Buralarda Aralık ayına, Noel Bayramı-İsa Yortusu koşuşturmacalarında girer insanlar. Çarşı merkezlerindeki Taksim-İstiklâl Caddesi’ni andıran caddelere koca pazarlar kurulur. Ve 24 Aralık’a dek açık kalır bu pazarlar. Soğuk memleketin sessiz caddeleri, neredeyse sadece bu zamanlarda bu denli kalabalık ve sıcaktır. Tüm mağazaların en çok bayram ettiği aydır Aralık. İnsanlar, yol-iş-ev üçgeninin tutsaklığından firar etmeye çalışırlar bu ayda. Gece geç saatlere kadar, dışarıda yakılan ateşler etrafına dizilen masalarda sıcak şaraplar içilir. Ve neredeyse hiç görmemişçesine, bir daha hiç yaşamayacakmışçasına sürüler gibi akın edilir mağazalara. Ocak ayının başında ise, hayatın gerçekliğine toslamış asık suratlar sarar ortalığı. Sokaklar soğudukça soğur, sessizleştikçe sessizleşir yine. Hep canlı kalan ise, yol-iş-ev üçgeninin değişmeyen açılarıdır sadece. Bu üçgenin içerisinde kim canlı kalabilirse!!

Biz 19 Aralık’ı yaşayanlar içinse; Aralık hep sallanan bir aydır. Bu kalabalıklar içerisinde adımlarımız, beynimiz hep başka mısralarda koşar. “Dağlarına bahar gelmiş memleketimin...”i duysak, titrer ağlarız. “O duvar duvarınız, vız gelir bize vız”ı duysak, bulunduğumuz hapishaneye yapılan önceki saldırılarda, tutsakların direnerek bunu havalandırma duvarına slogan olarak yazışlarını hatırlar, başımızı onurla-gururla kaldırırız. “Özgürlük-tutsaklık-hapishane...” satırlarını okusak, sorgularız kendimizi yine-yeniden.

Bir yandan; hapishanelerdeki koğuş sisteminin son tanıkları oluşumuzu hatırlar, kendimizi çok şanslı sayarız. Koğuşlarımızda en anlaşamadığımız insanlarla-yoldaşlarla olan tartışmalarımızı dahi kalbimiz çarparak, büyük bir sevgiyle anarız. Diğer yandan ise; bizlerden sonra tutuklanan binlerce kişinin, hele ki hiç hapishane deneyimi olmayan yeni fidanların F Tipi deneyimleriyle hayata devam edeceklerini düşünüp, sürekli derin bir ooooffff çekeriz.

Biz 19 Aralık’ı yaşayanlar; “F Tipi’ne geçilecek, saldırı olacak” hazırlıkları yaptığımız günleri daha çok hatırlarız Aralık ayında. Gaz bombaları atılırsa diye hep hazır bulundurduğumuz, su dolu kovalar ve havlular gelir aklımıza.

Gece sabaha dönerken yatakhane camlarımızdan giren kurşunlar, tavanların delinip üzerimize gaz bombalarının atılışı ve bu havlu-su ikilisinin bizi iki dakika dahi koruyamayışı... Suya batırıp çıkardığımız, ağzımızı-burnumuzu kapattığımız havluların iki dakikada zift gibi siyah oluşu... Gaz bombalarının kıyafetleri yakmayışı; bir çok siperdaşımızın-yoldaşımızın, sapasağlam pantolonlarının altındaki bacak derilerinin resmen kaynar suya atılan bir et gibi haşlanmış olarak gözümüze deydiği anlar... Vurulanlar, başına şarapnel parçaları gelenler, yaralananlar... “Hemşirelerimiz”in onlara pansuman yapışları... Ve 3 gün 3 gece –Ümraniye Hapishanesi’nde bu denli uzun sürmüştü- bu saldırılar altında nasıl canlı kalabildiğimiz, insan iradesinin, hele hele toplu haldeyken ne dehşet bir güce dönüşebileceği...

