Dinin modern eleştirisi, Aydınlanma ile başlar. Aydınlanma hareketi ise ilkin Hollanda ve İngiltere’de ortaya çıkmıştır. Fransa’da din-karşıtı ve Kilise düşmanlığı biçimine bürünürken, Almanya’da ise esas olarak teolojinin yanında yer alan bir din analizi şeklini almıştır. Avrupa’da Aydınlanma öncesi iki önemli dönem yaşanmıştır: Rönesans ve Reformasyon. Bu iki dönemin en belirgin özelliklerine vurgu yaparak Aydınlanma konusuna geçeceğim.

Rönesans, kendine kaynak olarak Antik Yunanı seçer; Reformasyon ise, Hıristiyanlığın ilk dönemini (Urchristintum) kaynak alır. Aydınlanma, geçmişten farklı olan yeni bir temel, yeni bir kaynak arar kendine.

Aydınlanma nedir? Sorusuna pek çok filozof cevap aramıştır. En kapsamlı cevap Alman Filozofu Kant’tan gelenidir. Kant, Aydınlanmayı şöyle tanımlamaktadır: “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır.”( Kant, aktaran Karl Vorländer, Immanuel Kant Der Mann und das Werk, s.326 veya http://www.zeno.org/Philosophie/M/Kant,+Immanuel).

Kant”a göre Aydınlanma öncesi dönemde, insan ergin değildi; üstelik bu ergin olmama kendisinin suçudur. Kant, insanın başkasının kılavuzluğuna başvurmadan kendi aklını kullanamadığına dikkat çeker. Kant’ın aydınlanma tanımı, sübjektif idealist bakış açısını yansıtmaktadır. Çünkü, insanın kendi aklını neden kullanamadığının maddi koşullarını açıklayamamaktadır. İnsan, aptal mı ki kendi suçuyla ergin olmama durumuna düşsün? Kaldı ki aptalsa bile bunun maddi nedenleri olmadır. Kant’ın felsefesi bu maddi nedenleri görmemiştir.

Kant, tanımında akla vurgu yapmaktadır. Aydınlanma, genel olarak dinsel dogmaların karşısına aklı çıkarmaktadır. Dolayısıyla Aydınlanma; aklı kaynak olarak seçmektedir kendine. Bu anlamda, Aydınlanma, aklın egemenliği olarak tanımlanabilir. Peki aklın egemenliği ne demektir? Ve nasıl bir akıl ?

Engels’e göre ‘aklın egemenliği, burjuvazinin idealleştirilmiş egemenliğinden başka bir şey değildi’ (Engels, MEW 19, s.190). Engels açısından Aydınlanmanın akılcılığı, kendi ifadesini ve gerçekleşmesini burjuva hukukunda bulmuştur. Aydınlanma akılcılığının doruk noktası, insanların eşitliğidir, ama bu eşitlik, yasalar karşısında eşitliğe indirgenmiştir. Burjuva akılcılığı, iki olguyu ön plana çıkardı: Özel mülkiyet ve emek. Özel mülkiyet, emeğin objektif biçimi; emek ise özel mülkiyetin sübjektif biçimi olarak kavranılmaktadır. Ne var ki, burjuva düşüncesi, iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra emeğe vurgu yapmayı unuttu; özel mülkiyeti kutsal hale getirdi. Özel mülkiyet, insanın en temel özelliği, insanın en temel haklarından biri olarak ilan edildi.

Akla ve özel mülkiyete vurgu genel olarak Aydınlanmanın en temel özelliğidir. Ne var ki, Aydınlanma hareketi, monolotik bir blok olarak görülmemeli. Çünkü aklın ne olduğu farklı şekillerde cevaplandırılır.

