Bu koşullarda radikal sağın ‘Avrupa İslam’ın tehdidi altında’ görüşü giderek daha çok taraftar buluyor. Toplumda bir tedirginlik var. Fakat Avrupa halkı, büyük ve güçlü demokratik geleneğe sahiptir. IŞİD anlayışının bütün Müslümanlara mal edilmesine karşı mücadele, bir insan hakkı görevidir. Bu mücadelenin en önünde ise Müslümanlar olmalıdır.



Charlie Hebdo, İslam ve Avrupa - 2



İslam coğrafyasının içinde bulunduğu sosyo-ekonomik yapı, bu coğrafyada yaşanan sorunların da kaynağını oluşturuyor. 1.6 milyar Müslüman’ın birkaç yüz bini refah içinde yaşıyor sadece. Geriye kalanlar açlık, yoksulluk ve sefaletle boğuşuyor. Bu coğrafya, dünyanın en yoksul ve en geri bölgesi. İnsanlar umutsuzluk içinde bir çıkış yolu arıyor. Bu atmosferde yaşayan insanlar için İslam’a daha sıkı sarılmak bir çıkış yolu olarak görülüyor. Bu nedenle yoksulluğun derinleşmesine koşut, yükselen bir İslamcılık var bölgede. İkisi birbirini besliyor. Dahası, yoksulluğun derinleşmesi, insanları kendi kaderlerini değiştirme arayışına itiyor. Bunu da İslam’da buluyorlar. Çünkü onlara İslam’dan daha yakın bir sistem yok. Umutsuzluk onları gördükleri bu ilk kapıdan içeri girmeye zorluyor. Ama yoksulluk durmuyor, derinleşmesi sürüyor. Bu sefer yeni ve daha “inandırıcı“ gördükleri bir başka kapıdan içeri giriyorlar. Ondan sonra da başka kapılara. Her yeni kapı “daha gerçek İslam” olarak sunuluyor onlara. Ve kapılar bitmiyor...



Bu dünya içinde tutulabilmeleri için yoğun ideolojik çalışmalarla insanlar, insanlıktan çıkarılıyor. Bu ahval kişiyi, karşısındakinde kendisini bulmaya kadar götürüyor. Karşısındaki eğer kendisi gibi düşünmüyor, hareket etmiyorsa sapkın görülerek öldürülüyor. Kardeşin kardeşi öldürdüğü dönemler... Fanatizm olgusunu aşan bir durum bu. Bir çılgınlık hali.

İslam coğrafyasından bir fotoğrafı, coğrafya dışındaki bir bölgede yaşayanların fotoğrafıyla yan yana getirdiğinizde aradaki korkunç uçurum daha çok fark ediliyor: İslam dünyasına ait fotoğraftakilerin hallerinden yoksulluk, perişanlık, zavallılık, umutsuzluk, bitkinlik akıyor. Dünyada okuma yazma oranının, sağlık ve sosyal yaşam olanaklarının, yatırımın en az olduğu bölgeler, bu bölgeler... Dünyada bütün politikacılar dinden nemalanır ama buna karşın dinin bağımsız bir çizgisi vardır. Müslüman ülkelerde ise durum farklıdır. Buralarda din, tamamen politikaya bağlıdır. Devlete bağlı din eğitimi veren okullar, maaşını devletten alan din adamları, sadece Müslüman ülkelerde bulunmaktadır. Bu koşullar, dini politikanın hizmetine sokmakta.



İslam’ın yükseliş yılları ve bugün



Tarihe baktığımızda, “İslam’ın yükseliş yıllarını” görüyoruz. O yıllarda İslam, kendine özgü bir kültür-sanat geliştirmiş, matematik başta olmak üzere fen bilimlerinin içinde olmuş, Ortodoks Hristiyanlığın yasaklayarak, yakarak yok ettiği bilimsel çalışmaları koruma altına almış ve onları yeniden insanlıkla buluşturmuştur. İslam’ın o yıllarda üstlendiği bu görev, bugünkü bilimi doğurmuştur. Ama o günün İslami söylemleri ve yaptıklarıyla bugünkü İslami söylem ve yapılanlar, birbirinin neredeyse tersi. Bunun için şu örnek yeterlidir: Bugünün İslam dünyasındaki bilimsel araştırma, inceleme, sanat ve kültür alanındaki gelişmeler, İslam’ın sorunları üzerine yapılan çalışmalar ve tartışmalar, İslam dünyasının 13. ve 14. yüzyıllardaki üretkenlik, çalışma ve anlayışının gerisindedir. Dünyayı yakalamaya çalışan bir İslam’dan, dünyadan uzaklaşmakta olan, gerileyen, içe kapanan bir İslam’a gelinmiş bulunuyor.



