten asla geri durmayacağız,” formülasyonundaki kararlılıkla; kapitalist vahşetin durmadan (ve yeniden) ürettiği korkunun, yabancılaşmanın üzerine gidilerek, dik durup, diklenilmesi zaruretinin altını çiziyorum.

Yaşa(tıl)dığımız korku toplumunun, baskı ve şiddet yanında yalanlarla, manipülasyonlarla da egemenliğini sürdürdüğünü bilmeyen, görmeyen var mı?

Tamam; “Çevresine korku salanın kendisi de korkuyordur,” diyen Epiküros’un ve “Korkunun yüreksizlikten geldiği”ni söyleyen Michel de Montaigne’nin haklılığını ya da Johann Wolfgang von Goethe’nin “Korkacağımız tek şey, korkunun kendisidir,” saptamalarını anlıyorum. Ancak Fyodor Dostoyevski’nin “Korku, yalan doğurur,” sözünü de anımsamadan edemiyorum.

Özetle bugün(lerde) coğrafyamız ile yerküredeki yalanın yaşama nedeni korkular(ımız)dır…

İnsan(lık)ın baskı düzenlerinin maddi ve ruhsal boyunduruğundan nasıl kurtulacağının, insanın ve toplumun özgürleşmesinin imkânlarını, araçlarını, koşullarını araştıran Dieter Duhm kapitalist düzeni ürettiği korku açısından eleştirirken; insanları düşürdüğü berbat duruma dikkat çekiliyor. Korkunun toplumların bozukluklarıyla ilgili bir sorun olduğunu ve yaşamımızı çirkinleştirdiğini, yabancılaştırdığını vurgular.

Duhm, her toplumsal korkunun, onu yaratanın doğasından kaynaklandığını, kapitalizmin doğası gereği üretmek zorunda kaldığı korkunun ana kaynağının kapitalist sermayenin korkutuculara ihtiyaç duyduğunu, sonuçta korkularla dolu bir toplumda olduğumuzun altını çizer.[50]

Tüm bunlar Horatius’un “Korku içinde yaşayan asla özgür değildir” düşüncesini doğrularken; bugün(ler)de emek cephesinin, işçi sınıfının en önemli esaret halkası korkudur. Korku egemenliğine yaslanmış kabuller; sorgusuz teslim olsun diye yığınlara sunulan yalandan ibarettir.

Bunların aşılabilmesi sınıf mücadelesinin göze alan cüretiyle mümkündür.

Kanımca tarihin bugün(ler)de sıkıştığı nokta tam da burasıyken; Kuzey Carolina Üniversitesi’nden Sosyolog Doç. Dr. Şahan Savaş Karataşlı, “XX. yüzyılın başlarıyla XXI. yüzyılın başları arasında son derece ilginç benzerlikler var. Dünya devrimci dönemden geçiyor,”[51] uyarısını dillendirmektedir.

O hâlde Eduardo Galeano’nun, “Bu sistem alçaklığı alkışlıyor. Çok çalanı ödüllendiriyor. Barış çağrısı yapıyor ama şiddet uyguluyor,” diye betimlediği örgütlü (sürdürülemez) kapitalist şiddet karşısında emek cephesi ve işçi sınıfına yeniden, “Bugünün yenilenleri yarının kazananları olacaktır.” “Mümkünün son sınırına imkânsızı elde etmek için çabalayanlar ulaşabilir ancak. Gerçekleşmiş imkânlar, zorlanmış imkânsızlıkların sonucudur. Öyleyse nesnel olarak imkânsızı istemek budala bir hayalcilik ya da kendini aldatmak anlamına gelmez,” diyen Karl Liebknecht’in mücadele ruhunu taşımak gerekiyor…

KG: Süreç içerisinde giderek derinleşen bir işsizlik, yoksulluk var; bunun yanında işçi kıyımı, haksız hukuksuz uygulamalar da artıyor. Sınıf mücadelesinin seyrini siz nasıl görüyorsunuz?

Sınıf mücadelesi, onu var eden zeminde -corona etkisiyle ve örgütsüz de olsa- yoğunlaşarak sürüyor.

Objektif koşulların kendiliğinden bir emek, işçi hareketini devreye sokması kaçınılmaz gibi görünüyor.