Aydınlanma denince, “hangi aydınlanma” diye sormak gerekiyor. Dolayısıyla Aydınlanma denince, İngiliz, Fransız ve Alman Aydınlanması arasında ayrım yapmak şu açıdan gereklidir: Bu üç tip Aydınlanma düşüncesi arasında bazı noktalarda ortak yanlar (aklın egemenliğine vurgu) olmasına rağmen, farklılıklar daha ağır basmaktadır. Bu üç tip Aydınlanma, amaçları bakımından farklı olduklarından, farklı sonuçlara ulaşmışlardır. Örneğin her üç Aydınlanmanın dine ve ulusa yaklaşımı birbirinden farklıdır. Burada ayrıntılara inmeden bu üç Aydınlanmanın sadece din konusunda ortaya koydukları görüşlerin ortak ve farklı noktaları ele alınacaktır

İNGİLİZ AYDINLANMASI

Cromwell İç Savaşı (1641-1649) ve liberallerin ‘Şanlı Devrim’ (Glorious Revolution-1688) olarak adlandırdığı devrim, İngiltere’de 150 yıl boyunca süren din ve İç Savaş’a son vererek, parlamenter monarşiyi getirmiştir. Ama İngiliz devriminin bir başka özelliği, burjuvazinin, toprak sahibi lordlarla uzlaşmasıdır. ‘Yukarıdan Devrim’ ve toprak sahipleriyle uzlaşması nedeniyle, İngiltere’de burjuva aydınlanması dinsel biçimlere bürünmüştür. İngiliz burjuvazisi, feodal toplumun düşünce biçimi ve ideolojisi olan dini, kendi çıkarlarına göre dönüştürmüş; dinle uzlaşmıştır. Bununla birlikte İngiliz burjuvazisi ekonomik ilişkileri dinsel kurallara göre düzenlemez.

Engels, Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm başlıklı ve o dönem Komünist Manifesto ve Kapital’den daha fazla basılan ve okunan kitabında, materyalist felsefenin beşiğinin İngiltere olduğunu belirtir; ama İngilizlerin, materyalizmi benimsemediklerine dikkat çeker. Bunun çeşitli nedenleri vardır, onları açıklar. Marx’ın İngiliz Materyalizmi hakkında söylediklerine başvurur.

Marx, Kutsal Aile’de İngiliz materyalizmini incelerken İngiliz materyalizmi içindeki çeşitli düşünürlerin (Bacon, Hobbes, Locke) görüşlerini ele almıştır. Marx’a göre İngiliz materyalizminin ve dolayısıyla modern deneysel bilimin babası Bacon’dur. Bacon’un materyalizmi, çok yanlı gelişmeye açıktır. Bacon’un materyalizmi, ‘şiirsel duyarlılığı’ olan ve ‘insanın bütünsel varlığına gülümseyen’ materyalizmdir. Ne var ki, Bacon’un materyalizmi, tutarsızlıklarla doludur. Çünkü teolojik ön yargılarından kurtulamamıştır Bacon. Hobbes, gerçi Bacon’un materyalizmini teolojik ön yargılarından kurtararak sistemleştirir, ama ne yazık ki, Hobbes, materyalizmi tek-yönlü hale getirir. Hobbes’un materyalizminde, ‘duyulara dayanan bilgi, şiirli çiçeklerini yitirir, geometricinin soyut duyusal bilgisi haline gelir. (...) ‘Fiziksel hareket mekanik veya matematiksel harekete kurban edilir; geometri ana bilim olarak ilan edilir. Materyalizminsan düşmanı olur.’ (Marx, MEW Band 2, s. 136).

Hobbes, materyalist felsefeyi savunmasına rağmen, siyasal açıdan gericiydi; mutlak monarşiyi savunmuştu. Bu nedenle toprak aristokrasisinin, krallığın ideolojisi haline gelen Hobbes’un materyalizmi, ilerici burjuvazi için tiksinç bir öğreti olarak kaldı ve burjuvazi Protestanlık dinini bayrak olarak kullandı. Ama ilerici amaçlar için kullanılan din, çok geçmeden burjuvazi tarafından ‘aşağı sınıfların’ başkaldırmaması için bir araç olarak kullanılmaya başlandı. Bacon’dan sonra gelen Locke, materyalizmi geliştirir. Sonuçta İngiliz materyalistlerinin, özellikle Locke’ın görüşleri Fransız materyalizminin kaynağını oluşturmuştur.

