Başlamak için gerçek bir burjuva

kültüre sahip olmak, bize yeter” (Lenin )

Daha önceki yazımda da belirttiğim gibi tartışmanın ilerletici ve geliştirici olması için yaşamın, mücadelenin içinden, örneğin HOŞGÖRÜ, AYDINLANMA vb. konuları ele almak gerekiyor. Sevgili Yener Orkunoğlu ile olan polemikte ise, onun bu özelliği gözden kaçırdığını görüyorum. Özellikle salt Alman aydınlarının görüşlerinden yola çıkarak bana cevap oluşturması ve bu yolla çözümler üretmesi gördüğüm kadarıyla oldukça sorunlu. Bu açıdan beni dikkate almadığını düşünerek Marx ve Engels’i yardıma çağırmaya karar verdim: 

Marx ve Engels Alman İdeolojisi adlı çalışmalarında bakın ne diyorlar: 

“Gökyüzünden yeryüzüne inen Alman felsefesinin tam tersine, burada, yeryüzünden gökyüzüne çıkılmaktadır. Yani, etten ve kemikten insanlara ulaşmak için, ne insanların söylediklerinden, hayal ettiklerinden, kavradıklarından, ne de anlatılan, hayal edilen ve kavranan biçimiyle insanlardan yola çıkılır; aksine, bu yaşam sürecinin ideolojik yankı ve yansımaları gerçek, faal insanlardan yola çıkılarak ve onların kendi yaşam süreçleri temelinde ortaya konur(abç).” (Alman İdeolojisi, İnternet formatı, sf. 13) 

Orkunoğlu arkadaşımızın okumaları aydınlar üzerinde yoğunlaşmış olabilir. Fakat sıraladığı ve görüşlerine sahip çıktığı aydınların çoğu tek kanatlı. Evet, hepsinin bir yanı gelişmiş ama diğer kanatları felç durumda. Daha önce Hegel ve Feuerbach örneğini vermiştim. Yine büyük bir coşku ile August Bebel’in İslamiyet’le ilgili görüşlerini bize aktaran Y. Orkunoğlu aslında onun felç olan kanadını bize anlatıyor. Sanırım farkında değil. Ben de onunla ilgili bir başka örnek vereyim:  

Engels 1862 Bismarck iktidarı sonrası parti Yönetimine (SPD), feodal devletçiklere karşı, cumhuriyeti hedefleyen ajitasyon ve çalışma önerdiğinde Bebel şunları söylüyordu: "Bizim Alman koşullarımızda, cumhuriyeti amaç olarak benimsemek olanaksızdır(abç)…” ( Tarihte Zorun Rolü, August Bebel'den alıntı, s. 425, no 6. ) Cumhuriyet’i benimsemeyen birisinin İslamiyet’e övgü düzmesi normal. 

Ayrıca; Engels’in, Birleşme Programını(Lasalle’cilerle Sosyal-Demokrat Parti taraftarlarının 1875’de ki Birlik Kongresi)  eleştiren yazısını dikkate almayan ve gün yüzüne çıkarmayan Bebel’dir.  

Yani kişilerin salt düşüncelerinden yola çıkılarak ‘etten ve kemikten insanlara ulaşmak’ mümkün değildir. Bu açıdan ‘gerçek, faal insanlardan yola çıkılarak ve onların kendi yaşam süreçleri temelinde’  ‘ideolojik yankı ve yansımaları’ ortaya konmalıdır. 

Bu nedenle tartışmamıza neden olan HOŞGÖRÜ konusuna dönecek olursam; arkadaşımın son yazısında bu tür konulardan kaçındığını üzülerek görüyorum. Burada bazı yönelmelerden ve maddi hatalardan bahsetme gereği duyuyorum. 

Birincisi; yukarıda dile getirdiğim ve Marx ve Engels’in de işaret ettiği gibi, öncelikle sosyo-ekonomik yani ‘maddi yaşam süreçleri’ incelenerek bunun üzerine aydınların görüşleri oturtulmalıdır. Bu dikkate alınmazsa Orkunoğlu’nun “ … doğal olarak, bugünkü dogmatik İslam’a bakıp, geçmişinde de öyle olduğunu düşünüyor(abç). ‘Selçuk arkadaş’ değerlendirmesiyle, ‘İslamiyet geçmişte dogmatik değildi’ türünden ideolojik bir sapmanın kapısı aralanabilir.  

