Francisco Goya 1799 yılında çizdiği resimlerden birine “Akıl uykuya daldığında canavarlar uyanır” biçiminde Türkçeye çevrilebilecek bir başlık koymuştu. Tarihçiler Goya’nın bu resmiyle ancak aklın ve bilgeliğin insanlığı “aptallık, cehalet ve ahlaksızlıktan” koruduğu mesajını vermek istediğini yazmaktadırlar. Bilginin paylaşılmasının ve bilgeliğin aptallık, cehalet ve ahlaksızlığın yarattığı canavarlarla baş edebileceği de şüphe götürmüyor zaten. Burada yanlış anlaşılmamak için cümle içinde kullandığımız “ahlaksızlıktan” hurafelere dayalı ve patriarkal ahlak anlayışının yokluğunu kastetmediğimizi not edelim.

Günümüz dünyasına, bilhassa egemen siyasete baktığımızda Goya’nın hâlâ ne denli haklı olduğunu görebiliriz. Türkiyeli okura bilim düşmanlığının egemen siyasetin sürdürülebilmesi için nasıl kullanıldığını anlatmamıza gerek yok herhalde. Ancak aynı tespit uluslararası egemen siyaset için de geçerlidir. Aklı ve bilimi insana ve doğaya yarayan, savaşsız ve sömürüsüz bir gelecek perspektifi lehine kullanmak yerine, kâr mantığının, küçük bir azınlığın çıkarlarına öncelik vermenin ve bunun için tüm insanlığı tehlikeye sokan bir anlayışın hakimiyeti günümüz egemen siyasetinin en belirgin emaresidir. Aynı şekilde bu gerçeğin kapitalist üretim tarzının ve emperyalist-kapitalist dünya düzeninin yapısallıklarına dayandığını da vurgulamaya gerek yok.

Maalesef barıştan yana olan, egemen siyasete eleştirel yaklaşan, hatta başka bir dünya, sosyalizm tahayyülüne sahip kesimlerde de zaman-zaman aklın uykuya daldığına tanık olmaktayız. Ne demek istediğimizi Almanya barış hareketinde belirginleşen bir ayrışma çizgisi üzerinden açmaya çalışalım.

Geleneksel etkinliği zayıflamış olan Almanya barış hareketi irili-ufaklı girişimler, kurumlar ve örgütlerden oluşmaktadır. Farklı toplumsal kesimlerden oluşması da geride bıraktığımız on yıllardaki toplumsal etkinliğini sağlamıştır. Ancak şimdi İsrail-Filistin sorunu ile Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti’ne yönelik yaklaşımların kalın bir ayrışma çizgisi yarattığını görmekteyiz. Özellikle Rusya ve Çin konusunda kimi sosyalistlerin dahi, “ama onlar da emperyalist ve suçsuz değiller” pozisyonuna geldiklerine tanık oluyoruz.

Halbuki Rusya ve Çin’deki rejimleri nasıl değerlendirdiğimizden bağımsız, akla dayalı bir yaklaşımın barışçıl ve iyi komşuluk ilişkilerini önceleyen bir politikayı savunması gerekmez mi? Önce gerçeklere bakalım: ABD, NATO ve AB giderek daha fazla silahlanmakta, Doğu Avrupa’ya nükleer füzeler ve Hint-Pasifik Bölgesine deniz kuvvetlerini konuşlandırmakta, Baltık Denizi ile Karadeniz’i militaristleştirmekte ve Rusya ve Çin’i kuşatmak istemektedirler. Bunun için Ukrayna krizi kaşınmakta, silahsızlanma sözleşmeleri tek taraflı olarak feshedilmekte ve büyük bir medyatik propaganda savaşı yürütülmektedir.

Rusya ve Çin bu gelişmeye hem kendi savunmalarını güçlendirerek hem de uluslararası hukuka ve BM Şartı’na dayanan ilişkiler kurulmasını talep ederek yanıt vermektedirler. Batılı ülkelerin savunma bütçeleri 16 kat fazla olmasına rağmen, iki ülke de aynı ABD ve NATO gibi, nükleer cephaneye sahiptirler. Aynı zamanda BM Güvenlik Konseyi üyesi olarak belirli bir etki alanına sahiptirler. Böylesi, aklın uykuda olduğu, “uyurgezerlerin, hayaletlerin ve canavarların” gezindiği bir ortamda, en ufak bir askeri çatışmanın dünyayı cehenneme dönüştürecek bir nükleer savaşı tetikleme potansiyelini taşıdığı burjuva gözlemciler tarafından bile kabul edilmektedir.

İşte tüm bu nedenlerden dolayı Batı’nın saldırgan politikalarına karşı çıkmak ve Rusya ve Çin ile barışçıl ve karşılıklı güvene dayanan ilişkiler kurulmasını talep etmek, akla, mantığa ve bilime en uygun anlayıştır, hatta insanlığın geleceği için herkesin savunması gereken bir zorunluluktur diyebiliriz. “Ama Rusya ve Çin…” ile başlayan her cümle ise önünde sonunda emperyalist saldırganlığa hizmet etmek anlamına gelmektedir. Uyanık kalmak, aklın ve bilimin gereğidir – herkes için…