İslam dünyası, içinde bulunduğu bu durumu daha ne kadar kaldırır, bu belli değil. Sonuçta dünyadaki iletişim ağının içinde olan bir dünya. Dubai, liberal İslami yaşam tarzları, hepsi de İslam dünyasının içinde. Bunlar demokratik bir pencere açmıyorlar tabii ki. Peki İslam dünyası Ortodoks İslam’ın sürüklediği bu felaketten geçmek zorunda mı?  Müslümanların büyük bir bölümü, yukarıda sözünü ettiğimiz iki dünya arasında sıkışmış durumda. Bu kesim ikisini de tercih etmiyor. Gelecekte İslam’ın bir kültür olarak kaybolmasını da istemiyorlar. Diğer inanç ve kültürlerle dünyada barış içinde bir arada yaşamak istiyorlar. İslam dünyasında bunun uğraşını verenler gittikçe çoğalıyor.



Her şeyi İslamofobiye bağlayanlar...



Avrupa’nın İslam algısı yeni oluşmuyor. Tarihsel süreçlerin oluşturduğu bir algı var zaten. Ama geçmişle sınırlı kalan bir algı, her zaman sorunludur. Tıpkı Müslümanlardaki Hristiyan ve Yahudi algısı gibi. Dinler tarihinin geçmişi, kanlı savaşlarla dolu. Geride kalmış olsalar da yaşananlar objektif bir mercekten geçirilerek anlatılmıyorsa bu, yeni kuşaklarda önyargıya dayalı bir algılamaya yol açar. Her yeni kuşak, bilinegelen ölçüleri kendi döneminin olayları, sosyal gelişmeleri ile kıyaslayarak yeni ölçüler edinebilirse önyargıdan kurtulabilir ancak. Hakkında konuştuğumuz yer modern Avrupa da olsa, önyargıya dayalı bir algının olmadığını söylemek doğru olmaz.



Son yıllarda Avrupa’nın İslam algısında yükselen bir negatifleşme var. Buna bazıları “İslamofobi” deseler de bu savunu, “Yavuz hırsız ev sahibi bastırır” deyimi gibi. İslam algısını Avrupa’da olumlu ve olumsuz etkileyen, yine İslam coğrafyasında olan olaylar, İslam’ın küresel kültürle kurduğu ilişki...



Kültürler ve toplulukların birbirleri üzerinde bıraktıkları algıyı, sadece birbirleriyle sürdürdükleri ilişkilerin biçimi oluşturmaz; kendi dünyalarındaki duruşları, yaşam biçimleri çok daha belirleyicidir. İslam yaşam biçimi ve dünya görüşü olarak nasıl bir resim veriyor? Algıyı oluşturan bu. Verilen bir resimde sokaklarda insanlar kesiliyor; kadınlar köle olarak satılıyor; 6 yaşındaki kızlarla evleniliyor; kadının çalışması, araba sürmesi yasak; açlık, düzensizlik, sefalet, cehalet diz boyu ise, bu resim, algılayıcıda “barbarlık, vahşet’ algısını oluşturuyor ise, “Neden böyle düşünüyorsun” diyemezsiniz. Çünkü resim böyle. Bunu fobi olarak değerlendirmek, sorunlu bir yaklaşım olur. Kendini değiştirmeksizin bu haliyle kabul ettirme baskısı...



İslam dünyasının Avrupa’da yaratmış ve yaratmakta olduğu algı, maalesef her geçen gün daha da derinleşiyor. Bu algı önyargılarla da birleştiğinde ortaya İslam açısından çok olumsuz bir tablo çıkıyor. Durumun daha iyi anlaşılması için bugünden değil, geçmişten bir örnek vereyim. Allensbach Enstitüsü (Institutes für Demoskopie Allensbach) tarafından biri 2004, diğeri 2006 Mayıs’ında olmak üzere iki araştırma yapılıyor. Enstitü, iki yılda değişen İslam algısını karşılaştırmış. “İslam, kadınlar aleyhinde bir dindir” görüşünde olanlar 2004 yılında yüze 85 iken 2006 yılında yüzde 91’e çıkmış; “İslam hoşgörüsüzdür” görüşünde olanların oranı 2004 yılında yüzde 66 iken 2006 yılında yüzde 71’e yükselmiş. Araştırmaya katılanların yaklaşık yüzde 78’i ise İslam’ın diğer dinleri eşit olarak kabul etmediğini belirtmiş.