İkincisi; benimle ilgili yaptığı ciddi saptamaları var: “Polat arkadaş, sol-laik aydınlanma anlayışına sahip olanların yaptığı hatalardan kendini henüz kurtaramamıştır.” Hatamı da göstermiş:  “Geçmiş döneme, tarihsel materyalizm açısından yaklaşamayan (Turan Dursun, İlhan Arsel, Arif Tekin) yazarların perspektifinden bakıyor”. Ona yönelttiğim benzer bir eleştiriyi o da bana yöneltmeye çalışmış. Gerçekten memnun oldum. Çünkü komünistler üzerlerinde varsa ‘yanlış’ gibi ağır bir yükü taşımamalılar. Eğer taşırlarsa bu yüklerle hedefe hiçbir zaman ulaşmazlar. Bu açıdan bir yük varsa hemen atabilirim. Orkunoğlu bu yanlışımı, yine tanıdığım ve tanımadığım aydınlardan örnekler vererek açıklamış: ‘geçmişe o günkü koşulların ışığında bakmak gerekir’ diye özetlemiş. Tamamen katılıyorum. Fakat analizlerimde bir hata yaptığımı düşünüyor olmalı ki şöyle demiş: “İslam Uygarlığının 7-12. Asır arasında ulaşmış olduğu düzeyin Avrupa’dan çok ileride olduğunu görmezden gelmektedir. Yunan Kültürü’nü Avrupa’ya tanıtan, Arapça yazan düşünürlerdi” 

Bana göre bu tespitler ciddi yanlışlar içeriyor. Örneğin, Yunan kültürünü esas olarak Avrupa’ya tanıtan İslami yazarlar değil, 1400'lerde İtalya'da başlayan Rönesans Hareketidir. Bu Yeniden Doğuş(Rönesans) Hareketi, ticaret burjuvazinin geliştiği bu çağda sadece Antik Yunan Kültürünü değil, Anadolu ve Mezopotamya’daki ışıkçılar(Aleviler) adı verilen aydınlanma kültürünü, İlerici İslami aydınlarının görüşlerini (İbni Haldun, İbni Rüşt vb.), Antik Mısır ve İslami Endülüs kültürünü İtalya’da ki Şehir devletlerine ve Avrupa’ya taşımıştır. Ayrıca daha da önemlisi; 11. Yy da Fransa’da Katharosculuk (saflık) adı verilen bir inanç topluluğu dönemin tüm dengelerini alt üst etmiştir. Yine Hristiyanlığın içinde Valdoculuk denen reformcu bir görüş gelişiyordu. Bu aydınlanmanın öncülleri, Vatikan’ın bir haçlı seferiyle çoluk çocuk katledildiler. Bu insanların düşünceleri, topluma yayılarak Fransa’da aydınlanma buharının birikmesinde en büyük toplumsal ivmeyi oluşturmuştur. 1789 Fransız devrimi öncesi ülkede ki Katolik Ruhban sınıfının, soygun, istismar, hırsızlık, şiddet ve katliam girişimleri, ateist, deist vb. düşüncelerin hızla yayılmasına neden olmuştu. Bu açıdan Orkunoğlu’nun iddia ettiği gibi geçmiş döneme Turan Dursun, İlhan Arsel, Arif Tekin gibi aydınlanmacı yazarlardan ziyade bu tarihsel gerçeklerden baktığımı söyleyebilirim. Yine oldukça iddialı bir tespitle dine bakışımın kaynağını saptamış:  “Polat’ın dine yaklaşımı; aslında Fransız Aydınlanmasından Kemalizme geçen; oradan da sosyalist hareketin geniş kesimlerine bulaşan, eksik din anlayışından kaynaklanıyor.” Halbuki din ile ilgili ciddi hiçbir analiz sunmamıştım. Sanırım niyet okumak böyle bir şey: Goethe’nin ve Orkunoğlu’nun İslamiyet’e yaklaşımını sorgulamamdan dolayı ne Kemalist’liğim ne de sol-laikliğim kalmış!

Sonuç bölümünde bunlara cevap var. Ayrıca beni, ‘sol gelenek’ dediği bir yere koyan sevgili yazarımız, “ Alman Aydınlanmasının, Fransız ve İngiliz Aydınlanmasından farkının ortaya konulması” gerek demiş. Devamında da “Fransız Aydınlanması, kiliseye ve dine karşı daha açık ve düşmanca tavır almış olmasıyla, İngiliz ve Alman Aydınlanmasından ayrılır.” Tespitini yapmış. Burada ki yanış, hem Alman ‘aydınlanmasından’ bahsetmesi hem de olmayan Alman ‘Aydınlanmasını’ İngiliz Aydınlanmasıyla birlikte telaffuz etmesidir. İsterseniz bu yanlışlara ben değil, diğer Orkunoğlu cevap versin! Marksizm, Milliyetçilik ve Demokratik Ulus adlı kitabının çoğu yerinde ama özellikle Alman Romantizmi ve Aydınlanma Karşıtlığı bölümde Almanya’da Aydınlanma yerine Romantizm denen bir akımın olduğunu bize söyleyen kendisi: 

“ … Alman Romantikleri, Aydınlanma’nın ruhsuz ve sıradan bireyler yarattığını ileri sürerek geçmişi, Ortaçağ dönemindeki soyluları canlandırmaya çalışıyorlardı” (sf.72) Yine    

