“İnsan ışığı görmez,

ışıkla görür.”[2[

Bugün, coğrafyamızın isyan günlerinde, daha doğrusu “17’lerin dönüşü” olarak betimlenmesi mümkün olan koordinatlarda 17’leri anmak üzere bir araya geldik, toplandık.

Mercan’da katledilen Cafer Cangöz’ün, Okan Ünsal’ın, Alaattin Ataş’ın, Cemal Çakmak’ın, Ökkeş Karaoğlu’nun, Çağdaş Can’ın, İbrahim Akdeniz’in, Dursun Turgut’un, Ahmet Perktaş’ın, Ersin Kantar’ın, Gülnaz Yıldız’ın, Taylan Yıldız’ın, Binali Güler’in, Kenan Çakıcı ’nın, Ali Rıza Sabur’un, Berna Ünsal’ın, Aydın Hanbayat’ın ölümsüzlüğünden zerrece kuşku duymayan birisi olarak; 17 Haziran 2005’de katledilen MKP şehitlerinden söz ederken; ‘Enternasyonal’in “Cellatların döktükleri kan, birgün kendilerini boğacak/ Bu kan denizinin ufkundan kızıl bir güneş doğacak!” dizelerinin altını özenle çizmeme izin verin…

Onlar ölmedi, Onların ülküleri yok edilemedi…

Ahmet Telli, “Soluk Soluğa” dizelerindeki “Büyük aşklar yolculuklarla başlar/ ve serüvenciler düşer bu yollara ancak/ Onlar ki dünyanın son umudu/ soyları tükenen birer çılgındırlar/ Ne bir adresleri vardır onların/ ne de aşktan başka bir sığınakları/ Ama yaşarlar dünyanın dört bir yanında/ ölümle alay ederler sanki/ Nerde beklenirlerse oradaydılar/ bir kez bile gecikmediler ömür boyu,” dizeleriyle betimlenen Onlar şimdi coğrafyamızdaki tüm direniş alanlarında dalgalanan bir kızıl sancaktırlar…

Bunu hepiniz gördünüz; yaşadınız…

 

ÖLÜMSÜZLER

 

Evet, evet Onlar ölümsüzdür;

“Ölümsüz”, “ölümlü olmayan”, “öldürülüp, yok edilemeyen”dir…

“Ölümsüzlük”; tarihe geçmektir; binlerce yıl sonra da anılmaktır; unutulmamaktır…

Yaşamın hiç sona ermeyen sürekli var oluşudur “ölümsüzlük”…

“Ölümsüzlük”, sonsuzluktur…

Pablo Neruda’nın, “dünyaya birçok kez gelmişim/ yok olmuş yıldızların dibinden/ ellerimde tuttuğum/ ölümsüzlük bağlarını dokuyarak/ şimdi öleceğim yeniden/ vücudumu örten toprağa sarınarak,” dizelerindeki üzere iz bırakmaktır, “ölümsüzlük”…

İnsan(lar)ın ölümsüzlükleri bedenlerinin yok edilmesiyle ilintili değildir.

Örneğin “ölümsüzlük” Gılgamış’da vardır; ölümsüzlüğü bulamamış olsa da, arayışıyla “ölümsüz” olmuştur.

Yaşama içkin bir seçim olarak “ölümsüzlük”, zamansız bir yaşam sürecidir; sonu yoktur…

O; James Joyce’un uğruna ‘Ulysses’i yazdığı “şey”dir…

Şöyle diyor kendisi, ‘Ulysses’ için: “İçine o kadar çok bilmece, bulmaca ve zekâ oyunu koydum ki, profesörler yüzyıllarca ne demek istediğimi tartışacaklar, insanın ölümsüzlüğü garantilemesinin tek yolu da budur. ”

“Ölümsüzlük”, insan(lık)ın “tanrı”yı öldüren adımıdır.

Yaşam(lar)ı haklı kılabilecek olandır “ölümsüzlük”…

İş bu nedenle Mustafa Suphi’dir, İbrahim Kaypakkaya’dır, Deniz Gezmiş’dir, Mahir Çayan’dır, Mazlum Doğan’dır, 17’lerdir “ölümsüzlük”…

 

KORKUSUZ KARARLILIK

 

Onları “ölümsüz” kılan korkusuz kararlılıklarıdır…

Korkunun egemenliğine denk düşen sürdürülemez kapitalist cinnetin orta yerinde ( “Sadece ahmaklar ve deliler korkusuzdur,” deseler de!) korkudan korkmayandır insan... Çünkü korkmamak, bir karar, kararlılık, dünyayı değiştirecek irade ve cüret sahibi olmaktır.

