İki hafta sonra, 3 Kasım’da yapılacak olan ABD Başkanlık Seçimleri, ABD emperyalizminin Avrupalı müttefikleri tarafından farklı beklentilerle izleniyor. Berlin-Paris aksinin baskısından bunalan Doğu Avrupalı NATO üyeleri – kim kazanırsa kazansın – ABD’nin şimdiye kadar olduğu gibi kendilerine destek çıkmaya devam edeceğini umarlarken, Almanya ve Fransa egemen sınıfları umutlarını Demokratların adayı Joe Biden’e bağlamış gibi görünüyorlar. Gerçi resmî açıklamalarda Alman ve Fransız hükümetlerinin Trump ve Biden arasındaki seçime tarafsızca baktıkları ve önemli olanın ABD ve AB arasındaki dostluk olduğu vurgulanıyor, ancak asıl tercihlerinin, transatlantik partnerliğin önemsendiği geçmişe dönme umudunu tazeleyen Biden olduğu açıkça görülüyor.

ABD Başkanı Donald Trump’ın seçildiği ilk günden itibaren Avrupa’yı müttefik olmaktan ziyade ABD’nin rakibi olarak görmesi ve sayısız uluslararası sözleşmeden geri çekilip, Avrupalı tekellere gümrük uygulamaları ile baskı yapması, Berlin-Brüksel-Paris hattında unutulmuş değil. Bununla birlikte ABD’nin askeri önceliğini Pasifik bölgesine kaydırarak, AB’ni Ortadoğu ve Afrika’da yalnız bırakması, NATO üyelerine savunmaya daha yüksek bütçeler ayırmalarını dayatması, uluslararası siyasette tek başına kararlar alması ve Avrupa’nın en önemli ticari partnerlerinden olan Çin Halk Cumhuriyeti’ne karşı düşmanca tutum sergilemesi, Avrupalı müttefiklerinin çıkarlarını ciddi biçimde zedeliyor. O açıdan bunu değiştireceğini söyleyen Biden Avrupa için daha kabul edilebilir bir aday.

Diğer yandan ABD’nin emperyalist-kapitalist dünya düzeninin hegemon gücü olarak zayıflaması da kaygıyla izleniyor. Almanya’daki muhafazakâr basın dahi ABD’nde derinleşen siyasi ve toplumsal bölünme ile artan sosyal ve ekonomik eşitsizliğin (sanki daha önce yokmuş gibi) »ABD demokrasisi için ciddi tehdit oluşturduğunu« ve bunun Avrupa olan ilişkileri »olumsuz etkileyeceğini« yazıyor. Burada asıl kaygının ABD yönetiminin siyasi dikkatini ve mali kaynaklarını ülke içindeki sorunların çözümüne yönelterek, uluslararası arenadaki angajmanını azaltabilecek olmasına yönelik olduğunu vurgulamaya gerek yok. İşin aslı, Avrupa ABD’nin zayıflamasından hem korkuyor hem de bu zayıflamanın getireceği avantajlardan faydalanmayı umuyor. Seçildiği takdirde en fazla bir dönem başkanlık yapabilecek olan ve geleneksel ABD-Avrupa dostluğunu yeniden yeşerteceğini vaat eden Biden’i de bu nedenle destekliyor.

Ancak ABD emperyalizmi tüm sorunlarına ve içe dönük korumacı yaklaşımlarına rağmen devasa askeri aparatı, dünya çapındaki sayısız üsleri, güçlü donanması, nükleer cephanesi ve dünyanın stratejik coğrafyalarında girdiği ittifaklarla hâlâ öncü güç olmaya devam ediyor. Avrupa’nın, bir bütün olsa dahi, henüz ABD’nin öncü rolünü üstlenebilecek konuma gelmesini sağlayacak askeri gücü yok. O nedenle ABD’nin korumasına hâlâ muhtaç durumda. Dahası, ABD’nin ülke içerisindeki krizlerinin derinleşmesi ve kaynaklarının azalması, ABD emperyalizminin dış politika önceliklerini farklılaştırmasına yol açacağından, Avrupa’nın çıkarlarının daha da zedelenmesi söz konusu olabilir.

Avrupa açısından 3 Kasım’da Biden’in seçilmesi, hem »Transatlantikçi« hem de »Avrupacı« sermaye fraksiyonlarının işine gelmektedir. Ancak ister Trump, isterse de Biden yönetimi altında olsun, ABD Avrupa için, bilhassa Çin Halk Cumhuriyeti ve uluslararası ticaret politikaları açısından son derece sorunlu müttefik olmaya devam edecektir – kendi içinde »Birlik« olamayan Avrupa da ABD için kolay lokma olmaya…