29-30 Haziran tarihlerinde Brüksel’de Barış ve Demokrasi Kanferansı yapıldı. Konferansa 60’ın üzerinde kurum ve kuruluş temsilcileri ve birçok şahsiyet katıldı. 350 katılımcı, iki gün boyunca, Aralık ayında İmralı’da başlayan ve „üç aşamalı“ olarak bilinen barış sürecini tartıştı. Sürece ilişkin beklenti ve istekler bir bildirge ile kamuoyuna duyuruldu.

 

Brüksel konferansı ile birlikte Abdullah Öcalan’ın önerdiği dört konferanstan üçü böylece tamamlanmış oldu. Geriye, Hewler’de yapılacak olan son konferans kaldı. O da yapılınca Kürtlerin yol haritası da belirlenmiş olacak.

 

Diğer taraftan hükümet’in oluşturduğu „Akil İnsanlar’ da hazırladıkları raporu Başbakan'a sundular.

 

Bununla yani sürecin iki tarafında duranlar, üzerlerine aldıkları görevlerin ön koşullarını bir bakıma yerine getirmiş gözüküyor.

 

Kamuoyunun bütün dikkati barış sürecindeyken başlayan Gezi olayları, gündemi alt üst eti. Ankara, Diyarbakır Konferanslarının aldıkları kararlar o „hengamede“ fazla duyulmadı. Bu aynı nedenle, imajı sarsılan ve güçlü bir muhalefet alternatifi ile karşı karşıya kalan Erdoğan Hükmeti de barış sürecine „sırtını döner“ gibi oldu. „Akil İnsanlar“ın Başbakan'a sundukları rapor, Erdoğan tarafından fazla dikkate alınmadı. Hatta Erdoğan yüzde 10 seçim barajı, anadilde eğitim ve yeni karakolların yapılması konularında eski söylerleri bu görüşmede tekrar ederek adeta raporun üstüne bir çarpı işareti koydu.

 

Şimdi süreç sürüyor olsa da ilk günlerdeki „güven“ ortamı sorgulanır durumda. Bu durumu yaratan biraz da yeni durum: Gezi Parkı olaylarıyla yeni bir dönemin sinyali verildi. AK Parti hükümeti kendisini tehlikede hissediyor. PKK’de ulusalcı güçlerin Gezi’de yeniden dirileceği kaygısında. KCK eylemlerin ilk günlerinde bu kaygısını belirtti. İmralı görüşmeleri bu süreçten olumsuz etkilendi. Devlet, PKK’nin güçlerinin hepsini çekmediğini söylerken, PKK de birinci aşamanın tamamlandığını, ama hükümetin barış sürecinin ikinci aşamasına geçmemekte direndiğini söylüyor.

 

Kürt sorunu 1980’ yıllarda daha çok „Türkiye’nin bir iç sorunu“ydu. 1990’lı yıllarda bölgesel, iki binlerde ise Merkez Güçler’i de ilgilendiren uluslar arası bir sorun haline geldi. Bugün, artık, bölge için hazırlanan bütün konseptlerin bir bileşeni durumunda. Kürt sorunu ABD’nin bölge konseptinde ne önemde yer ediniyorsa AB, Rusya, Çin konseptlerinde de aynı önemde yer ediniyor. Bu durumda Kürtlerin (Kuzey-Güney- Rojava fark etmiyor) içinden çıkarılarak alındığı bütün konseptler, yara almış olacak. Bu nedenledir ki hiçbir konsept  buna izin vermez.

 

AK Parti ve bir ölçüde PKK bu gerçeğin dışında bir tutum içinde. Kürt sorununu kendi aralarında çözmek istiyorlar. AK Parti için durum anlaşılır. AK Parti Türkiye’si, „bölgesel güç“ olma peşinde. „Osmanlı“nın mirascısı gibi davranmalar... Bu yaklaşım, değişen dünyanın bugünkü gerçekleri ile uyuşmuyor. „Bölgesel güç“ denen devletler, küreselleşme döneminin değil, „soğu savaş dönemi“nin vaz geçilmez „ara güç“leriydi. Bugün ise böyle oluşumlar, küreselleşmenin ekonomi-politikasına ters. Palazlanmalarına izin verilmiyor, tasfiye edilmeleri zorunlu görülüyor. Yogoslava'ya böyleydi ve tasfiye edildi. Bu süreç, Doğu’ya doğru ilerleyecek. Ama konumuz bu değil.

 

Kürt sorununun çözümüne bu açıdan bakmakta yarar var.  Barış süreçleri belirlemek yetmiyor. Konjüktürün de buna elverişli olması gerekiyor. Bölge, yukarıda sözünü ettiğimiz konseplerin içinde gidip geliyor. „Arap Baharı“ tersine döndü. Gezi ile Türkiye’de patlayacağı beklentisi oluşurken, burada değil, Mısır’da patlatıldı. Şimdi AK Parti kendi canının derdinde.

 

Bu açıdan bakıldığında Konferanslarla oluşan „Barış ve Demokrasi“ beklentisi uzun ve belirsiz bir sürece yayılabilir.

 

Bu konuda son sözü, bölgedeki yeni gelişmeler belirleyecek gibi...