Bilinçle düşündüğü, inandığı, bağlandığı şey(ler)in uğruna, kellesini koltuğa almaktır kararlılık…

İnsan olmak ve kalabilmek için gereken temel özelliklerden birisi olan kararlılık verilen sözün dönüşü olmaması hâldir.

Kararlıysanız (kararlılığınızın doğruluğundan eminseniz), sizi yolunuzdan çıkartabilecek hiçbir yoktur.

Kararlılık, sadıktır, ihanet etmeyen sebattır. (İnatçılıkla karıştırılırsa da, hiç ilgisi yoktur…)

Verilen söze sadık kalma hâlidir. İç rahatlığıdır.

W. Goethe’nin, “Kararsızlık en büyük hastalıktır,”[3] diye ifade ettiği olumsuzluğu aşmaktır. Dik durabilmek için gereken temel özelliklerden biridir.

İnsanın, seçtiğinden, yolundan vazgeçmemesidir; tıpkı 17’lerin fedakâr kahramanlığı gibi...

 

FEDAKÂR KAHRAMANLAR

 

Bertold Brecht ’in, “Toplumca ihtiyacımız olan şey, yeni yeni kahramanlar yaratmak değil, kahramanlara ihtiyacı olmayan bir toplum yaratmaktır,” sözünü bir an dahi unutmadan; “kahramanlara ihtiyacı olmayan bir toplum” yaratana kadar fedakâr kahramanlığın yaşam ateşi olduğundan bir an dahi şüphe duymadım…

Cesur, fedakâr ve mücadeleci olabilmekle betimlenen “kahramanlık”, inşa edilen bir üst kimliktir.

Candan Erçetin’in, ‘Olmaz’ında, “Mucizeler yaratan kahramanı özlüyorum...” diye haykırdığı kahramanları şartlar yaratır…

Kahraman; şartların gerektiğini fedakârca yapandır; tıpkı 17’ler gibi ne eksik ne de fazla...

Fedakârlık, sınır belirlemeden, karşılıksız yapabilmedir.

Fedakârlık, bir insanın bir başka insan ya da insan(lık) için -onun böyle bir talebi olmadığı hâlde, kendi isteğiyle- emek vermesi, çaba sarf etmesi, güzellikler yapmasıdır.

İnsanlaşma adımıdır; karşılık beklemeksizin yapılandır; sevginin, bağlanmanın ölçütüdür.

Uğruna pek çok şeyden vazgeçtiğinizdir; aşkın kantarıdır fedakârlık.

Fedakârlık, sahip olunanı daha değerli bir şey için gözden çıkarmaktır. İstek, cesaret ve özgüven gerektirdiği için herkesin harcı değildir.

Fedakârlık, yoktan var etmektir. (Hayatta fedakârlık yapabildiğin kadar varsındır…)

Ne demişti Can Baba: “Uğrunda fedakârlık etmeyeceğin sevgiyi, yüreğinde taşıyıp da kendine yük etme...”

Var oluşun en önemli temellerinden biridir; zararı kendi ödeyen, imkânlarını başkası için kullanan, karşılık beklemeden var olup, var edendir…

Yine ve tıpkı 17’ler gibi…

 

UNUTTURULMAMASI GEREKEN GELENEK

 

17’ler unutulmaması/ unutturulmaması gereken devrimci bir gelenektir…

“Gelenek” deyip geçmeyin: Alışkanlık hâline getirilen; nesilden nesile aktarılan o; geçmiş ile günümüzün bağıdır.

Gelenekler, toplumsal dönüşümün doğası gereği evrilen, toplumdan aldığı baskılarla kırılan, çeşitli ekonomik çıkarlarla araç hâline gelebilen, bazen de toplumsal yapıyla çelişmeleri sonucu sorgulama alanları yaratan, sosyal fikriyatta yarılma oluşturabilen şeylerdir.

Seçilmiş kültürel miras olan gelenek, zaman içinde meydana gelen kültür birikiminin sonucudur da… Çünkü gelenek sık sık toplumsal kararlılığın ve meşruluğun kaynağı olarak görülür ve mevcut gelişime temel sağlayabilmek için de geleneğe başvurulur. Çünkü gelenek, “seçilmiş sosyal miras”tır.