Çünkü… Salgın tehdidi sebebiyle sokağa çıkamayan veya iş yeri kapanan birçok işçi ücretsiz izin baskısı altında bırakılıyor. İktidar çözümü “kısa çalışma ödeneği”nde ararken, işsizlik sigortası hakkı bulunmayanlar bu imkândan da mahrum kalıyor.[52]

Hükümetin işverenlere işçileri ücretsiz izne çıkarma yetkisi vermesinin ardından 1.7 milyon işçi eve gönderildi. Bu işçilere işsizlik sigortası fonundan günlük 39.24 lira, aylık da 1177 lira veriliyor. Damga vergisi düşüldükten sonra işçinin eline geçen tutar 1168 liraya iniyor. İşçilerin aldıkları 1168 lira ile bir ay geçinmeleri ise mümkün değil.[53]

Yani Patron, yasak olduğu hâlde çalışanı atıp; iktidar, 1168 liraya mahkûm ediyorken; sadece bir ayda yaklaşık 200 bin işçi ücretsiz izne gönderildi. Bu işçiler ayda 1168 liraya mahkûm edildi. Türkiye İş Kurumu’nun verilerine göre, Temmuz 2020’e 401 bin 645 işçi işsizlik maaşı aldı. Bu işçilere 494.6 milyon lira ödeme yapıldı.[54]

14.2 milyon işçinin 3.2 milyonu ya çok düşük ya da eksik maaş alıyorken;[55] 2020 Mayıs’ı itibarıyla 1 yılda, sigortalı çalışan işçi (4a) sayısı 405 bin 261 kişi azalarak 13 milyon 919 bin 211’e düştü.[56]

Bu kadar da değil; bir de pandemi koşullarında yasaların yok ettiği işçi hakları faciası söz konusudur.

Örneğin 4857 sayılı İş Yasası, 18. maddesi ile ‘Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) 153 sayılı sözleşmesine aykırı olarak işçileri feshe karşı korumamaktadır. Yasa, ancak 6 aylık kıdemi olan ve 30’dan fazla işçi çalıştıran işyerlerinde çalışanları korumaktadır. Bu düzenleme ülkemizdeki işyerlerinin ancak yüzde 10’ununu kapsamaktadır. 1475 sayılı yasanın 14. maddesi, istifa hâlinde kıdem tazminatını kabul etmemiştir.

Üstüne üstlük bir kıdem tazminatı fonu kurularak işverenlerin işçileri daha kolay işten çıkarılmasına yardımcı olmak istenmektedir. 3656 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Yasası, sendikaları yetki konusunda tamamen hükümetin vesayeti altına sokmuştur ve yetkiye itiraz konusunda referandum kabul edilmemiştir. Yasanın 43., 61., 62., 63. ve 72. maddeleri, grev yasakları, grev ertelemeleri ve grevi durdurma düzenlemeleri ile özgür sendikacılığı yok etmiş ve sendikaları kâğıttan kaplana çevirmiştir.

4447 sayılı İşsizlik Sigortası Yasası ile işçiler değil, fonda biriken para ile işverenler ve ilgisiz projeler desteklenmiştir. 7036 sayılı İş Mahkemeleri Yasası ile işçilik hakları için anayasal bir hak olan dava hakkı işçinin elinden alınmış ve arabulucuya gitme zorunluluğu bir dava şartı hâline getirilmiştir. 696 sayılı KHK ile taşeron işçiler için kamu işverenleri ile işçi konfederasyonlarının yapacağı çerçeve sözleşmelerinin içeriği sözleşme yapacak sendikalar için bağlayıcı olarak kabul edilmiş ve toplusözleşme özgürlüğü yok edilmiştir.

Taşeronlar için yapılan bu düzenleme, ileride tüm işçiler için de getirilirse siz o zaman seyreyleyin gümbürtüyü. Pandemi döneminde işten çıkarmalar yasaklanmış, fakat işçiye ödenmesi öngörülen ve çoğuna ödenemeyen günlük 39 lira işçileri açlığa teslim etmiştir.[57]

Tam da böylelikledir ki coronavirüsün faturası dar gelirliye, emekçiye kesilmektedir.

