Avrupa Birliği’nin iç yapısı ve Türkiye ile ilişkisi konusunda iki kitabım yayınlandı: Avrupa Birliği ve Türkiye – Soldan Bir Bakış (1998, ikinci baskı 1999) ve Avrupa Birliği ve Türkiye – İçerden Bir Bakış (2005). Dileyenler bu iki kitabı www.enginerkinerkitaplar.blogspot.com adresinden pdf olarak indirebilir. Konuyla ilgili çok sayıda makale de yazdım ama Türkiye’nin AB’ne üye olma çabası bazen küfürleşme düzeyine vararak kopuyor, sonra yeniden kuruluyor, bugüne kadar sürdü ve sürüyor.

Türkiye son olarak üyelik için yeni bir hamle daha yaptı. Yeni değil aslında çünkü aynı talepler ve yıllardan beri tekrarlanan aynı söylem…

Bu söylem üzerinde durmak yerine, 20 yıl önce AB’ne üye olmanın yararlarını anlatan ve solda yaygın olan –ama artık unutulan- söylemin ortaya çıkan yanılgılarını inceleyelim.

AB sadece insan haklarını konu alan Kopenhag Kriterleri değildir, neo liberal bir ekonomik düzeni temel alan Maastricht Kriterleri’dir (Bkz. ilk kitap). 20 yıl önce bu kriterlerin ilkinin önemi vurgulanırken, ikincisinden söz edilmezdi. Gelişmeler ilk kriterlerin de kısmen uygulanmayabileceğini gösterdi. Polonya ve Macaristan bu konuda önde gelen iki örnektir. İki ülkede basın özgürlüğü kısıtlanmasından mülteci alımını reddetmeye kadar AB ilkeleriyle uyuşmayan tutumlar alınmıştır. O kadar ki, AB, bu ülkelere yapılacak ekonomik yardımın ortak kararlara uyulması şartına bağlanmasını bile ciddi olarak görüşmüştür. Kürtaj konusunu ve eşcinsellerin haklarının kısıtlanmasını saymıyorum.

İki AB üyesi ülke Kopenhag Kriterlerine tümüyle uymadıklarına göre, müstakbel üye olduğu varsayılan Türkiye’nin üye olduktan sonra –olursa eğer- bunlara uyacağı nasıl savunulabilir? Başka bir ifadeyle, 20 yıl önce genellikle sanıldığının aksine, AB üyeliğiyle Türkiye’nin demokratikleşmesi arasındaki bağlantı doğrudan değil ancak dolaylı olabilir ve dolaylılığın kurallarına bile ne kadar uyulacağı şüphelidir. Türkiye, “AB üyesi ülkeler bile kurallara uymuyorsa, ben neden uyayım?” diyecektir ve haksız da olmayacaktır.

Demirtaş ve Kavala’nın serbest bırakılması konusunda AB’nin çağrıları boşlukta kalıyor. Bu konuda 20 yıldan beri değişen yoktur denilebilir. 20 yıl önce “Sizin Kopenhag Kriterleriniz var ise bizim de Ankara Kriterlerimiz var” denirdi; aynı tutum sadece kelimeler değişmiş olarak sürüyor.

Türkiye’nin mülteciler konusundaki tutumu Macaristan ve Polonya’ya göre daha ileridedir. “Türkiye bu mülteciler için AB’den para alıyor” denilebilir ama Akdeniz üzerinden gelen Afrikalı mültecileri sınırları içinde tutan İtalya almamakta mıdır? Macaristan ve Polonya paylarına düşen oranda mülteciyi kabul ettiklerinde bu konuda AB’den yardım almayacaklar mıdır?

Geçtiğimiz 20 yıl içinde insan hakları ve özgürlükler çerçevesi bakımından Türkiye, AB’ye yaklaşmadı ama bazı AB ülkeleri Türkiye’ye yaklaştılar.

Fransa’da polise geniş yetki veren yeni yasayı da unutmayalım.

Günün birinde AB üyesi olunacağına artık Türkiye insanı bile inanmıyor ve yıllardan beri yeniden sahnelenen üyelik çabası da şovdan ileriye gitmiyor.