Nasıl parçalanmış Şair: “Hava kurşun gibi ağır, hava toprak gibi gebe. Bağır bağır bağır bağırıyorum, koşun kurşun eritmeye çağırıyorum ...”

Böyle parçalanıyor yüreğimiz şimdi. Sesimiz titrek. Hava kurşun gibi ağır. Doğurtamadık. Hâlâ gebe!

Neredeyse yarım asırdır buralarda yaşayanların tasavvur etmesi dahi güç olan yılların-yaşamların ertesinde düşmüştük bu diyarlara.

Bu iki farklı ömür süreci ve yaşam tarzı arasındaki uçurumda, çocuklar ve gençlerle çalışmak cansuyu olmuştu umut ağacıma. Sevgi köprüsü kurmuşlardı yüreğimde, iki farklı yaşam arasında. Hiç ummadığımız anlarda, ummadığımız biçimlerde dayanışma göstermeleri, bize yeni yöntemler-yeni yolların fenerlerini tutmaları. Bu feneri elimize tutuşturma canlılıkları! “Onlar gelmez!” söylemlerini yerle bir edişleri, hurra diye akışları...

Şimdi hepsi “büyümüş” olsalar da, yüreğimin başköşesindeki yerini hiç kaybetmeyecek olan, onların kurduğu bu sevgi köprüsüne her daim minnettarım.

Öfkelerin, rekabetin, yer hırsının mülk hırsının, benlerin, yani maddi-manevi tüketim kültürünün hüküm sürdüğü; sevginin, saygının, fedakârlığın, dayanışmanın hep gölgede kaldığı kapitalizmin şu bataklığında, her daim size minnettarım.

Sizlerden öğrenebilmeyi ne kadar başarabildik, başarabiliyor muyuz? Bilemiyorum. Ancak sizlerle de sizin için de. Az eyledik be çocuklar, az eyledik!

İntihar!

Ardında bıraktıklarını keşkelere boğan bir vedalaşma. Zamanı geriye alamayışın büyük çaresizliği.

Tanıdık çevrelerin “neden, niye?” soru yağmurlarıyla diktikleri suçlayıcı gözler. Hepsini karşımıza alıp “yapmayıııın, artık bunu yapmayıııın!” diye haykırsak bile, yapmaya devam edileceği gerçeği.

Halk mahkemelerinin jet hızıyla devreye girmekten feragat etmediği en büyük vaka. İntihar!

Telefon çaldı. “Nasılsınız?”

“İyi değiliz. Cem!”

“Ne oldu?”

“İntihar!”

8 Mart’ta karşılaşmıştık annenle, yıllardır görüşememişliğin ardından, büyük bir özlemle.

“Cemocan çarşıda boy gösterince, hâlâ arkasına diziliyor mu bütün kızlar?” Dal gibi delikanlı derler ya, öyleydin. Cevap vermedi bu âlim kadın! Aramızda sadece buğulu bir tebessüm geziniverdi. “Kapısında gümbür gümbür cemocanı haykırarak uyandırmaya geleyim mi yine?” Gözlerime bakışı! Sadece “gel gel” dedi, o buğulu tebessümüyle, bu âlim kadın! Az eylemek bir yumruk gibi oturdu o an yüreğime.

8 Mart, İklim Grevi ve 1 Mayıs’a katılan gençlerin coşkusu, kortejin en önünde isyanla haykırışları ve kararlılıkları nasıl kendime getirmişti beni. Yine, yeniden kendim olmuştum. Eski dernek çevremizde olan, küçükken trampoline götürdüğüm, bende “übernachten” yapan çocukların bazılarının ailelerini aradım. Şimdi üniversite çağında bu çocukların hepsi. “Hiçbiri yoktu aramızda. Artık trampolinde değil sokaklarda zıplamaları için kapı kapı gezip toplayacağım onları. Gelecek yıl için şimdiden giriş izni istiyorum sizlerden.” Nasıl güldük!

Tam da bunların ardından. İntihar!

Yetişebildiklerimiz de olmuştu! Ancak bu kez yetişemedik!

Yetişebilidiklerimiz için de, yetişemediklerimiz için de az eyledik be, az eyledik!

Üzerine hep sünger çektiğimiz “ağır depresyonlular”. Ya da artık kanıksanmışlıkla, “o biraz bozuk, depresyonda” denilerek anılan insanların mantar gibi çoğalışı. Kaç intihar vakasına tanık olduk! Ölümden döndürülenlerin sayısı ne kadar arttı!

Ve şimdi sen Cemocan!

Sözün hükmünü yitirdiği yer ...

Yetişemedik! Az eyledik be Cemocan, az eyledik!