Örneğin 2020 yılbaşında dolar kuru 5.97 TL iken, 2 bin 324 TL olan asgari ücretlinin maaşı 384 dolara denk geliyordu. Asgari ücret 2020 Ocak’ından Temmuz’una doların 7.35 TL’yi aşmasıyla dolar karşısında 73 dolar eridi.

BİSAM’a göre, 2003 Haziran’da 4 kişilik bir aile, günlük minimum 14.9 liraya sağlıklı beslenebilirken, 2020 Haziran ayında ancak 78.89 liraya sağlıklı beslenebilmekte.

Buna göre 17 yıllık zaman zarfında açlık sınırı 5.3 kat arttı. 2020’nin Haziran ayında açlık sınırının 2 bin 367 lira, yoksulluk sınırının ise 8 bin 186 liraya çıktığı Türkiye’de yaklaşık 10 milyon çalışan aylık 2 bin 324 TL asgari ücretle geçimini sağlamak zorunda. Verilere göre Haziran’da 2.3 milyon işçi kısa çalışma ödeneği aldı.

2020’nin Nisan-Haziran döneminde 1 milyon 705 bin 147 işçi de ücretsiz izne çıkarıldı. Bu işçiler ayda 1.168 lirayla geçinmeye çalışıyor. Türkiye’deki toplam 16 milyon 831 bin 210 kişi ise aldığı sosyal yardımlarla ayakta durabiliyor.

Türkiye’deki kayıtlı işçilerin yüzde 40’tan fazlası asgari ücretle çalışıyor. ‘Avrupa İstatistik Ofisi’nin verilerine göre, Avrupa’da asgari ücretle çalışan işçi oranının en yüksek olduğu ülke açık ara Türkiye…[58]

O hâlde diyeceğimi, diyeyim: Bu karanlık tünelin sonunda, sınıf mücadelesinin körüklediği büyük bir yangın var!

KG: Otoriter emek rejimi daha kurulmadan kurtulma önerileriniz nelerdir?

Sınıf mücadelesi, kendi küllerinden yaratan emek cephesinin, işçi sınıfının temel gıdasıyken; o aynı zamanda da yaşayan diyalektiktir.

Covid-19, kapitalizmin işçi sınıfını mahkûm ettiği esaret koşullarının ne olduğunu bir kez daha ortaya koyarken; düzen içi, düzenle barışık örgütlenmelerin, yapıların, sarı sendikaların çürümüşlüğünü ve sınıftan kopukluğunu açığa çıkardı.

Bu tabloda sınıf bilinci/ kimliğiyle kendiliğinden de olsa öfke biriktiren sınıfın pozisyonu (tehditleri de içeren) velüt bir imkândır.

Söz konusu imkân, yeni(den) bir inşa zemini olması açısından çok önemlidir. Elbette gelecek kaygısı taşıyan öfkeli ve tedirgin işçi sınıfı örgütlemek temel görev oluyor.

Sınıfın siyasal özneleri bunu yaparken, işçi sınıfı tabanda komite örgütlenmelerini (işyeri konseylerini) devreye sokma yollarını aramalıdır.

İşyeri komiteleri (ya da konseyleri) bugün(ler)de sınıfın aslî gereksinimidir. Öz örgütlenmeler olarak da adlandırılması mümkün olan bu örgütlemeler sınıfın kolektif aklı ve eylemidir.

Sözünü ettiğim sınıfın itiraz örgütlenmeleri, “İşçi çok sendikalı yok!”[59] diye tarifi mümkün olan yani 14.2 milyon işçiden sadece 1.9 milyonu sendikalı[60] olabildiği “Sendikacılığı meslek edinenler”i[61] aşarak yaratılabilir.

KG: Sizin eklemek istediğiniz bir şey varsa eklerseniz sevinirim.

Denis Duclos’un, “Karantina günlerinden sonra yeni doğuş”tan söz ettiği[62] güzergâhtayız da, bunun bir “da”sı var!

Pandemi sona ermedi; Dünya Sağlık Örgütü, henüz en kötüsüyle karşılaşmadığımızı söylerken; BM Genel Sekreter Yardımcısı Amina J. Muhammed, ILO’nun virüs salgını sebebiyle 300 milyon işçinin işini kaybedeceği raporunu aktarıp, “Bu rakam 2008’de yaşanan ekonomik krizin 15 kat fazlasına denk geliyor” diyor.[63]

Mesele sadece virüs kaynaklı sağlık tartışmasından ibaret de değil. Pandemiden önce zaten krizle sarsılan sürdürülemez kapitalizm çaplı bir yönetememe krizine sürükleniyor. Yönetenler yönetememe soru(n)larıyla yüz yüzeyken; coronavirüsün yıkıcı etkilerini tüm yerkürede daha da fazla göreceğimiz bir döneme giriyoruz.