Tekrar ediyorum: Devrimci geleneğin unutulmaması/ unutturulmaması “olmazsa olmaz”dır…

Unutmamak: Yok olmaya, edilmeye izin vermemek; alıştırılmak istenene boyun eğmemektir…

Dünyayı değiştirenlerin düşünmek/ davranmak eyleminin kaçınılmazlığıdır. Egemen yalana teslim olmayanların sınırları zorlayan eylemidir...

Sildirmemek, yok ettirmemektir; insanı insan yapan şeydir unutmamak…

Zamana, yaşanmışa hakkını vermektir; unutturulmak isteneni hatırlamaktır...

Unutmak, insanların bilinçli olarak verdikleri kararların bir sonucu olarak “bitirme kastına” karşı durmaktır…

Öldürüldükçe dirilmektir; yeni bir hayatın ve mücadelenin başlangıcıdır…

Capcanlı hatırlanan bir “geç(me)miş”tir unutmamak; “yok edildi”, “öldü” denileni her gün yaşatmaktır…

Yeninin eskimeyene perçinlemesidir. Hep akılda olmasıdır…

Yalanın, yalancının acımasız oyununa karşı gerçeği unutamamaktır.

“Bitti” denileni bitir(t)memektir…

“Terk etmedi sevdan beni...” diyebilmektir Ahmed Arif gibi…

Özdemir Asaf, “İnsanların vazgeçilmez huyu vardır, unuturlar”; M. Rasim Mutlu, “Unutmak, bıkmaktır,” derler; gerçekte olmuş olanı olduğu gibi yaşatmaktır unutmamak…

Yalnız kalmamak, bırakmamak, çoğalmak, çoğaltmaktır unutmamak.

Dayatmayı kabullenememektir; hayaller(imiz)den vazgeçmemektir...

“Geçti” denilen acı veriyor, yol gösteriyorsa hâlâ geçmemiş, unutulmamış demektir.

Unutuldu deseler de inanmayın. En umulmadık yerde, bir kavganın orta yerinde; göz göze geliriz, el ele tutuşuruz Onlarla…

Tıpkı 2013 Haziran’ını betimleyen “Başkaldırı Zamanı”nda olduğu gibi…

 

MAYIS’TAN HAZİRAN’A BAŞKALDIRI ZAMANI

 

2013’ün Mayıs’tan Haziran’a uzanan günleri “Bitti”, “Yok edildi” denilenin geri dönüşüydü…

‘Libération’ gazetesinin, “Taksim Cumhuriyeti” olarak tanımladığı Gezi Parkı için ‘The Observer’ da “Gezi Parkı’nın Türkiye’nin ilk komününe dönüştüğü”nden söz ediyordu, Bülent Parmaksız, “Gezi’de halk komün kurdu” notunu düşerken…

Söyleyecek sözü ve iradesi olanların hayatı yeniden biçimlendirmek için sokağa çıktığı direniş/ başkaldırı, eylem içinde öğrenip/ öğreterek tarih yazan bir kolektif eylemdi…

Neo-liberalizmin kriziyle doğrudan ilintili olan Taksim Gezi Parkı Direnişi ve sonrası neo-liberal zorbalığın biriktirdiği soru(n)ların eseridir…

Gezi Parkı Direnişi, başlangıç nedenini hızla aşıp iktidarın, özellikle de Erdoğan’ın dayatmacı, tekçi, buyurgan, otoriter, ötekileştirici zihniyetine, bu zihniyetin toplumda yarattığı basınç ve kaygılara karşı isyana dönüştü.

Özgürlük mücadelesi bir park ile başlamadı elbette, fakat bir parkın özgürlük çığlığı ile kitleselleşti mücadele…

Meydanlardaki özgürlük istemi, mevcut statüko ile çatıştı.

İsyanın gerekçesi görünen-bilinenlerle sınırlı değildi.

Yağma ve talana, yaşam biçimi dayatmalarına ve yönetim anlayışına, oligarşinin demokrasi oyununa, adım adım yaşamı yok eden neo-liberal kapitalist saldırıya itiraz söz konusuydu.

Bu niteliğinden ötürü de bir dönemin artık sonuna gelindiğini ima ediyor. Ve tabii yeni bir başlangıç, bir bilinç sıçraması anlamına da geliyor.

