Yıllar önceydi. Aceleyle arabayı parkedip, üç yaşındaki kızım kucağımda bir alışveriş merkezine girdim. Bilgisayar için küçük bir malzeme alıp çıkacaktım hemen. Çünkü kreşin kapanma saati gelmeden oğlumu almak zorundaydım. Kızım yürümek isteyince, onu kucağımdan indirip, zaman kaybetmemek için raflara doğru hızlı hızlı yürümeye başladım. Aniden bir köpek havlaması ve o sese karışan çocuk ağlaması duyana kadar… Ne olduğunu bilmiyorum. Nasıl olduğunu bilmiyorum. Ne yaptığımı bilmiyorum. Ne zaman başladı, ne kadar sürdü inanın onu da bilmiyorum…!!! O anla ilgili hatırladığım tek şey, kucağımda minik elleriyle boynuma sarılmış ağlayan kızım ve karşımda burnunu kaldırıp bana bakan gözlüklü bir kadın yüzü... Karanlıkta... Her şey, her yer karanlık içindeydi sanki. Ve ben kadına el kaldıracak, onu itip düşürecek, ona saldıracak kadar yaklaşmıştım.

Hayır, saldırmadım. En azından fiziksel olarak saldırmadım. Kendimi o kadar kontrol edebilmişim demek ki… Ama bana bile yabancı gelen kendi sesimle kadına Almanca bağırdığımı hatırlıyorum.

„Köpeğinizi hemen çekin ve kızımdan özür dileyin!“

Tasması kadının elinde olan küçük süs köpeği çoktan susmuştu zaten. Ben -gecikmeyi de göze alarak- kadın özür dileyene kadar oradan ayrılmadım.

Daha sonra bu olay üzerine çok düşündüm, yakınımdaki insanlarla da konuştum. Hislerim karışıktı. Kızıma bir şey olduğu korkusu, panik, vicdan azabı, korumaya çalışma, sorumluluk, yetememiş olma, acıma, kaybetme, kurtarmaya çalışma, hemen orada -o anda bir şey yapma güdüsü... Hiç düşünmeden…

Evet, hiç düşünmeden gösterdiğim o anki reaksiyon kesinlikle bir davranış değil, ani bir refleksti. Tamamen içgüdüsel ve ilkel. Yani yüzde yüz-saf-hayvan yanım. Tabiatimdaki analık…

Şimdi yazarak anlatmaya çalıştığım bu hisleri, -belki benimle empati kurup anlamaya çalışacaksınız. Ama garanti ederim ki, kesinlikle anlamayacaksınız. Bunu ancak benzer bir seyi yaşamış olan başka bir anne ya da anneler anlayabilir. Anne olmadan önce ben de yeterince anlamamıştım. Ama anladığımı sanmıştım.

Liseli Çocuklar Götürülürken

Sanırım 1996 yılıydı. Daha anne değildim. Televizyonda izlediğim bir haber zihnime takılıp kaldı. Bir ses, bir görüntü... Bir grup lise öğrencisi siyasi şube tarafından polis minibüsüne doldurulup götürülürken, gençlerin aileleri de oradaydı. Bir annenin „yavruuuum“ diyerek minibüsün arkasından nasıl gittiğini gördüm. „yavruuuum...“ diyordu kadın, birileri onu engelliyordu. O yine „yavruuuum“ diye sıyrılıp çıkıyordu kendisini tutmaya çalışan ellerin kolların arasından… „Ne olur,“ diyordu, „Bir şey yapmayın, o daha çok küçük...“ Şuan şu satırları yazarken bile içimde yükselip gelen bir ürperti. „Kuzusunun peşinden meleyen bir koyun gibi...“ demiştim yanımda benimle aynı haberi izleyenlere. Onların hali daha kötüydü. Ben dayanamayıp, ağladığımı belli etmemek için mutfağa giderken, kanalı sessizce değiştirmişlerdi… İnsanın insanın acısını görüp de elinden bir şey gelmemesi çok kötü. Ama çocuğu işkenceye götürülürken izlemek zorunda kalan bir annenin acısını anlaması imkansız.