Nisan 2020’de ‘Dünya Gıda ve Tarım Örgütü’ (FAO) ile ‘Dünya Gıda Programı’nın (WFP) BM Güvenlik Konseyi’ne verdikleri rapora göre, Covid-19 salgınıyla, “kutsal kitaplardakileri anımsatacak” bir küresel açlık krizi kapımızda.

Güvenlik Konseyi toplantısında, WFP Başkanı David Beasly, “2020’de, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana görülen en büyük insanî krizle karşı karşıya kalınabileceğine” ilişkin saptamalarına ekliyor: “Daha şimdiden bir mükemmel fırtınaya bakıyoruz”![64]

Kolay mı? Covid-19’un yarattığı şok ile dünya ekonomisi yüzde 5 oranında daraldı. Bu, resesyon sınırı olarak kabul edilen yüzde 2.5 büyüme oranına kıyasla yüzde 7.5 gerileme anlamına geliyordu. Covid-19 ile gelen şok, uluslararası ticaret, finans, teknoloji ve ekonomi politikası alanlarında da çok önemli dönüşümler getirmeye başladı.[65]

Küresel ekonomiyi adeta kilitlendi. Pandeminin genişlemesi ve uzaması, küresel ekonomi üzerinde siyasi etkileri büyük tahribatlara yol açtı. Sadece 9-13 Mart 2020 haftasında küresel hisse senetleri 6.3 trilyon dolar, Amerikan hisseleri ise 2 trilyon dolar değer kaybetmiştir. Uluslararası kuruluşlar küresel ekonomik büyüme tahmini yüzde 3’den 1.2 aralığına çekmiştir. Bu durumda 5 milyon şirketin batacağı ve 25 milyon insanın işsiz kalacağı tahmin edilmektedir.

ILO çalışanların kayıplarının 5 trilyon dolara ulaşacağını öngörmektedir. Sonuçta trilyonlarca dolar ödenemeyecek borç ve öngörülemeyen işsizler ordusu. Pandemi uzarsa, kapitalizm geniş kitleler tarafından sorgulanır duruma gelir ve ciddi siyasi sonuçlar yaratabilir.[66]

Bu zeminde sermaye çevrelerinin, “2021: Belirsizlik ve fırsat yılı”[67] olarak betimlediği, “Tarihi bir daralmanın ilk safhasını yaşıyoruz ve toplumlar pandemi sürecinin ardından kitlesel işsizlik ve yolsuzlukla mücadele etmek zorunda kalacak,”[68] diyor Yasmeen Serhan…

Kim ne derse desin! Covid-19’lu yerkürede, istisna kural hâline gelirken; egemenler için tek kural kuralsızlık olacak; George Orwell’ın, “Aslında hiçbir şey yasa dışı değildi. Çünkü, artık yasa diye bir şey yoktu,” deyişindeki üzere…

“Burjuvazinin bize söz verdiği ‘corona sonrası dünya’ pandemi öncesi dünyanın kötüleşmesidir: daha fazla sömürü, daha fazla güvencesizlik, daha fazla gözetleme ve kontrol, azınlık ırklara karşı daha fazla şiddet, vb. Ancak bu ‘dünyayı’ geçmişe dönme talebi ile reddedemeyiz. Şili Santiago’daki göstericilerin, ‘Biz normale dönmek istemiyoruz. Sorun olan normaldi,’ sloganına sarılmalıyız,[69] Camille Münzer’in işaret ettiği gibi…

Çünkü artık corona öncesine dönmek mümkün değil. Zira, sürdürülemez kapitalizmin soru(n) çözme yeteneği yok; aksine her seferinde soru(n)ları daha da çoğaltıyor. Çünkü ortada bir sürdürülemezlik durumundan kaynaklı bir uygarlık krizi söz konusu…

Uygarlık krizini, kapitalizmi aşan sosyalist uygarlık için değerlendirmezsek, yeni(lenen) barbarlık (ya da deccal) kapımızı çalmakla kalmayıp, kıracak!