Otoriter liberalizm duvara tosladı. İsyan ile AKP tiranlığı açısından yalanın sınırı aşılmış ve liberallerin “AKP demokrasisi” manipülasyonu için de defter kapanmıştır. Kitlesel mücadeleler büyürken AKP küçülmeye başladı.

Toplum politikleşerek özgürleşirken; örneğin Ankara’da Tunalı Hilmi “Tomalı Hilmi”, Güven Park “Döven Park”, Kızılay “Gazılay” olarak anılır oldu! Özetle Ankara bilinen Ankara değildi artık…

AKP bundan böyle Türkiye’nin hiçbir yerinde kendini köpeksiz köyde değneksiz gezermiş gibi hissedemeyecekti.

 

EGEMEN ŞİDDET, TERÖRİST DEVLET, PSİKOLOJİK SAVAŞ

 

Ancak bunun böyle olması “demokrasi yalanı”na ilişkin “The show is over/ Şov sona erdi” çığlığı eşliğinde terörist devletin egemen şiddetiyle iç içe giren psikolojik savaşı devreye soktu.

Bu hâli Dersim Milletvekili Hüseyin Aygün, “Polis terör örgütüne döndü,” diye tarif ederken; yurttaşların biber gazından korunmak için kullandığı baret, solüsyon ve maske, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından “suç delili” ve “silah” olarak değerlendirildi.[4]

Bu sınır tanımayan bir devlet terörüydü.

Örneğin AB Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış 15 Haziran 2013 akşamı A Haber’de canlı telefon bağlantısında, “Şu saatten sonra orada bulunan her kişiyi devlet maalesef terör örgütünün mensubu olarak değerlendirmek zorunda kalacaktır,” derken; AKP’nin paramiliter güçleri sokağa iniyor ve en ufak demokratik protestoya dahi tahammül etmeyen devletin polisiye niteliği tahkim ediliyordu.

Mesela “MİT; MEB, THY ve PTT ile ‘Çok Gizli’ protokol imzaladı. Artık tüm öğrenci ile velilerin, uçak yolcularının özel bilgileri, mailleri ve telefonları MİT’in elinde. TCK ve Anayasa’ya göre bunlar suç”ken;[5] “Yeni MİT yasası yolda… Buna göre MİT’i kimse sorgulamayacak. Devletin tüm kurumları artık MİT’in elemanı gibi çalışacak, fişleme yapacak. Devlet ‘Muhaberat’ örgütüne doğru gidiyor…”[6]

Egemen şiddetin bilançosuna gelince; Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV), Gezi Parkı projesine yönelik 28 Mayısta başlayan ve 77 ile yayılan eylemlerin 18inci günündeki dökümü şöyledir: Gezi Parkı eylemlerinde 3ü eylemci, biri polis biri de temizlik işçisi olmak üzere 5 kişinin yaşamını yitirdi. 11 bin 823 kişi yaralandı veya kimyasal gazdan etkilenerek hastanelere/gönüllü revirlere başvurdu.

Toplumsal olayların baş aktörü olan biber gazı, yurt dışından ithal ediliyor. Kilosu 62 dolar olan gaz için 12 yılda 21 milyon dolar ödendi... Türkiyede üretilmeyen biber gazı, Amerika başta olmak üzere Brezilya ve diğer Güney Amerika ülkelerinden ithal ediliyor. Fiyatı oldukça pahalı olan biber gazı için Türkiye önemli miktarda döviz ödüyor. Bugüne kadar yapılan ithalat rakamlarına bakıldığında gazın kilosu 62 doları (110 lira) buluyor.

2000 yılında 42 ton, 2001 yılında 13 ton olan biber gazı ithalatı, 2005te 115 ton (1.2 milyon dolar), 2006da 90 ton (1.6 milyon dolar), 2007de 75 ton (2.9 milyon dolar) alım yapıldı. Biber gazı ithalatı 2008de 67 ton (2.5 milyon dolar), 2009da 37 ton (1.6 milyon dolar), 2010da 48 ton (2.5 milyon dolar), 2011de 39 ton (1.9 milyon dolar) olarak gerçekleşti. Temmuz 2012de açıklanan verilere göre; 21 ton biber gazı ithal edilirken, bunun için 1.3 milyon dolar ödendi. Böylece kilogramı 110 liraya mal oldu.[7]

Bunlara ek olarak iktidarın psikolojik savaşı ve egemen(ler)in medyası elinden geleni ardına koymadı…

Mesela ‘Dünya Müslüman Ulemalar Birliği Başkanı’ Yusuf El Kardavi, “Erdoğan’ı protesto etmek haramdır,” fetvası verirken;[8] Anadolu Ajansı, Taksim’deki eylemcilere destek veren annelerin fotoğrafını, “Kendilerini ‘anneler’ olarak niteleyen bir grup kadın” notuyla servis edebildi!

