The Majalla için Hugh Pope’un kaleme aldıı makalede şunlar kaydedildi:

Türkiye’de üç hafta boyunca devam eden karışıklıklar sonucunda beş kişi hayatını kaybetti, çok sayıda kişi yaralandı. Binlerce kişi de göz yaşartıcı gazdan dolayı tedavi görüyor. İçten içe kaynamaya devam eden protestolardan kaynaklanacak uluslararası bir kriz, Türkiye’nin geçen on beş yılı kapsayan başarı hikâyesinin arkasındaki kuvvetli etmenlere yani Avrupa Birliği’ne katılım sürecinin bir parçası olarak ihtiyaç duyulan reformlara ciddi zarar verebilir.


Bu yeni tartışmanın halkı ilgilendiren boyutu çok çarpıcı. Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, “Avrupa Parlamentosunu tanımadığını” ifade ederken Parlamentonun Türkiye’yi en çok destekleyen üyelerinden biri olan Sosyalistler ve Demokratlar Grubu Başkanı Hannes Swoboda, bunun ancak “(Başbakanın) Türkiye’nin üye olmasının istenmediği” anlamına gelebileceği şeklinde cevap verdi. 1990’ların kötü ortamını hatırlatan gelişmeler oluyor: AB-Türkiye parlamentolar arası toplantılar iptal ediliyor, Avrupalılar Türkiye’deki aşırı güç kullanımını kınıyor ve Türkiye’deki liderler “uluslararası komplolara” ve “faiz lobilerine” işaret ediyor. Avrupalı diplomatlar, özel sohbetlerinde, zarar verici bir fikri dile getiriyor: 27 AB ülkesi, Türkiye ile bu ayın sonunda açılması beklenen yeni müzakere faslını açmayarak Erdoğan’ın zor kullanma taktiklerini cezalandırmalı mı?


Bu hemen engellenmesi gereken basit bir fikir. AB’nin planlandığı gibi bölgesel politikalar faslını açarak ilerlemesi daha akıllıca bir yaklaşım olacaktır. Türkiye, tam üyelik müzakerelerinin başladığı 2005 yılından bu yana otuz beş müzakere faslından sadece on üçünü açabildi. Son üç yılda ise hiçbir faslı açamadı. Her iki tarafta da yoğun duyguların yaşandığı şu noktada, hareketliliği tamamen durdurmak iki tarafın da kaybedeceği uzun süreli derin bir yabancılaşmaya yol açacak.

AB’nin Türkiye’yi daha da uzaklaştırmaktan ziyade daha faal bir ilişki tarzını tercih etmesi için çok sayıda sebep var. Bunlardan ilki tamamen gerçekçi bir sebep. Şu noktada, dış aktörlerin Türkiye’deki olaylara kısa dönemde etki etme şansı çok az, özellikle de cezalandırma tehdidinde bulunma kararı verirlerse. Türkiye’nin birçok şehrini karıştıran olaylar, son derece dâhili ve yerel bir tıkanıklık. Erdoğan ve iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), kendi sorunlarından yabancı basını ve uluslararası komploları sorumlu tutmaya devam ederse Türkiye’deki geçmiş iktidarların gerçekleri inkâr etme alışkanlıklarını tekrar etmiş olacak. Türkiye’nin liderleri, AB’ye ve AB yetkililerine karşı kullandıkları küçümseyici dili biraz zapt etseler iyi olur ancak AB de onların peşinden giderse kaybeder.

AKP’nin AB ile yaşadığı sürtüşmeler, 2009’dan beri tırmanıyor ancak Avrupa hükûmetleri, gerçekte Türkiye’nin modern, laik, Batıya yakın orta sınıflarından gelen AB taraftarı, protestocuların çoğunluğunu cezalandıracak bir hareketten kaçınmalı. Protestocuların genelde barışçıl geçen gösterilerdeki yaratıcı ve mizahi yaklaşımı, Türkiye’deki siyasi yaşama ağırlık yapan ve reformları engelleyen çok sayıda tabuyu ve tarihî bir yükü bir kenara itti. Protestocuların talepleri özetle: şeffaflığın artması, çevre standartlarının iyileştirilmesi, katılımcı planlama ve güvenilir bir hükûmetten ibaret. Bu da zaten Avrupa’nın istediği Türkiye. Bu alanlarda en iyi ilerleme, 2010 öncesinde ve özellikle de 1999-2005 yılları arasında Türkiye faal bir şekilde AB mevzuatına uyum çalışmaları yaparken kaydedilmişti.


Eğer AB hükûmetleri, Erdoğan’ın polise emrettiği şiddet uygulamalarına ve biber gazı kullanımına, protestocuları savunan avukatların, onları tedavi eden doktorların gözaltına alınmasına ve olayları izlemeye çalışan gazetecilerin dayak yemesine karşı çıkmak istiyorsa yapılması gereken doğru şey AB-Türkiye ilişkilerini askıya almak değil, sürecin devamını sağlamaktır. Olayların gidişatına bakıldığında, AB’nin Türkiye’den gelen talebe rağmen neden hâlâ 23. (hukuki ve temel haklar) ve 24. (adalet, özgürlük, güvenlik) fasıllarını açmadığı merak konusudur. Bu fasılları açmamak aynı zamanda AB’nin özel önem atfettiği ve katılım sürecinin ilk basamaklarında halledilmesi gereken konular olarak gördüğü bu yaklaşımıyla da bağdaşmamaktadır. Türkiye elbette, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin öngördüğü orantısız güç ve kapalı alanlarda biber gazı kullanılmaması gibi uluslararası taahhütlerine sadık kalmalıdır ancak hükûmete verilecek ceza, seneye Türkiye’de yapılacak olan yerel seçimlerde Türk halkı tarafından kesilmelidir.


AB ve Türkiye ilişkilerinde alternatif bir çerçeve oluşturmak doğru yanıt gibi görülebilir ancak bu yeni dönemde tartışılmaya başlamıştır ve bunun için Türkiye’nin son yirmi beş yıldır ulusal bir amaç hâline getirdiği AB’ye tam üyelik hayalinden vazgeçmesi gerekmektedir. Herkes ne Türkiye’nin ne de AB’nin mevcut şartlar altında Türkiye’nin AB’ye üye olmasının kabul etmeyeceğinin farkında ayrıca herkes bunun konu dışı olduğunu zira Türkiye’nin AB’ye üye olup olmayacağı kararının bir sonraki nesil politikacılar tarafından alınacağını da biliyor. Bu arada her iki tarafın aklıselim sahibi liderleri, Türkiye-AB ilişkilerinin sağlıklı yollarla bir sonuca varmasını istiyor. Türkiye ve Avrupa bir araya gelmek için hangi yolu seçerse seçsin, sonuca yalnızca iletişim kanallarını açık tutarak varılabilir. Bu, sağlıklı bir ilişkinin avantajlarını sağlamanın en iyi yoludur: Avrupalı şirketler, Türkiye’nin hızla gelişen pazarında güvenli bir şekilde yer alırken Türk şirketleri de Avrupa’nın zengin pazarına güvenli erişim sağlayacak. Balkanlarda, AB-Türkiye arasında bir rekabet yerine AB ve Türkiye’nin iş birliği sinerjisi hâkim olacak. Avrupa, Orta Doğu ile ilgilenirken Müslüman bir dostu yanında bulundurmanın avantajlarından yararlanacak ve Türkiye ise Orta Doğu sınırlarında giderek artan istikrarsızlığın sebep olacağı ciddi tehlikeler karşısında bir Avrupa çapasına sahip olacak.