Tekrarlıyorum: Başka bir uygarlık gerekiyor!

Yarın Covid-19 için aşı bulunsa bile artık dönülecek bir “normal” de yok. Kâr makinesini beslemek için kesilen ormanlardan, altüst edilen ekosistemlerden, çözülen buzulların topraklarındaki milyonlarca yılın organik kalıntılarından, vahşi hayvan pazarlarından, biyolojik silah laboratuvarlarından yeni virüsler gelmeyecek mi? Bunlar yine küresel ticaret ve seyahat ağları üzerinden hızla yayılmayacak mı? Yine yeni aşılar bulunana kadar yüz binlerce, belki milyonlarca insan ölmeyecek, ekonomiler durmayacak, açlık krizleri yaşanmayacak mı?[70]

Orta yerde bir uygarlık krizi var; kriz kritik düşünceyi tetikler... Kapitalist oyun bozuldu; hayatın öncüllerini değiştirme imkânı (tehditleriyle) bir kez daha karşımızda! Noam Chomsky ne demişti: “Alışılmış zihinsel düzenler değiştiğinde devrim patlak verir”...

Hâl bu(dur)… Ve noktada Gaye Usluer, “Yaşanılanların büyük bir pandemi öfkesine dönüşümünü engellemek istiyorsak,”[71] derken aslî soru(n) ezilenlerin ne yapıp, yapamayacağındadır…

Burada durup, Michel Montaigne’in 1592’de hayata veda etmeden önce, “Ömrüm ne korkunç talihsizliklerle geçti,” vahlanıp, yazıklanmalarına inat; Henri Lefebvre’in, “Marksizm duygusal ve sulu gözlü bir hümanizm getirmez. Marx proletarya üzerine, bu sınıf tahakküm altında olduğu için, onun tahakküm altında bulunmasına vahlanmak için eğilmiş değildir. O, proletaryanın nasıl ve neden ötürü kendini tahakkümden kurtarabileceğini ve insanî tüm olanaklara doğru kapı açabileceğini göstermiştir. Marksizm proletaryaya zayıf olduğu için değil, bir kuvvet olduğu için cahil olduğu için değil, bilgiyi özümleyeceği ve zenginleştireceği için burjuvazi tarafından insanî-olmayan koşullara itildiği için değil, insanın geleceğini kendinde taşıdığı ve o kendini beğenmiş burjuvaziyi insana-aykırı olarak reddettiği için ilgilenir,”[72] Marksist bilinçli umuduna sarılmak gerekiyor.

Geçerken: Karl Marx’ın düşünme tarzından[73] hareketle i) Hiç bir şeyin sabit kalmayacağı ve değişimin hiç bir zaman düz bir çizgi hâlinde doğrusal bir hat izlemeyeceği diyalektik yasasını; ii) Onun “Günümüzde her şey kendi karşıtına gebedir,” sözünü; iii) Dolayısıyla da birbirini besleyip güçlendiren etkenler bütünlüğü kadar onlarla zıt yönde hareket eden karşıt etkenler bütünlüğünü hiçbir zaman gözden kaçırmamalıyız.

Tam da bunun için yüzümü tarih(imiz)e, gelenek(imiz)e çevirip, “Çözüm orada,” diyorum…

Tıpkı İstanbul’lu Rum hemşehrimiz Cornelius Castoriadis’in, “Gece, ancak, kendilerini geceye bırakanlar için gelmiştir, yaşayanlar için, ‘güneş her gün yeniden doğar’…” vazgeçmeyen inadıyla…

Emma Goldman’ın, “İş isteyin, iş vermezlerse ekmek isteyin. Ekmek vermezlerse, ekmeğinizi alın,” ibaresindeki gibi kendimizi önemseyerek, Paul Klee’nin “Çizgi, yürüyüşe çıkmış noktadır,” uyarısı eşliğinde…

Şimdi yeniden yola çıkma zamanıdır: Oruç Aruoba’nın, “Sahici yürüme, yol açmadır… Yola çıkan kişinin tek ‘yardımcı’sı, yolu, yanında, onunla birlikte yürüyendir-yoldaştır… Yer de, yön de, yol da, bilinçlidir,” sözlerindeki kararlılıkla…