“Alman Romantizminin en belirgin özelliklerinden biri, bireysel özgürlüklerin, hümanizmin, evrenselliğin karşısına, milleti ve milliyetçiliği çıkarması; devleti ve savaşı kutsamasıdır. Gerçi Alman entelektüelleri de, özgürlüklerden bahsederler ama onların özgürlük anlayışının, -Hans Kohn’un deyişiyle- İngiliz liberalizminin bireysel özgürlük anlayışıyla hiçbir ilgisi yoktur.” (age. s.73)              

Yani; Orkunoğlu’nun bana verdiği cevapta ki ‘Alman Aydınlanması’ tespitini bu Orkunoğlu tümden çürütmüş. Yine bu Alman ‘Aydınlanmasının’, İngiliz liberalizminin bireysel özgürlük anlayışıyla hiçbir ilgisi’ olmadığını da diğer Orkunoğlu’ndan öğreniyoruz.  Bence Orkunoğlu, içindeki gelgitlere son vermek için Marx-Engels’e kulak verebilir: “… Almanlar yalnızca gerekli kavrayış gücünden ve materyalden değil, "duyusal kesinlik"ten de yoksundur”,   “Bilindiği üzere almanlar bunu hiçbir zaman yapmadı; bu yüzden tarih için dünyevi bir temele, dolayısıyla da bir tarihçiye hiçbir zaman sahip olmadılar.”( Marx-Engels, Alman İdeolojisi) 

Üçüncüsü ve sonuç olarak;  

1-) İslamiyet ve tüm tek tanrılı dinler geçmişte de bugün de dogmadır.  

2-) Fransız aydınlanma süreci devrimle, İngiltere ve diğer Kuzey Avrupa ülkelerinde ki süreç ise evrimle tamamlanmıştır. Öz olarak aynı burjuva kültürel dokuyu taşırlar. 

3-) Almanya, Aydınlanma sürecini sanayileşme eşiğini atladığı için yaşayamamıştır. Dolayısıyla, Hitler faşizminin kaçınılmazlığı bu tarihsel arka planda saklıdır. 

4-) Fransız aydınlanmasında ki laiklik anlayışı; dinsel olmayan(seküler) alanla, dinsel olan alan arasındaki ilişkiyi düzenleme ihtiyacından ortaya çıkmıştır. Çünkü devrime de neden olan Katolik baskı ve şiddet nedeniyle, seküler yaşamın yasalarla güvenceye alınmasına Fransız laikliği denir. Bu devrimci zorunluluk, ‘sol-laiklik’ diyerek asla küçümsenemez. 

5-) İngiltere, Hollanda, İsviçre ve İskandinav ülkelerinde laiklik yasaları yoktur. Çünkü bu ülkeler deniz ticaretinin ve sömürgeciliğin artılarıyla Katolik anlayışı 1700'lerde kanlı bir şekilde tümüyle tasfiye etmişlerdir. Aydınlanma ve dinsel olmayan alan toplumun yaşam formu haline gelmiştir. Bu nedenle laiklik yasalarına gerek duymamışlardır.  

6-) Yukarıdaki bilgiler bize şu soruların cevabını verir: Neden Almanya, İtalya, İspanya ve Portekiz’de faşist İktidarlar kuruldu da Fransa ve diğer Kuzey Avrupa ülkelerinde kurulamadı? Fransa’da ki egemen burjuvazi, Paris Komünü tehlikesini bahane edip neden faşizme yönelmedi de, adı geçen dört ülke yaşadıkları tehlikeleri kullanarak kolayca Faşist iktidarlarını kurabildiler? Bu soruların tek cevabı var: Aydınlanma, sekülerleşme kültürü toplumun dokusuna işlemişse egemenler kolay kolay açık diktatörlüklere geçemezler. Geçseler de bu kalıcı olmaz.  

7- Ülkemiz, Fransız Devrim öncesi dönemi hatırlatıyor. Türkiye’de, Kapitalizmin üst kurumu ırkçılık ve feodalizmin ideolojisi dinin baskı, şiddeti ve her türlü istismarı ile kazan kaynıyor. Fransa'da devrim, orta çağ koşullarından dolayı yüzlerce yıl sonra gerçekleşti. Bizde de devrimin objektif koşulları hazırlanmış durumda. Sadece öncülük edecek güç yok! Yani subjektif şartlar sıfır. Bu nedenle de biz aydınlara çağımızda sınırlı fakat spesifik görevler düşüyor.    

İşte bu nedenle, işçi sınıfının, kapitalizmin yarattığı sorunları omuzlayıp çözmesini ve hedefe ulaşmasını istiyorsak biz Aydınlar, meleklerin cinsiyetini değil, ‘gerçek yaşam süreçleri’ni ele almalı ve tartışmalıyız.