“Pozitif ayrımcılık”ın resmi tarihi adeta: “Ayrımcılık gökten vahiy olarak inmişse de, biz devletler; yüce Tanrı’nın huzurunda bunu değiştirecek ve kaderi ülkelerimizin topraklarında birleşenleri eşit bir insanlık haline getireceğiz” biçimindedir. Kim kimi ötekileştirmiştir, kim kimi bizleştirecektir; bu tarihsel sorular-sorgulamalar belleklerden ne kadar silinebilirse o kadar iyidir! Ve maalesef bu bellek silme harekâtı, özellikle Almanya’da oldukça başarılı bir biçimde gerçekleştirilmektedir.

“Pozitif ayrımcılık” teorisinin ve yayılımının resmi tarihinin ABD’de, 1961’de John F. Kennedy’nin bir demeciyle başladığı kabul edilir. Tarihe geçişi; “Affirmative Action” (Olumlama Tedbirleri) başlığı altındadır. “Negatif bir ayrımcılıkla ötekileştirileni, pozitif bir ayrımcılıkla olumlama” olarak formüle edilerek; siyahlar üzerindeki ayrımcı uygulamaların kaldırılacağı belirtilir. Bu kavramın Almanya’daki politikacıların diline yerleşmesi 80’li yılların başıdır. 2000’li yılların hemen başında; “Genel Eşit Muamele Yasa Tasarısı”nın gündeme gelmesiyle birlikte, “kadınlara yönelik pozitif ayrımcılık ve kota” uygulaması da tartışılmaya başlar. 2004’e gelindiğinde, yazımın ilk bölümünde belirttiğim tüm direktifler belirginleşmişken, direktifler arasında bir türlü belirginleştirilemeyen tek madde olarak 2006’ya dek sürünür; ve nihayetinde yasallaşır! Ve şimdi, dörtbir yanımız savaşlarla, doğal afetlerle sallanırken, insanlık açlıkla boğuşup göç yollarında can verirken: Ayrımcılık Karşıtı Bürolar (Antidiskriminierungsstelle) haklarımızı korumaya amade bir şekilde beklemektedir!!!!

***

Özüne inip biraz araştırdığımız zaman; “pozitif ayrımcılık” kavramının tarihinin, ABD’de ve John F. Kennedy’nin demeciyle başlamadığını görürüz. Kadının; seçme-seçilme hakkından tutalım da çalışma hakkına dek, en temel insani haklarını kazanmış olduğu bir Avrupa’da, bu mücadele döneminin önemli bir kısmına tanıklık eden 1908 doğumlu Simone de Beauvoir: “Her zaman erkeklere ait olan bu dünya, daha hâlâ erkeklerin kendi verdiği yüze sahip bir dünyadır” der. “Erkek egemen bir sistemde bizi ötekileştirenlerin bize bahşettiği haklar; ötekiliğimizin tekrar tekrar onaylanmasından başka bir şey değildir” der. Ve “Öteki Cinsiyet” adlı yapıtını dünyaya getirir. Sosyalizmin tanıklığını yapan bu dünyada; “eşitliğin gerçek hayattaki gerçek uygulamaları, sadece sosyalist bir sistemde mümkün olmuştur” der.

Simone de Beauvoir’in Öteki Cinsiyet” adlı muazzam yapıtından alınıp, sistem tarafından pozitif ayrımcılığa temel bir dayanak olarak slogan haline getirilen; “Kadın Doğulmaz, Kadın Olunur” sözü, yazık ki broşürler üzerindeki bir karikatür haline getirilmiştir. Yazık, çok yazık!

Bunun dışında: Doğu Almanya’daki kadınlar, Weimar Cumhuriyeti deneyimleri sırasındaki toplumsal dönüşümleri belgelemeye çalışırlar ( üniversite kütüphanelerinde ya da sahaflarda bulunabilecek, tozlar altında kalmış kitaplardır bunlar). Sadece Almanya ile kalmayıp, dünyanın bir çok ülkesinde ve SSCB’deki toplumsal dönüşümlerden-deneyimlerden faydalanmaya çalışırlar. Ve bunların hiçbirinde; “kadına şu haklar verildi” tabirini kullanmazlar. Bu tabiri kullanmayışlarının nedenlerini de sürekli, hiç es geçmeden açıklarlar. Kapitalizmin çarkları içerisinde; kadın, erkek ve çocuk hayatlarının, aile denen kurum içerisinde ve toplumsal hayatta nasıl istihdam edildiğini iliklerine kadar incelerler. Ve bir kanser tedavisi denemesi gibi; bu iliklere kadar inmeye çalışırlar.

SSCB’deki kadın çalışmalarına, çocuk eğitimindeki eşit eğitim olanaklarının yaratılma sürecine baktığımızda; “kadına verilen haklar”dan sözedilmez. Toplumun zihinsel ve bedensel olarak her hücresine sinmiş olan kanserin tedavisinden de bahsedilmez. Kapitalizmin yarattığı emeğine-kendine yabancılaşan insan malzemesiyle, başka bir dünya yaratmaya geçiş aşaması olarak belirlenir sosyalizm. Öncelikle yeni nesil hedef seçilerek, insanlığın zihinsel-bedensel yeniden doğumu gerçekleştirilmeye, bu süreçten öğrenilmeye çalışılınır (Marx’tan, Engels’ten, Lenin’e Mao’ya; José Martí’den Che’ye; Rosa’nın mektuplarından eğitmen olan Nadeyda Krupskaya’nın “sosyalizmde çocuk eğitimi” yazılarına, dünyanın dört bir yanında edebiyat alanında üretilen yazılara dek bu tür ibareler hep altı çizilerek belirtilmiştir. İnsanlık tarihinde bunun mümkün olup olamayacağı ise hâlâ tarihsel bir soru işaretidir).