Toparlarsak: Gazlar, coplar, TOMA’lar, yaralamalar, kitlesel gözaltılar, psikolojik savaş yetmedi. AKP bir de sürek avı başlattı. İstanbul’da ve ülkenin çeşitli kentlerinde onlarca ev, haber ajansı, gazete, dergi, parti ve dernek binası basılarak başta çArşı ve ESP, Kaldıraç,  Halkevi, Odak, BDSP’ler gibi çeşitli çevrelerin taraftarları gözaltına alındı.

Gezi Parkı direnişçilerini “iyi çocuklar-marjinal/ illegal militanlar” ayrımı yaparak bölme çabaları tutmadı. Bunun üzerine 18 Haziran 2013 sabahı operasyonlar başlatıldı.

Direnen insanları itibarsızlaştırma ve yaftalama çabaları, yalanlar ve çarpıtmalar, kışkırtmalar durmuyor. Gezi Parkı direnişçilerinin barışçıl, demokratik ve şiddetsiz duruşları AKP iktidarını çileden çıkarıyor. “Duran insan”a bile tahammül edemiyorlar.

 

“SİVİL” YAYGARALAR, LİBERAL BELKEMİKSİZLER

 

Liberaller, yine ve her zaman olduğu gibi isyanın müsekkinleri rolünü üstlenmekle yetinmediler; Nilüfer Göle, T24 sitesindeki “Gezi: Bir Kamusal Meydan Hareketinin Anatomisi” başlıklı yazısında, hareketin -ısrarla- apolitik kalmasını da isteyip, “Bu hareketi siyasal mercekten okumak yanlış. Meydan hareketi siyasal partilerden bağımsız, otonom olduğu ölçüde, ağaçların gölgesinde masumiyetini koruduğu sürece, demokrasinin toplumsal muhayyilesini, dokusunu yenileyebilir. Tersine kendini siyasal hareket yerine koyduğu takdirde demokrasiden uzaklaşacaktır,” derken; “Haysiyet ayaklanması” kavramının mucidi ise Ahmet İnsel de, yaşanılanları “rejime karşı isyan değil, bir haysiyet ayaklanması” olmakla sınırlıyordu!

İş bunlarla da sınırlı değil!

“Her ‘aşağıdan yukarı ayaklanma’cılığın ve her ‘halk hareketi’nin illâ iyi olmayabileceğini, bu [yani Gezi Parkı’nın-y.n] ‘ikinci hafta gelişimi’ örneğinde de çok net görüyoruz,”[9] diyen Halil Berktay, “Eylemcilerin ister Taksim meydanına, ister Gezi Parkı’na ‘yerleşmiş’ ve ‘burası bizim’ diyen hâlinin hiçbir (meşru demiyorum) kanuni temeli yok,”[10] vurgusuyla utanmadan ekliyordu:

Hükümet demokrat olsun; peki. Ya muhalefet? Acı olan şu ki, Türkiyede önce muhalefet (ve sol) demokrat olmayı ve dürüst olmayı ve namuslu olmayı öğrenmedikçe, iktidarı ve bütün toplumu demokratlaştıramaz”![11]

Evet, liberaller budur; hatta Markar Eseyan’ın şu satırlarındaki üzere, bundan da kötüsü:

Öncellikle, Gezide ilk gün orantısız polis şiddeti uygulanması ile ahlâki üstünlüğü zedelenen hükümeti, daha sonra attığı demokratik adımların etkisini azaltan cumartesi akşamki müdahale kararı için tebrik etmek istiyorum. Hükümetten başladım, çünkü aklı hâlâ başında kalan sağduyulu insanların gördüğü gibi, bu kaos eğer nihayetlenmezse, bundan en çok 11 yılda kazanılan demokratik haklar, ama daha da önemlisi, 30 yıllık kan banyosunu bitirecek ve çok olumlu giden çözüm süreci zarar görecek. Allah korusun, hele bunun bir iç çatışmaya dönüşmesi durumunda, ortaya çıkacak resmi hayal etmek bile istemiyorum