Ve Friedrich Engels’in, “Dünyayı özel mülkiyet yönettiği sürece, proletaryaya, aç kalmaktan, yaşamını sürdürmek için savaşmaktan başka bir yol kalmıyor,” biçimde tarif ettiği zorunluluğun tarihsel bilinciyle…

18 Ekim 2020 20:25:56, İstanbul’dan.

N O T L A R

[1] Mezopotamya Haber Ajansı, 6 Kasım 2020… http://mezopotamyaajansi25.com/tum-haberler/content/view/114879

[2] Quentin Tarantino.

[3] Ercan Kaplan, “Fikret Başkaya: Kapitalizm Tarihsel Ömrünü Doldurdu”, Yeni Yaşam, 6 Temmuz 2020, s.10.

[4] Yusuf Gürsucu, “Fikret Başkaya: Kapitalizm Ehlileştirilebilir Bir Sistem Değil”, Yeni Yaşam, 21 Ağustos 2020, s.9.

[5] Erinç Yeldan, “Finans Kapitalizminin Yeni Normalleri”, Cumhuriyet, 12 Şubat 2020, s.11.

[6] “David Harvey ile Kapitalizmin Krizi ve Marx: Marx Hiç Olmadığı Kadar Güncel”, Express, No:172, Bahar 2020.

[7] Gabrielle Pickard-Whitehead, “Kapitalizmin “Kirli Küçük Sırrı”: Coronavirüs Sırasında Artan Borç Tehdidi”, 1 Temmuz 2020… https://simurg-news.org/kapitalizmin-kirli-kucuk-sirri-coronavirus-sirasinda-artan-borc-tehdidi-gabrielle-pickard-whitehead

[8] Grace Blakeley, “Toplum Pahasına Servet Kazananlar”, Birgün, 27 Temmuz 2020, s.5.

[9] “Zenginlerin Serveti Arttı: 10.2 Trilyon Dolar”, Cumhuriyet, 8 Ekim 2020, s.7.

[10] “Milyoner Sayısındaki Artış Salgın Dinlemedi”, Cumhuriyet, 2 Ağustos 2020, s.9.

[11] Ozan Gündoğdu, “Milyonlar Yoksul Zenginler Milyarder”, Birgün, 8 Mart 2020, s.11.

[12] “Yoksulluk İçindeyiz”, Cumhuriyet, 23 Mayıs 2020, s.8.

[13] “Açlık Sınırı 17 Yılda 5 Kattan Fazla Arttı”, Yeni Yaşam, 19 Ağustos 2020, s.4.

[14] “5 Milyon Anne Açlık 14 Milyon Anne Yoksulluk Sınırının Altında Yaşıyor”, 10 Mayıs 2020… http://siyasihaber4.org/5-milyon-anne-aclik-14-milyon-anne-yoksulluk-sinirinin-altinda-yasiyor

[15] “Emekli Yoksulluğa Mahkûm”, Cumhuriyet, 21 Temmuz 2020, s.11.

[16] Özgen Acar, “Ulusal Gelir!”, Cumhuriyet, 10 Haziran 2020, s.7.

[17] Servet Yanatma, “Türkiye Gelir Dağılımı Eşitsizliğinde Avrupa İkincisi: Nüfusun Yüzde 20’si Kazancın Yarısını Alıyor”, 20 Temmuz 2019… https://tr.euronews.com/2020/01/05/fakir-daha-da-fakirlesti-turkiye-gelir-dagilimi-esitsizliginde-avrupa-ikincisi

[18] Erinç Yeldan, “K-Tipi Büyüme: Gelirin Eşitsizliği”, Cumhuriyet, 16 Eylül 2020, s.13.

[19] Mustafa Çakır, “Katmerli Yoksulluk”, Cumhuriyet, 27 Eylül 2020, s.9.

[20] “BM’den Açlık Uyarısı”, Cumhuriyet, 3 Ağustos 2020, s.7.

[21] Mustafa Çakır, “Uzmanlar Ekonomiyi Değerlendirdi: Daralma-İflas-İşsizlik”, Cumhuriyet, 10 Ağustos 2020, s.10.

[22] “Yoksulluk Artacak”, Cumhuriyet, 13 Ağustos 2020, s.11.

