Almancada başkası adına utanma duygusunu ifade eden bir kelime var: »Fremdscham«. Geride bıraktığımız hafta içinde sosyal medyada taciz, yani erkek şiddeti konusunda yazılanları ve yorumları okuyanlar – bilhassa komünist olduklarını düşünenler – bu duyguya kapılmışlardır herhalde. Son derece doğal, çünkü başkası adına utanma duygusu klasik bir empati, bilinçaltı değil, bilinçli bir süreçtir. Ancak başkası adına utanma söylenmesi gerekenleri söylemedikçe, hiçbir anlam taşımaz. Kaldı ki tacizcinin ifşasında suskunluk suç ortaklığı anlamına gelir.

Başkası adına utanmak gibi, başkasının yaptığıyla gurur duymak da bilinçli bir tavırdır. Özellikle komünist erkeklerin kadın hareketinden tacizcilere karşı yükselen #UykularınızKaçsın dalgasıyla gurur duymaları veya Ayşe Düzkan’ın son yazısındaki »bilinen ama henüz teşhir edilmeyen, arsızıyla, utanmazıyla bütün tacizci erkekler, uykularınız kaçsın, sıra size de gelecek« cümlesine altını çizerek sahip çıkmaları, kadın hareketine yaranma değil, bilinçli pozisyon alıştır. İnandırıcı olmak içinse, en başta erkek şiddetiyle hesaplaşmak, »neyin ne olduğunu söyleyerek« devrimci tavır alışı kanıtlamak gerekir.

Bir ağır ağbinin öpücüğünün, yani tacizinin kadınlar tarafından ifşa edilmesine, aralarında komünist erkeklerin de olduğu geniş bir kesimden itirazlar geldi. »Kanıt« istendi, »enstrümentalize edilmesin« dendi, geçmişte yapılan »iyi ve güzel işlerden«, yazılanlardan, mücadelede ön safta yer almalardan bahsedildi. »Tek yanlı linç bu«, »iyi niyetli değilse, mahkemede hesaplaşılsın« denildi. Sanki, bırakın düşman ceza hukukunun uygulandığı otoriter rejimleri, burjuva hukukunun kendisi patriyarkal değilmiş gibi… Sanki dün yapılan bütün iyilikler bugünün kötülüklerini nötralize edermiş gibi…

En başta bu satırların yazarı olmak üzere, öncelikle komünist erkekler olarak, bilincimizden bağımsız içerisinde yaşadığımız erkek egemen toplumların tüm yapısal ve kurumsal imtiyazlarına sahip olduğumuzu, patriyarkanın bize tanıdığı ayrıcalıklı konumda bulunduğumuzu kabullenmek zorundayız. Bu ayrıcalıklı varoluşumuz, kadınlara ve lgbti+’lara karşı potansiyel ve gerçek şiddet uygulayıcıları olmamızın temel nedenidir. Elbette cinsiyetçiliğin, aynı ırkçılık gibi, egemen iktidar ve mülkiyet ilişkileri üzerine kurulu olduğunu savunabiliriz. Ancak patriyarkanın maddi temelinin asıl olarak erkeklerin kadınların emek gücü, kaynaklara erişimleri ve cinsellikleri üzerindeki denetimi olduğunu da unutmamalıyız.

Doğru, kapitalist üretim ilişkileri heteroseksüel erkek egemenliğini her gün yeniden üretiyor. »İnsanı esirleştiren, hor görülen, sömürülen bir varlık hâline getiren tüm koşullar« yıkılmadıkça, genel olarak toplumun özgürleşmesinin ve eşitliğin sağlanmasının olanaklı olamayacağı da doğru. Ne var ki, bugün ve burada kadınların ve lgbti+’ların kurtuluşuna ve özgürleşmesine yer vermeyen, temel ve yan çelişkileri birbirlerini yadsımadan aynı anlı olarak ele almayan mücadelelerin başarılı olma şansı da yok. O nedenle erkekler olarak önce kendi varoluşumuzu sorgulamalı, betona dökülmüş erkek egemenliğini sarsmaya ve dönüşümümüzün yolunu açmaya çalışmalıyız.

İnsanlığın bir bütün olarak sosyal, politik ve ekonomik eşitliğe kavuşmasını istiyorsak eğer, önce kadın ve lgbti+ hareketlerinin kendi siyasetlerini kendilerinin yapmasının önündeki paternalist engellerimizi kaldırmalı, her daim erkek şiddetiyle hesaplaşmalı ve yeri geldiğinde de susmayı, kadın ve lgbti+ hareketlerinden öğrenecek çok şeyimiz olduğunu bilmeliyiz.