Evet, bu özgürlükçü bir hareket değil. Samimi insanlar bunu görmeli ve eve dönmeli. Buradan ancak bir kaos çıkar, 28 Şubat gibi hükümete darbe olmaz, ama hükümet ülkeyi yönetemez hâle gelebilir. Bence en büyük risk de budur. Gelin sakinleşelim, demokrasi sorunlarımızı barışçı bir şekilde çözmeye çalışalım. Bu kaybet-kaybet oyununu, kazan-kazan hâline getirmek bizlerin elinde.[12]

Liberal müsekkinin kaçınılmazı; The Guardianın muhabirlerinden Luke Harding’in, Türkiyede sivil toplum uyanıyor, diye tarif ettiği “sivil yaygaralar”dır!

“Örgütsüz örgütlülük”, “Apolitik politika” vd. söylencelerle “gerekçe”lendirilen bu tutum; “Gezi Parkı eylemcileri, hareketlerinin üzerine herhangi bir politik yafta asılmasına itiraz ediyorlar. Bunun toplumsal desteği de azaltacağını düşünüyorlar,”[13] diyen Can Dündar ile Mirgün Cabas’ın şu yalanlarına yaslanıyor:

Gaz kokusu, provokasyon kokusuna karışmış…[14]

“Gezi Parkından Taksime kadar uzanan kitleyi birbiriyle neredeyse hiç ilişkisi olmayan üç ayrı grup oluşturuyordu. İki haftadır parkta kalan direnişçiler, parka onları görmeye gelen turistler ve meydanda bayrak sallayan profesyoneller.

Gözümün gördüğü:

-Profesyoneller ellerinde parti, sendika flamaları sallayan örgütlüler. BDP, ESP, TÖPG, SYKP, EMEP, ÖDP ve diğerleri...

Yani bir tür sessiz harfler koalisyonu. Kardeş kardeş yan yana duruyorlardı, gençlerin kendilerine açtığı meydanda bayraklarını salladılar. Gençlerden gördükleri ilgi: Sıfır.

- Parktaki konuşmalarda siyasi jargon ve ajitasyon gençleri zerrece heyecanlandırmıyor.”[15]

Mirgün Cabas bize bilinmeyen uzayı anlatmıyor; onun için daha dengeli yalan söyleseydi bu kadar gülünç olmazdı; tıpkı, “Gezi Parkı eylemcileri siyasi partilerden rahatsız,[16] diyen Samet Atken gibi…

Tam da bu noktada Bütün Marjinallere Teşekkürler” diyen NTV Sanat Editörü Hasan Cömert’in belirttiği üzeredir hemen her şey:

“Direniş boyunca iktidarın ve onun ağzıyla konuşan köşe kapmış müsveddelerin ‘marjinal ve illegal örgütler’ var diyerek, yıllardır vazgeçilmeyen bu dili kullanmaları boşuna değil elbet!

Öncelikle ‘marjinal’ ya da ‘illegal’ denilen kişi ya da gruplarla doğrudan kastedilen hiç kimsenin olmadığını hatırlatalım bir kez daha. Çünkü, bu ezbere dönüşmüş bir devlet klişesi. Bu kadar birbirinden farklı insanın, bu kadar haklı taleplerle sokağa çıkması karşısında hiçbir savunması olmayan iktidarın böyle bir yola başvurması kaçınılmazdı. Ortaya atılmış bu içi boş suçlama için illa ki birilerini bulacaklar ve buldular da zaten.

Bulamadıklarında her zaman başvurdukları o ucuz numaraya sığınırlar/sığındılar. Eylemcilerin arasına karışıp ‘provokatör’ kılığına girmiş sivil polisler. Direnişin başından beri sahne aldılar. 15. günde olduğu gibi eline, yüzüne bulaştırdıklarında rezillikleri daha net ortaya çıktı. TOMA’lara molotof atan sivil polisler oyun komikti mesela! Daha sonra foyaları ortaya çıktığında bile yeni oyunlar oynadılar, devlet bu her işi pis kokuyor. Alıştık artık.