[23] Mustafa Çakır, “90 Bin Esnaf Kepenk İndirdi”, Cumhuriyet, 3 Temmuz 2020, s.10.

[24] Mustafa Çakır, “Esnaf Kepenk Kapatıyor”, Cumhuriyet, 30 Eylül 2020, s.11.

[25] Serhat Alıgil, “Sanayi Yatırımları Doğuyu Terk Ediyor”, Cumhuriyet, 13 Ocak 2020, s.10.

[26] “Emekli Mutsuz”, Cumhuriyet, 3 Ağustos 2020, s.10.

[27] Kansu Yıldırım, “Türkiye Yüzyıllık Genç İşsizlik Rekoru Kırdı”, Yeni Yaşam, 10 Aralık 2019, s.4.

[28] “DİSK-AR Raporu: TÜİK’e Göre İş Aramayan İşsiz Değil”, Yeni Yaşam, 12 Temmuz 2020, s.4.

[29] Mehtap Özcan Ertürk, “İşsizler Ordusu 10 Milyonu Aştı”, Sözcü, 23 Nisan 2020, s.10.

[30] “İşsizlik Sorunu Büyüyor”, Cumhuriyet, 9 Temmuz 2020, s.11.

[31] Gamze Bal, “Ekmeğe ‘Sessiz’ Zam”, Cumhuriyet, 13 Ekim 2020, s.11.

[32] Erinç Yeldan, “Milli Gelirin Normal Hâlleri”, Cumhuriyet, 2 Eylül 2020, s.11.

[33] Şehriban Kıraç, “Tehlike Büyüyor”, Cumhuriyet, 29 Haziran 2020, s.11.

[34] Hayri Kozanoğlu, “Yoksulluk ekseninde Dünya Bankası Türkiye Raporu”, Birgün, 25 Ağustos 2020, s.11.

[35] Hüseyin Deniz, “Rezervler Dipte, Kriz Tepede”, Yeni Yaşam, 10 Ağustos 2020, s.8.

[36] Şehriban Kıraç, “Prof. Dr. Serdar Sayan: Hiçbir Kriz Çaresiz Değil Ama Ben An İtibarıyla Tünelin Ucunda Işık Göremiyorum”, Cumhuriyet, 31 Ağustos 2020, s.11.

[37] Uğur Zengin, “Ekonomist Dr. Murat Kubilay: Kriz, 2001 ve 2008 Krizlerinin Toplamından Büyük Olacak”, 7 Mayıs 2020… https://www.evrensel.net/haber/404065/ekonomist-dr-murat-kubilay-kriz-2001-ve-2008-krizlerinin-toplamindan-buyuk-olacak

[38] Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu, çev: Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Kitabevi, 2001.

[39] The Economist, Mart-Nisan 2020.

[40] https://www.sozcu.com.tr/2020/ekonomi/dunyada-isci-haklarinda-en-kotu-10-ulke-listesinde-turkiye-de-yer-aldi-5881138

[41] Mustafa Çakır, “Salgınla Birlikte Market Çalışanlarına Yönelik Sömürü Arttı”, Cumhuriyet, 3 Ağustos 2020, s.10.

[42] Olcay Büyüktaş, “Saray’dan Sömürü İtirafı”, Cumhuriyet, 8 Ekim 2020, s.6.

[43] “Salgının ve Ekonomik Krizin Yükü İşçi ve Emekçilerin Sırtında”, Devrimci Duruş, No:91, Ekim 2020, s.12-13.

[44] “Corona Günlerinde Yaşamak da Sınıfsal!”, Devrimci Duruş, No:90, Eylül 2020, s.15-16.

[45] İhsan Çaralan, “Coronavirüsün Yapısı Biyolojik Ama Yayılması Tamamen Sınıfsal!”, Evrensel, 14 Mart 2020, s.3.

[46] Özgür Karcıoğlu, Ailem Covid-19 ve Ben: Aileler ve Çocuklar için Kılavuz, Say Yay., 2020.