Hobbes’ın materyalizminden çıkarılacak önemli derslerden birisi şudur: Materyalizm her zaman ilerici, din veya idealizm her zaman gericidir görüşü doğru değildir. Çünkü bazen materyalizm gericilerin bayrağı, din veya idealizm de ezilenlerin bayrağı olmuştur. Yani materyalizm ve din arasındaki karşıtlık, devrim ve gericilik arasındaki karşıtlıkla özdeş değildir. İngiltere’de materyalizm, aristokrasinin, gericiliğin ideolojisi haline gelirken, ezilen orta sınıf, krallığa karşı devrimci mücadelesinde protestanlık dinini kendine bayrak edinir. Engels, Almanya’da köylü savaşlarında köylülerin sınıf mücadelesinin ‘dinsel biçimler’ altında yürüdüğüne, ‘dinsel biçimlere bürünmesine’ dikkat çeker. Bu nedenle sadece dinsel bayraklara bakarak sosyal hareketleri incelemek eksik bir yaklaşımdır.

***

İlginçtir ki dünyayı egemenliği altına alan İngiltere, sistemli bir felsefe geliştirme ihtiyacı duymadı. Dolayısıyla İngiliz materyalizmi, duyumculuğun, deneyciliğin ötesine geçemedi. İngiliz Aydınlanmasının iki temel ayağı, deizm ve iktisat bilimidir. Deizm kavramı ilk defa 17. yüzyılda İngiltere’de kullanılmıştır. İngiliz Aydınlanmasının bir ifadesi olarak deizm’e göre gerçi dünya Tanrı tarafından yaratılmıştır, ama Tanrı doğa ve dünya işlerine karışmaz. Dolayısıyla deizm, yeryüzünün işlerine karışan kiliseyi, dini, dinsel kurumları kabul etmez.

Uyuyan Tanrı’ anlayışı deizmin temel anlayışıdır. Edward Herbert, John Toland gibi deizmi savunan düşünürlerin dinsel fanatizme ve hoşgörüsüzlüğe karşı mücadelesi, İngiliz filozofları John Locke ve David Hume üzerinde etkili olmuştur. Locke bir deistti. Hemen hemen tüm Aydınlanmacılar, Locke’ın düşüncelerini çıkış noktası olarak almışlardır. Burada bir noktaya dikkat etmek gerekir: Deizm ve teizm birbirine karıştırılmamalıdır.[1] Her ikisi de, ortak Tanrının varlığından hareket eder, ama deizm, Tanrının dünya işlerine karışmaması gerektiğini savunurken; deizmden farklı olarak teizm, yeryüzünün de, Tanrının buyruklarının da dinin kurallarına göre düzenlenmesi gerektiğini savunur. Kısacası deizm, kutsal kitapları, tüm dinleri reddederken, teizm kutsal kitaplara, dinlere gerek olduğunu ileri sürer. Şunu vurgulamakta yarar var: İlk dönem deizm, dinsel kılıflara bürünmeye zorlanan materyalizmin bir biçimi iken, daha sonra tersi bir gelişme yaşar: burjuva ideolojisi, deizm kılıfı altında, dinsel düşünceyi kökleştirmeye çalışır.