Müslüman göçmenleri zor günler bekliyor



Yukardaki tablo tartışılır. O zaman yıl 2004/6 idi. Aradan neredeyse 10 yıl geçmiş bulunuyor. “Şimdiki durum nedir” sorusuna burada yanıt veremiyorum. Bu durum, Avrupa’da zaten zor koşullarda yaşayan özellikle Müslüman göçmenlerin hayatının daha da zorlaşacağına işaret ediyor. İşsizlik, kriminalizasyon gibi konular söz konusu olduğunda hemen hemen bütün Avrupa ülkelerinde benzer bir tablo var. Müslüman kökenliler ön sıralarda yer alıyor. Müslüman kökenlilerin geldikleri ülkeye göre işsizlik oranları korkunç boyutlarda. Sadece Almanya örneğini vermekle yetinelim:



Almanya ortalamasının yüzde 7.4 olduğu bir dönemde Lübnanlıların yüzde 55’i, Iraklıların yüzde 46’sı, Türklerin yüzde 21’i işsiz. (Deutsche-Türkische-Nachricht, 15.09.2013).

Bunu tamamlayan bir çarpıcı rakam daha: Almanya çapında yüksek öğrenimlilerin işsizlik oranı yüzde 2,5 seviyesindeyken, bu oran Türkiye kökenliler arasında yüzde 13,5’e ulaşıyor. (Türkisch-Deutsche Studierenden und Akademiker Platform e.V., 27.06.2014)



Yine Almanya’da yayınlanan haftalık Focus Dergisi’nin Berlin Başsavcısı Rudolf Hausmann ile yaptığı söyleşide Başsavcı Hausmann, Berlin’de işlenen suçların yüzde 80’inin göçmen kökenliler tarafından işlendiğini, bunlarınsa yüzde 43’ünün Arap, yüzde 32’sinin ise Türk kökenliler olduğunu aktarıyor. (Focus, 18.11.2013).

Önümüzdeki dönemde bu tablonun bütün Avrupa’da nasıl bir biçim alacağını hep birlikte göreceğiz.



(Yanlış bir algıya yol açmamak için burada şunu da belirtmem gerekiyor: Yukarıda verdiğimiz durumu bütünüyle İslam ve yabancı düşmanlığına bağlamak yanlış olur. Eğitim, mesleki durum, sosyal-kültürel farklılıklar (Müslümanların kadınları çalıştırmaması vb.) da bunda büyük rol oynuyor. Örneğin Almanya’da işsiz olan Türkiye kökenlilerin yüzde 78’inin hiçbir mesleği yok.)

Algının önyargıya veya fobiye dönüşme hali, bütün olaylara ve kişilere değişmez ölçüler kullanılmasıyla oluşur. Avrupa’da tabii ki önyargı var. Örneğin göçmenler söz konusu olduğunda, Avrupa’da şöyle bir ayrım yapılıyor: “İslam ile ilgili değerlendirmeler, bütün Müslümanları kapsamamaktadır.” Ama bu ölçü ne kadar sağlıklı kullanılıyor, bu tartışmalıdır.



Paris cinayetleri sonrasında: Nasıl bir Avrupa?



İslami terörün Charlie Hebdo saldırısıyla Batı’nın gündemine yeni giriyor olması, insanlık açısından üzücü. Şengal, Kobanê, Nijerya, çok uzak, bilinmez yerler değil. Buralarda her gün benzer vahşetler yaşanıyor. Bugün, “Avrupa’nın İslam algısının değişeceği” tartışmaları yapılıyor. Ben bu yaklaşımı doğru bulmuyorum. Eğer İslam algısı, El Kaide, IŞİD ve Boko Haram örgütlerinin vahşet ve yaşam tarzları baz anılarak oluşacaksa, buradan sağlıklı bir sonuç çıkmaz. Medeniyetler çatışmasına kapı aralanır, o kadar.



11 Eylül saldırısı İslam hakkında sadece Avrupa’da değil, dünyada olumsuz bir algı yarattı. El Kaide, IŞİD, Boko Haram gibi örgütlerin sunduğu fotoğraflarla İslam, çok daha kötü şekillendirildi, korkulur bir hal aldı. Avrupa’da İslam’ı tartışırken artık 11 Eylül’den önce/sonra diye dönemlere ayrılıyor. Bu koşullarda radikal sağın seslendirdiği “Avrupa İslam’ın tehdidi altındadır” görüşü giderek daha çok taraftar buluyor. Bu slogan 2010 Nisan’ında kabul edilen “Stockholm Programı“ sürecinde de gündemdeydi. Ama sağın yürüttüğü bu kampanya, Avrupa’nın yeniden düzeni anlamına gelen “Stockholm Programı” görüşmeleri sürecinde etkili olmadı. Program, “Adalet mi, güvenlik mi” sorusuna, adaleti önde tutarak yanıt verdi. Ama “terörle mücadeleye” de programda geniş bir yer verildi.