Gelgelelim bize yani eylemcilere... Polis insanları öldürürken, binlerce kişiyi yaralarken, plastik mermiyle kör ederken, deli gibi hiç durmadan gaz bombası atarken hatta ve üstelik bunların üzerine bir de ‘provokatörler var’, ‘polis görevini yapıyor, eylemciler sağduyulu olsun’ gibi güce tapan kişiler konuşurken bile çoğunlukla pasif direniş yapıldı (yani geri çekildik tekrar toplandık vs.) ancak bunca pis oyunun içinde hayatta kalmak, direnmek, sokağı geri kazanmak için elbette karşılık verilecekti ve verildi de. Devleti/polisi bu kadar kutsallaştıranların aksine sokağa çıkan insanlar için robotlaşmış o polisler hiçbir şey ifade etmiyor. Ve o robotlar deli gibi insanları öldürmeye çalışırken kamu malına da zarar verilir, polise de, polisin aracına da. Bir masalda yaşadığını sanan, hizaya getirilen, iktidarın belirlediği çizgilerde nefes alanlar bu duyguya hiçbir zaman ulaşamayacak elbette. Yüceltmek için demiyorum elbette. Yüceltilecek bir duygu değil zaten. Çok basit birşey. Yaşama hakkın için sokağa çıkıyorsun. Bu kadar net. Ve bunun karşısına kamu malını koyuyorsan kusura bakmayın o mantığa bir acil çıkışı gerekiyor!

Direnişin başlangıcından bugününe ama özellikle 31 Mayıs ve 1 Haziran’da bu toprakların en güzel, en enteresan şeyi gerçekleşirken, saatlerce süren çatışmadan sonra meydana, Gezi’ye çıkarken teşekkür etmiştim, tekrar edeyim. Medyanın, devletin ayrıştırmaya, illegal göstermeye çalıştığı ama aslında ‘biz’e dahil olan elinde molotof, taşla en önde duran, barikatlar kuran, tüm o ‘zararlı’ şeyleri üstlenen ‘marjinal’lere sonsuz teşekkür ederim kendi adıma. Onlar olmasaydı bu direniş eksik olurdu, olmazdı. Herkese güç verdikleri, bir an bile geri adım atmadıkları için öylesine büyük bir şey yaptılar ki. Polis ölümüne saldırırken bir de dalga geçerken bizle polisi alaşağı etmemizde büyük pay onların. Bu direnişin herkes gibi olmazsa olmazı onlar. O yüzden başbakan, vali veya hükümetten herhangi biri her ağzını açtığında ağzına almasın onları. Onlar biziz çünkü. Hepimiz. 

Direnişe zarar veren, başka amaçta olanlar vardır elbet. Ama bunun konuyla da, direnişle de alâkâsı olmadığını hepimiz biliyoruz. Her taş atanı, molotof atanı terörist ilan eden bu zihniyetten daha zararlı bir canlı türü bilmiyorum henüz. Bir insanın neden taş attığını sorgulayarak bile sağlıklı bir düşünme pratiği yapılabilir. Üstelik karakolda, sokakta, protestolarda her yerde görevini yapmaya değil sınırsız güçle insanlara hükmetmeye çalışan, işkence eden, öldüren polislerin ülkesinde yaşarken.

Hatırlayalım; polise tokat atığı için olay olmuştu Sabahat Tuncel. Oysa ki, o tokadın bir tarihi, geçmişi var(dı). Ve bu geçmiş öğrenilirse o tokadın neden atıldığı da çok daha net anlaşılır.

Bu satırlar yazılırken üç insan, Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş, Ethem Sarısülük polis tarafından öldürüldü. 5 binden fazla yaralı var. Hâlâ polis şiddeti sürüyor. Devletin birçok alternatif içinden böylesine bir vahşeti seçmesi yeni değil. Ve, hâlâ polisin aracından, kamu malından bahsedip marjinal gruplar var deniyor. Burası, nefretin, ırkçılığın, etnik ayrımcılığın, polisin/askerin işlediği cinayetlerin, işkencelerinin suç olmadığı bir ülke. Her şey olsun ama devletimize söz gelmesin, polisimize el kalkmasın öyle mi? Özetle burası hiçbir şey anlamayanların ülkesi. Evet, bu bir pasif direniş ve hâlâ da bu direniş sürdürülüyor. İlk anda olduğu gibi şu anda da ‘kimse polisin kışkırtmalarıyla şiddete başvurmamalı’ diye uyarılar yapılıyor. Ancak, polis hayatlara kast ederken de müsaadenizle kendimizi koruyalım değil mi! O yüzden bahsettiğiniz ‘marjinal’leri siz yarattınız ve bin şükür, iyi ki varlar.”[17]