Tanrı’nın ve dinin Dünya işlerine karışmaması düşüncesi, İngiltere’de iktisadi faaliyetlerin gelişmesine zemin hazırlamıştır. İktisat biliminin ve liberalizmin kaynağının İngiltere olduğu biliniyor. Neden iktisat bilimi ortaçağda değil de, kapitalist çağda ortaya çıktı sorusuna çok kısa da olsa cevap vermek gerekiyor. Ortaçağda iktisadi ilişkiler, saydamdı. Marx şu örneği vermektedir: ‘Serf, haftada üç gün ürünün kendisine ait olduğu tarlada çalışır, haftada üç gün de feodal beylerin tarlasını işler. O hiçbir karşılık almadan, egemen sınıf için bedava emek harcar.’ Kapitalizm öncesi dönemde, iktisadi ilişkilerde öz ve görünüş arasında farklılık yoktu. Dolayısıyla iktisadi ilişkilerin saydamlığı bilimsel bir çabayı gerektirmiyordu. Ayrıca iktisadi ilişkilerin, sömürü ilişkilerinin saydam ve gözle göründüğü toplumlarda, ideolojik-siyasal egemenlik ve iktisat-dışı zor daha ağır basmaktadır. Sömürünün berraklığı, ideolojinin daha güçlü ve daha etken olmasını gerektirir. Ama ideolojinin daha etken ve daha güçlü olabilmesi için, erişilmez olması, yüceltilmesi gerekir. Dolayısıyla bu durumda egemen sınıf, bir yandan kendi ideolojisini erişilmez, güçlü ve kutsal yaparak, toplumdaki hiyerarşik yapının ve sömürünün doğal ve haklı olduğunu göstermeye çalışır; diğer yandan, itaat etmeyi, boyun eğmeyi ve kaderine razı olmayı ezilenlere aşılamaya çalışır. Kutsallık ve itaat kapitalizm öncesi dinlerin en temel iki unsurunu oluşturmaktadır. Egemen sınıfların hizmetine giren Hıristiyanlık ve İslam, insanı kaderine boyun eğmeye çağırır, aklı, inancın kölesi haline getirir.

Oysa kapitalizmdeki karmaşık iktisadi ilişkiler yüzünden görünüş ve öz arasında bir farklılık ortaya çıkmıştır. İktisat biliminin doğuşunun nedeni, görünüş ve özün birbirinden farklılaşmasıdır. Bilim, görünüşü ortaya çıkaran özü, yasaları vb. kavrayan bir çabadır. Marx, klasik iktisat bilimcilerinin (Adam Smith, David Ricardo) bilimsel dürüstlüklerini teslim ederken; bu düşünürlerin ekonomik yasaların değişmez olduğu görüşünü eleştirmiştir. İngiliz iktisatçıları, iktisadi yasaların, nesnel yasalar olduğunu, yani doğa yasaları gibi olduğunu ileri sürerler. Doğal ve değişmez düzen açısından hareket eden burjuva ideolojisi, insanın değişmez ‘doğal’ özellikleri (egoizm, iktidar hırsı, rekabet vb.) olduğunu ileri sürmektedir. Bu doğal özelliklere karşı çıkan kapitalizmin eleştirmenlerinin bazıları da, başka ‘doğal’ özelliklere (özveri, dayanışma ruhu, cömertlik, eşitlik vb.) vurgu yaparlar. Bu yaklaşım da yanlıştır. Çünkü bu yaklaşım da, insanın ‘değişmez’ ve ‘doğal’ özelliklere sahip olduğu gibi yanlış bir varsayımdan hareket etmektedir. Elbette insan, bazı doğal biyolojik özelliklere (beslenme, uyuma vb.) sahiptir. Ama insanın bir takım özellikleri (dayanışma ruhu, özveri vb.) esas olarak toplumsal yaşam tarafından koşullandırılır.

Marx, her şeyin tarihsel süreç içinde değiştiğini, doğal ve değişmez düzen anlayışının yanlış olduğundan hareket etmektedir. Bu yüzden de Marx, iktisat biliminin görüşlerini, iktisat bilimcilerinin değişmez olarak gördükleri kategorileri (meta üretimi, sermaye vb.) eleştirmiştir. Daha önceki toplumlardan farklı olarak kapitalizmde iktisat-dışı zor değil, esas olarak iktisadi zor ağır basar.