Ne ki, şimdi koşullar 2010’un daha gerisinde. Büyük değişimler oldu ve olmaya da devam ediyor. Süreç hızlı değişiyor. “İslam için savaşmaya” Avrupa’dan 3 bin militanın gitmesi, bunların bir kısmının geri gelmesi, toplumda bir tedirginlik yaratmış bulunuyor. Charlie Hebdo cinayetleri ve Brüksel’deki çatışma, bardağı taşırdı. Bu gelişmeler AB’yi daha radikal önlemler almaya götürecektir. Tabii ki böyle bir değişim, Avrupa’daki genel demokratik yaşamı da olumsuz etkileyecektir. Oluşacak yeni ortamdan da başta göçmenler, özel olarak Müslüman kökenli göçmenler, etkilenecektir.



Avrupa’da sağın, liberal ve merkezci partiler üzerinde zaten uzun zamandır süregelen bir baskısı vardı. Örneğin geçen yıl yapılan AP seçimlerinde bütün Avrupa’da aşırı sağın yükselişine tanık olundu. Bu partiler İngiltere, Fransa, Danimarka’da yüzde 25’in üzerinde oy aldı. Almanya’da PEGIDA oluşumu ortaya çıktı. Şimdi sağın güçleneceği saptamaları yapılıyor. Örneğin Charlie Hebdo’ya saldırıyı kınayan büyük yürüyüşe Marina Le Pen’in başını çektiği aşırı sağ Ulusal Cephe (FN), ayrı bir gösteri yapacaklarını söyleyerek katılmadı.



Aşırı sağın daha radikal söylemlerle politika yapacağı aşikar. Bunu yaparken de daha geniş kesimleri etkilemek için PEGIDA yürüyüşlerinde olduğu gibi İslam’ı ve İslami terörü kullanacaklardır. Avrupa’da yeni saldırılar olmasa bile IŞİD, El Kiade ve Boko Haram gibi İslami örgütlerin bulundukları bölgelerde işledikleri cinayetler ve sundukları yaşam, Avrupa’daki radikal sağ ve hatta liberal sağ partilere göçmen politikasının daha da sertleşmesi için gerekli malzemeyi vermektedir. Almanya’da henüz değil; ama Fransa, İngiltere, Hollanda ve Danimarka’da önümüzdeki seçimlerde aşırı sağ iktidar ortağı olursa kimse şaşırmasın.



Avrupa’nın sağa kayması, sadece Avrupa’yı değil, bütün dünyayı gerer. “Avrupa’yı korumak!” Ama nasıl?



Avrupa bu işin içindedir. Ekonomik çıkarlarından ayrı olarak demokrasi, insan hakları gibi değerlerini sahiplenmek adına da olsa işin içindedir. Sorun temelinden çözülmedikçe Avrupa da rahata kavuşamayacaktır. Bu nedenle İslam coğrafyasının içinde bulunduğu kötü yazgıyı değiştirmek için uluslar arası camianın birlikte harekete geçmesi gerekiyor. Avrupa halkı büyük ve güçlü demokratik gelenek ve tecrübelere sahiptir. Göçmenlerin bu sürece mutlaka dahil olması, Avrupa halkı ile birlikte hareket etmesi bir zorunluluktur. Bütün Müslümanların IŞİD, El Kaide ve Boko Haram anlayışında görülmesine karşı mücadele edilmesi, bir insan hakları görevidir. Bu mücadelenin en önünde ise başta Müslümanların kendileri olmalıdır.



Öldürülmeleri doğru değildi



Paris’te Charlie Hebdo saldırısı gerçekleştirenler, yine bir saldırıyla öldürüldüler. Birinci olarak teröre karşı terörle yanıt vermek, hukuk gibi temel prensipler üzerine kurulmuş bir yapılanma, devlet için doğru değil. Şiddeti körüklemekten başka bir işe yaramaz. İntikamcılığı geliştirir.



İkinci olarak; eylemin çok özgün bir yanı var: Saldırı, “İslam adına” yapılmış. Yapanlar için ölmek kayıp değil, bir hedef. Çünkü cennete gitmiş olacaklar. Saldırganların “Biz ölmek istiyoruz” diye ısrar etmelerinin nedeni de bu. Radikal İslami örgütlerde savaşan militanları ayakta tutan “güç” de bu. O nedenle saldırganların öldürülmesi, “cennete gitme” hevesinde olan militanları Avrupa’ya “savaşa” yönlendirebilir.



Avrupa’daki Türkiye resmi

Başbakan Davutoğlu’nun yaşadıkları ekranlara yansıdı. Görüntü Türkiye’nin Avrupa ile ilişkilerinin resmini ortaya koymuş oldu. Avrupalı siyasetçilerin Türkiye’ye yaklaşımının bir nedeni Türkiye’nin fanatik Sünni İslami örgütlerle kurduğu ilişkilere verilen tepki ise, diğeri Türkiye’nin, dahası “Yeni Türkiye’nin” stratejik konumlanışıyla ilgilidir. BİTTİ