Ve artık hareket edebileceğimiz, kaçabileceğimiz hiçbir koğuş yolu kalmadığında; onların deldikleri çıkış duvarından dışarıya atlayışımız. Alabildiğimiz nefesi son nefesimiz, görebildiğimiz gökyüzünü son gördüğümüz mavi, kolkola çıktığımız yoldaşlarımızı son dokunduğumuz insanlar olarak algıladığımız anlar!

Biz 19 Aralık’ı yaşayanlar: Zaten bizden önceki katliamları unutturmamaya çalıştıkları için de hapsedilenler, bizden sonraki katliamları da bizzat kendi yaşıyormuşçasına hissetmekten uzaklaşamayanlar. Suruç’ta, Ankara’da ve daha nerelerde bomba-mermi tanıklığını yapanlarla kalbi daima birlikte atanlar. Bizlerden sonra da bedeniyle sesini duyurmak isteyenler karşısında, yemekten bu kadar bahsedilen bir tüketim toplumuna katlanamayanlar, yediği lokmadan utananlar. Her “hapishanedeki çocuk” haberini gördüğünde, koğuş sistemi varken ziyaretimize gelen çocuklara büyük bir özlem duyan, onların dahi şimdikilere göre daha şanslı olduğunu içimiz sızlayarak hatırlayanlar. Onlar olmasaydı asla ayağa kalkamayacağımız TİHV doktorlarının, tanıdığımız avukatların yıllardır Çağlayan Duruşmaları’nda mesai yapışlarını ya da tutuklanışlarını uzaklardan izleyip kalbi atanlar. Her Cumartesi, Cumartesi Anneleri’nin tanıdık yüzlerindeki kırışıklıkları geçmişten bugüne köprülerimizmişçesine arşınlayanlar...

Biz 19 Aralık’ı yaşayanlar!

Kuruyan bedenlerimizden bazıları veda edenlerimiz! Hem de, bilinçlerinin yerinde olduğu son dakikalara dek acılarını dile getirmeyerek, gülümsemekten hiç vazgeçmeyerek! Çiçek isimleri gibi; Nergizlerimiz, Lalelerimiz, Sibellerimiz..., kurutulmuş çiçeklerle hazırladığımız kartpostallar ve üzerlerine yazdığımız şiirler kadar taze-canlı girerler hayatlarımıza, en çok da Aralık’da. Onlarla ve tüm gidenlerimizle son anlarımızı hatırlamak; en “insan” hallerimizi hatırlatır bize, “insan” kalmamızın teminatı olur! Bu yüzdendir ki onlar; hep devam ederler biz hayatta kalanların en değerli varlıkları olmaya!

Kalanlarımız! “Aynı daldaydık, aynı daldan düştük ayrıldık...” misali, bırakalım bir ülkede başka şehirlere düşmeyi, bambaşka diyarlara dağılmak zorunda kalanlarız. Kimimiz hiç yürüyemedi. Kimimiz sürekli hafıza problemleri yaşamakta. Kimimiz... Ve hepimiz, asla tamamen iyileşemeyecek olanlar olarak devam etmekteyiz hayata. Her zaman kendimizle dalga geçerek ifadelendirdiğim gibi; “bizi görüyorsunuz ama, biz sizin gördüğünüz biz değiliz”.

Kimilerimizin ise hapishanelerden çıkıp da, tek bir gün dahi sokakları arşınlayıp nasıl yürüdüklerini kontrol etme, algılarını kontrol etme şansı olmadı. İnsanlarla kucaklaşamadılar. Normal bir yatakta yatamadılar. Özledikleri bir yemeği dahi yiyemediler hâlâ!

Biz 19 Aralık’ı yaşayanlar!

Beklemez yüreğimiz-beynimiz 19’unun gelmesini! Her yıl “Aralık” ayı başladığında, yani ellerimiz kâğıtlara “Aralık” ayını düşmeye başlandığında; yürürüz kutlama sevinciyle koşuşturan bu kalabalıklar arasında bir başına ve çoğalırız sadece yaşam kaynağımız olan başka kalabalıklarla. Ta ki Aralıklar bambaşka Ocaklar’a kucak açana dek...