[47] Economic Policy Institute: https://www.epi.org/publication/health-care-report

[48] Erinç Yeldan, “Amerikan Emekçisinin Sağlığı ve Yoğunlaşan Sömürüsü”, Cumhuriyet, 14 Ekim 2020… https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/erinc-yeldan/amerikan-emekcisinin-sagligi-ve-yogunlasan-somurusu-1773305

[49] Volkan Algan, “Türkiye’de Grev Yasakları: Rekor AKP Hükümetlerinde”, 10 Ekim 2020… https://sol.org.tr/haber/turkiyede-grev-yasaklari-rekor-akp-hukumetlerinde-16560

[50] Dieter Duhm’un Kapitalizmde Korku, çev: Sargut Şölçün, Kırmızı Yay., 2009.

[51] Oğuzcan Ünlü, “Doç. Dr. Şahan Savaş Karataşlı: Dünya Devrimci Dönemden Geçiyor”, Birgün, 16 Ağustos 2020, s.5.

[52] Mustafa Çakır, “Ücretsiz İzin Baskısı”, Cumhuriyet, 26 Temmuz 2020, s.11.

[53] “İşçiler, Yine Açlığa Mahkûm”, Cumhuriyet, 8 Ağustos 2020, s.8.

[54] Mustafa Çakır, “2 Milyon İşçi Açlığa Mahkûm Edildi”, Cumhuriyet, 13 Ağustos 2020, s.10.

[55] “39 Lira Mahkûmları Arttı”, Cumhuriyet, 12 Eylül 2020, s.13.

[56] “Sigortalı İşçi Sayısı 405 Bin Kişi Azaldı”, Cumhuriyet, 7 Ağustos 2020, s.11.

[57] Engin Ünsal, “Sendikacılığın Bugünü”, Cumhuriyet, 22 Eylül 2020, s.2.

[58] Şehriban Kıraç, “Asgari Ücretli 73 Dolar Yoksullaştı”, Cumhuriyet, 8 Ağustos 2020, s.9.

[59] “İşçi Çok Sendikalı Yok!”, Yeni Yaşam, 12 Şubat 2020, s.4.

[60] Mustafa Çakır, “12.3 Milyon İşçi Patronun İnsafında”, Cumhuriyet, 31 Temmuz 2020, s.11.

[61] Musa Piroğlu, “Sendikacılığı Meslek Edinenler”, Yeni Yaşam, 26 Kasım 2019, s.10.

[62] Denis Duclos, “Karantina Günlerinden Sonra Yeni Doğuş”, Le Monde Diplomatique Türkiye, No:5, 1 Haziran 2020, s.1-6.

[63] “BM: Coronavirüsün Ardından Dünya ‘Normale’ Dönmeyecek”, 27 Haziran 2020… https://m.nerinaazad.org/tr/news/life/people/bm-coronavirusun-ardindan-dunya-normale-donmeyecek

[64] Ergin Yıldızoğlu, “Küresel Açlık Krizi Kapıda”, Cumhuriyet, 27 Nisan 2020, s.11.

[65] Ergin Yıldızoğlu, “Büyük Belirsizlik”, Cumhuriyet, 12 Ekim 2020, s.11.

[66] Mahmut Yanar, “Evrimsel Perspektiften Salgın Hastalıklar ve Covid-19”, Birgün, 23 Mart 2020, s.6.

[67] “2021: Belirsizlik ve Fırsat Yılı”, Cumhuriyet, 7 Ekim 2020, s.11.

[68] Yasmeen Serhan, “Coronavirüs ve Popülizm İlişkisi”, Birgün, 24 Ağustos 2020, s.5.

[69] Camille Münzer, “Covid-19 ve ‘Sonrasındaki’ Dünya: İstisna Kural Hâline Geldiğinde”, Yeni Yaşam, 27 Haziran 2020, s.10.

[70] Ergin Yıldızoğlu, “Bir Aşı Aranıyor, Bir de ‘Başka Bir Uygarlık’…”, Cumhuriyet, 2 Temmuz 2020, s.11.

[71] Gaye Usluer, “Corona Sonrası Yeni Dünya Düzeni”, Birgün, 10 Temmuz 2020, s.8.

[72] Henri Lefebvre, Sosyalist Dünya Görüşü Marksizm, çev: Doğan Görsev, Yordam Kitap, 2007, s.73.

[73] Bertell Ollman, Diyalektiğin Dansı-Marx’ın Yönteminde Adımlar, çev: Cenk Saraçoğlu, Yordam Kitap, 2006.