Metin, Berkin, Ali İsmail ve diğerleri

Aynı sene Metin'i de döve döve öldürmüştü polis. Darp edilmiş, kan içindeki bedeni haber yaptığı Gerçek dergisine kapak oldu. Duyduğum acıyı hiç unutamam. Hele Fadime ananın oğluna benzeyen yüzü… Duruşu… Kederi… Ona mı üzülsem Metin'e mi…? İkisinin acısı birden içime oturmuştu. Aylarca etkisinden kurtulamamıştım. Halbuki ne Metin´dim ne de Metin´in annesi. O ikisinin acısının yanında benimki ne ki… Sadece devede kulak misali.

Benim yaşlarımdaydı Metin, belki bir kaç sene büyüktü benden… Yani yaşasaydı şimdi onun da çocukları olacaktı. Belki Berkin yaşlarında, hatta biraz daha büyük. Erken evlenip erken çocuk sahibi olsaydı, çocuklarından biri Ali İsmail'in yaşında bile olabilirdi. Ali İsmail'i de polis darp ederek öldürdü. Onun annesi de Fadime ana gibi… Ya Berkin'in annesi…! Ekmek almaya o gün kendisi değil de Berkin gitti diye… O ekmek, o ekmegin o ölüm kokan tadı…!! Kelime yok. Bitti. O acıya da kelime yetmedi işte…! Bizim bilmemiz, aynı acıyı hissetmemiz mümkün değil.

Cumartesi Anneleri

Hele cumartesi anneleri…! Her hafta çocuklarının hesabını sormak istedikleri için „terörist“ ilan edilip yine devletin ve polisinin hakaretine uğrarken… Birikmiş, toplanmış, kangrene dönmüş bir acı. Evlat acısı… İstanbul´da, bir meydanda…

Ya Kürdistan'daki ablukada anaların yaşadığı evlat acısına ne demeli?

„Bir anne,“ diyorum „evlat acısını tutup bir buzluğun içinde saklar mı?“ Kokmasın diye… O acı taze kalsın öyle mi…? O acı orada o buzluğa sığar mı peki? Dünyanın neresinde olursa olsun, hangi anneye sorarsanız sorun, çocuk doğurmuş her kadın o buzluğun içindeki evlat acısının kokusunu duyar. Az ya da çok… Ama o annenin içindeki esas acıyı bilemez.

Ben evlat acısı yaşamadım, yaşamak da istemem. Rahmetli annemin söylediği bir söz kulaklarımda şimdi, „Allah düşmanıma bile evlat acısı vermesin.“ derdi. Evlat acısı yaşamadığı halde. Anneler yaşamasa da bilir. Daha doğrusu tahmin eder. Evlat acısı bir ateş. Düştüğü yeri yakan bir ateş… Yaktığı yerden derine inen, orayı oyan, bir boşluk bırakan bir ateş...

Anneler Günü

Bugün anneler günü. Şu yazıda hikayesini anlattığım ya da anlatamadığım onlarca, yüzlerce, binlerce annenin evlat acısının kokusu dünyayı sarmışken, anneler günü kutlamak mümkün mü acaba?

Yeniden yazının en başına dönelim. Kızımı korkutan köpeği, köpeğin sahibini ve benim o anki refleksimi hatırladınız mı?

Yani diyorum ki; Şimdi bütün bu evlat acısını yaşamış olan annelerin eline fırsat geçse, en tabii hakları olan analıktan kaynaklı, yüzde yüz saf-hayvani iç güdülerini korkmadan-çekinmeden kullanabilseler, çocuklarını koruyabilme hakları ellerinden alınmamış olsa, dünya ne hale gelirdi? Hiç düşündünüz mü? Ben çok düşündüm. Doğruluğundan emin olduğum için cevabı hemen vereyim:

Hiç kimse hiç kimsenin evladına bilerek ya da bilmeyerek zarar veremezdi.

İşte tam da buyüzden en „medeni“ en „modern“ en „demokratik“ toplum biçimi, anaların tabiatında aslında.

Köln

14.05.2017