İktisadi ve toplumsal yasalar konusunda Türkiye sol hareketi içinde yanlış bir anlayış olduğu açıktır: Marx, toplum yasalarının nesnel olduğunu göstermişti. Bu anlayış tek-boyutludur ve diyalektik değildir. Çünkü Marx, iktisadi yasaların, hangi koşullarda ve hangi yollarla kendilerini doğa yasaları gibi gösterdiklerini ortaya koyar. Toplumun dışında güçlermiş gibi görünenbu ekonomik yasaların (Pazar, arz-talep vb.), aslında toplumun içinde yer alan toplumsal güçlerin hareketinin bir ifadesi olduklarını gösterir. Marx’ın değer teorisini anlamakta zorlanmanın nedeni, insanların büyük çoğunluğunun kapitalist toplumda görünüşe saplanıp kalmalarıdır. Marx, bilimin mutlak olmadığını, bilimin de belirli bir tarihsel dönemin ürünü olduğunu vurgulamıştır. Marx, bilime önem verirken, bilimi mutlaklaştırmaz.

Kapitalist toplum karmaşık olduğundan, görüntüler dünyası daha ağır basar. Karmaşık ekonomik sürecin yasaları, sadece gözlemle ve algı yoluyla açığa çıkarılamazlar. Soyutlamalara ve derin teorik düşüncelere olan ihtiyaç kendini dayatır. Kapitalist üretim tarzının görüntüsü, yanılsamalar üretir. Örneğin ücret sisteminin, sömürüyü gizlediği çıplak gözle fark edilememektedir. Çünkü ücret, sanki emeğin karşılığıymış gibi görünür. Ücretin emeğin karşılığı değil, işgücünün karşılığı olduğu, dolayısıyla işgücü ve emek arasındaki fark anlaşılmaz hale gelir. Kapitalist toplumdaki politik alandaki özgürlük ve eşitlik görüntüsü, ekonomik ve toplumsal eşitsizliği gizler. İngiliz Aydınlanması, iktisadi yabancılaşmayı, sömürüyü doğal bir olguymuş gibi göstermeye çalışmıştır.

Kapitalizmin gelişmesinin nedenlerini inceleyen Marx’ın karşısına, Max Weber çıkarılır. Weber, kapitalizmin gelişmesinin nedenini Protestan Ahlakına dayandırır. Sonucu (Protestan ahlakını), kapitalizmin gelişmesinin nedeni olarak göstermeye çalışır. Weber, ‘Protestan ahlakı’nı sanki gökten düşmüş bir olgu gibi ele alıyor, Protestan ahlakını ortaya çıkaran koşulları dikkate almıyor.

FRANSIZ AYDINLANMASI

İngiliz Aydınlanması’ndan farklı olarak Fransız Aydınlanması, kiliseye ve dine karşı daha açık ve düşmanca tavır almıştır. Bu bakımdan Fransız Aydınlanmacılığının en belirgin özelliklerinden biri, din karşıtlığı ve kilise düşmanlığıdır. Fransız Aydınlanmacılarının din karşıtı ve kiliseye düşman olmalarının nedenlerinden biri şudur: Bu düşünürlerin çoğu Ansiklopedietrafında toplanan, çoğu mevcut düzenin üniversiteleri ile bağı olmayan yazarlardan oluşuyordu. Dolayısıyla bilimci olmaktan ziyade yazarlık nitelikleri ağır basan kişiliklerdi. Düzenle bağı olmadıklarından, din konusunda daha radikal yaklaşımlar geliştirmişlerdir.