Olabildiğince kısaltarak: O asırda, “ötekileştirme” kavramı dünyaya gelir ve ötekileştirilene hak bahşedilmesinden bahsedilmez. Böyle bir literatür dahi yoktur. Ötekileştirenler karşısında mevzi kazanmaktır asıl olan. Onların “öteki” olduğunun bilincine varılmasıdır asıl olan.

***

Yaşadığımız bu asırda piyasaya sürülen fikirler ise; bütün bu tarihler-tarihsel deneyimler üzerinden yükseltilir. Bütün bu birikimler en yetkin insanlar-devlet yetkilileri tarafından değerlendirilir, üzerinde çok yoğun olarak çalışılır. Ve geçmiş silinerek yeni bir gelecek yaratma, yani beyin yıkama faaliyetleri; en profesyonel formülasyonlarla önümüze çıkıverir.

Peki pozitif ayrımcılık iyi bir şey midir?

Bizim cephemizde bu konuda örnek alınan, Kürt Ulusal Hareketi içerisindeki konumlandırmalar olmuştur. Kürt Ulusal Hareketi içerisindeki kadınların, ezilen-yok sayılan, sürekli zulüm altında yaşayan bir ulus içerisindeki kadınların emekleme-yürüme ve ayağa kalkma tarihlerinin oluşumu, başka bir dönüşümün cisimleşmiş ifadesidir. Kürt kadınının “pozitif ayrımcılık” gibi bir etki-yetkiyi eline alması, “ulusla birlikte kadın da ayağa kalkmıştır” biçiminde ifade edilir. Kürt Ulusal Hareketi içerisindeki kadının muazzam doğumu; 20. yüzyılın sonlarına ve 21. yüzyılın başlarına ait tek örnektir. Bu tarihsel dönüşüm-gelişim seyri içerisindeki “Eş Başkanlık, kota” yönlü kurumsal şekillenmelerin; başka hiçbir kurum tarafından taklidi dahi mümkün değildir. Çünkü buradaki pozitif ayrımcılık; dönüşüm-gelişimin kaynağı-sebebi değil, aksine bu tarihsel değişim-dönüşümün bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır.

Belirtmek gerekir ki, pozitif ayrımcılığa yönelik yasalardan tutalım da pratik uygulamalara dek atılan adımlara karşı çıkmanın bir anlamı yoktur. Ancak bu adımların kadın gerçekliğinde görece dahi olsa bir değişim sağlayacağını ummak; hele ki 21.yüzyılın kapitalist sistemi içerisinde bunu ummak, sadece ham bir hayaldir!!! Kadına yönelik erkek şidetinin Avrupa ülkelerinde dahi “her üç evden birinde” görüldüğü, aynı işte çalışan kadın ve erkeğin ücretlerinin dahi yasal olarak henüz eşitlenmediği bir sistemde olabilecek en iyi şey; sahnelerde kadınların biraz daha fazla görünebilmesi, istatistiklerin biraz daha yüksek gösterilebilmesidir.

Kendi cephemize ilişkin; alışkanlıklarımızın zihnimizde-bedenimizde kanser etkisi yarattığı böyle bir sistem içerisinde, “pozitif ayrımcılık”la ileri adımlar atılabileceğini düşünmek de ham bir hayaldir. Alışkanlıklarımızdan, hem düşünsel hem de bedensel olarak çıkılamadığı bir sistemde; denenebilecek en iyi şey alışkanlıkların kırılmasına yönelik çalışmalar yürütmektir. Ancak böylesi çalışmalar kendi bağrındaki pozitifliklerin üremesinin kaynağı olabilir.

***

Şimdi taaaa 1960’larda ABD’deki siyahlara yönelik “pozitif ayrımcılık-kota” uygulamasının, 2000’lerin başında “Genel Eşit Muamele Yasası” kapsamında kadın cinsiyetine yapıştırılması, AB ülkelerinde “iş istihdamı kapsamında, yabancılara pozitif ayrımcılık-kota” gibi mucitliklerle paketlenip sunulması: İYİ BİR ŞEY MİDİR?

Tarihsel-toplumsal olarak bazı şeyler, yapılması gereken tarihsel dilimler içerisinde yapılmamışsa; “tren çoktan kaçtı” deriz. Tüm bu yeni düzenlemeler, bu kaçan trenlerin ardından, bir de bu kadar insan kıyımı- yol enkazı içerisindeki bir dünya gerçekliğinde; topraklarına yeni göç edenleri başka kutulara yerleştirme plânlarından başka hiçbir şey değildir.

Önümüze koydukları AYRIMCILIK karşıtı paket: Faşizm, ırkçılık, milliyetçilik, ataerkil sistem-zihniyet vd. köklü kavramların, bir tabuta konulup gömülebileceği yanılgısını yaratmaktan daha fazlası değildir. Daha fazlası olabilmesi, zaten kapitalist sistemin doğasına aykırıdır.

Oluşturulan ve artık pratiğe geçirilen bu hukuki zeminin özü; göçmen ülkelerin kendi geçmiş deneyim-birikimleriyle, önümüzdeki 50-100 yıllık göç tarihini başka türlü şekillendirme girişimine yasal olanaklar sunabilmektir. Ve onların yazdığı göç tarihi, yine onların istediği gibi belgelenecek-yazılacak; arşivlere geçecektir.

Alışkanlıklarımız, bizleri bunları farketmekten alıkoysa da; tarihsel olarak çok ama çok keskin bir virajdayız...

Çizim: Muzaffer Oruçoğlu