Fransız Aydınlanmacılarının üç temel düşüncesi vardı: Birincisi, dine ve tüm otoritelere karşı mücadele yürütülmelidir; ikincisi aklın gücünü vurgulamak ve aklı aracılığıyla insan doğaya egemen olacaktır; üçüncüsü insan, yaşadığı toplumu, kendi yaptığı akılcı ilkelere göre örgütleyebilir ve örgütlemelidir.

Yukarıda Fransız Aydınlanmacılarının İngiliz düşünürlerinden ve kurumlarından esinlendiğini belirtmiştik. Örneğin İngiltere’de bir kaç yıl sürgünde yaşayan Voltaire (1694-1778), İngiliz kurumlarına hayranlık duyar. İngilizce de öğrenen Voltaire, İngiltere’den Newton’un doğa felsefesini, İngiliz deizmini ve Locke’nin görüşlerini Fransa’da halka yaymaya çalışır. İngiliz düşünürlerinin fikirlerinden etkilenen Voltaire, din karşıtı bir mücadele yürütmüştür. Voltaire’nin İngiliz Ulusu Üzerine Mektupları adındakiFelsefe Defterleri” sansür kurulunun emriyle yakılmıştır. Dinin, sevgi adına bağnazlığı ve nefreti aşıladığını, dinlerin tarihinin vahşet, cahillik ve yalanın tarihi olduğunu ileri sürerek, devlet ve dinin birbirinden ayrılmasını savunmuştur.Ansiklopedi’nin kurucusu olan Diderot (1713-1784) ise, akıl ve inancın zıtlık teşkil ettiğini, aklın inancın zincirinden kurtulması gerektiğini ileri sürmüştür.

Helvetius (1715-1771) insanların, dine, kiliseye ve bunların yalanlarına inanmalarının nedenini cahillikte aramaktadır. D'Holbach (1723-1789) adlı filozof ise dinin esas olarak korkudan kaynaklandığını ve kilisenin bu korkuyu ve cahilliği araç olarak kullanıp egemenliğini sürdürdüğünü savunmuştur.

Fransız Aydınlanmacılığının en belirgin özelliklerinden biri, din karşıtlığı ve kilise düşmanlığıdır. Fransız ateizmi, din ve kilise karşıtlığı temelinde gelişmiştir. Fransız Aydınlanması, dini, sosyolojik açıdan ele almaz, daha ziyade bireysel psikoloji açısından ele alır. Bu nedenle Fransızca’da din sözcüğü, yaygın olarak inanç, duygu anlamında kullanılır. Fransız Aydınlanmacıları, din olgusunu toplumsal ve tarihsel açıdan ele almadıklarından, dini analiz etme konusunda başarısız kalmışlardır. Çünkü dinin, tarihsel, ekonomik ve toplumsal temellerini açıklığa kavuşturamamışlardır; dinin kaynağını ekonomik, toplumsal ve tarihsel koşullara dayanarak değil de, korkuya, cahilliğe, hurafelere inanmaya dayandırmışlardır. Dinin, insanın doğa karşısındaki korkusundan, insanın cahilliğinden, batıl itikatlara inanmasından kaynaklandığını ileri sürmüşlerdir. Bunu yaparken akıl ve insanı, soyut olarak ele almayı da ihmal etmemişler. Dolayısıyla insanı ve aklı tarih-üstü bir varlık olarak algılamışlardır. Esas olarak iki boyutlu (toplumsal biçim olarak din ve metafizik ihtiyaç olarak) olan dini tek-boyuta indirgemişlerdir.

Fransız burjuvazisi, iktidarı ele geçirmek için, iktidarı ele geçirmeden önce materyalizmi savunmuştur; iktidarı ele geçirdikten sonra, iktidarı korumak için idealizmi, dini kullanmıştır. Ateist Napolyon’un daha sonradan Vatikan ile 1801’de anlaşması (Konkardat) bunun bir örneğidir. Devrim sırasında el konulan kilise binaları tekrar geri verilir, papazlara devlet maaşı bağlanır.

Devam edecek...