 

KÜRTLER PANTEZİ

 

Nihat Ekinci, “Malum aniden ortaya çıkan Gezi Parkı tartışmaları nedeniyle Türkiye’nin temel sorunu olan Kürt sorunu konusundaki gelişmeler ikinci plana aktarılmış gibi görünüyor. Ancak çok iyi bilmekteyiz ki Gezi parkı meselesi her ne kadar üzerinde detaylıca ve etraflıca düşünülmesi gereken bir mesele olsa da Kürt sorunu ile kıyaslanamayacak bir durumdur…

Bardaktaki çalkantılar denizdeki fırtınayı unutturmamalıdır. Ülkenin temel sorunlarının çözümü sağlandığında eğer istenirse yemyeşil bir Türkiye yaratmak sadece on yılımızı alır. Ülkeyi kurtarmanın iktidara gelmekten daha önemli olduğunu birileri anlarsa ya da ülkeyi kurtarmanın iktidarı kurtarmaktan daha iyi olduğu anlaşılırsa sanırım sorunların çözümü de mümkün olacaktır,”[18] derken; yaşananlarda Kürtlerin pek olumlu bir profil sergilediğinden söz edemeyiz.

Ekinci’ye yanıtında Engin Erkiner’in işaret ettiği gibi:

“Cumhuriyet tarihinin bu en büyük ve yaygın eylemini, 12 Eylül 1980’den beri Türkleri tarih sahnesine yeniden çıkaran bu eylemi, bardakta fırtına olarak görüyor iseniz, çözümün üzerine bir bardak su içseniz iyi olur gibime geliyor.

Kürtler bu eylemi kerhen desteklemekle ciddi olarak kaybettiler ve bunu yakında daha iyi görecekler.

Eylemlere katılan Kürt arkadaşlar, özellikle de ilk günlerde, BDP’nin talimatının aksine hareket ederek katıldılar.

Ne yapalım, öyleyse öyledir...

Sao Paolo’yu duydunuz mu bilmiyorum.

Otobüs taşıma ücretlerine zam yapılmış ve halk protesto etmiş.

Belediye başkanı protestoya karşı çıkınca da, ellerinde birkaç Türk bayrağıyla, burası artık Türkiye, demişler.

Dünyanın kaç ülkesinde televizyonlar Taksimi naklen veriyor, bilmiyorum.

Değişim umudu bu halkın içine artık girmiştir.”[19]

“Büyük halk hareketleri her zaman insanların ve partilerin gerçek yerini gösterir.

Bir bölüm kendisine ‘sol’ diyen kişinin hâlâ değişik gerekçelerle AKP’yi savunduğunu görüyoruz, okuyoruz.

Yanlış yerdeler; AKP’nin yanına gitsinler.

Sonuç nereye varırsa varsın Cumhuriyet tarihinin bu en büyük kitle eylemi (15-16 Haziran 1970’deki işçi eylemi iki gün sürmüş, 120 bin kişi katılmış ve İstanbul ve İzmit ile sınırlı kalmıştı) toplumda derin iz bırakacaktır.”[20]

Gerçekten de Kürt Hareketi başlangıçta yalpaladı ve ilk mücadeleyi başlatanlardan biri Sırrı Süreyya Önder olmasına rağmen esas halk güçlerini mücadeleye katmakta tereddüt geçirdi.

Hem de Ali Bayramoğlu, Barış sürecinden dem vuruyoruz. Barış treninin yol almasını bekliyor ve umut ediyoruz. Ama memleket manzaraları, bırakın barışı zaman zaman savaş görüntüleri sunuyor. Taksim Meydanı’nda yaşananlar açık örnek,” derken; Başbakan Erdoğan’a, “Bu kafayla ne barış, ne de demokrasi gelir” vurgusuyla Hasan Cemal şunları haykırırken: “Bu ülkede gerçekten barış ve demokrasi isteyenlerin işi biraz daha zorlaşmış durumda çünkü...”[21]

Nihayet Ege Bölgesi Akîl İnsanlar Heyeti’nden Prof. Baskın Oran, “iktidarın barış sürecini paçavra gibi buruşturup attığı” vurgusuyla ekliyor:

“Derhâl çıkartılması gereken demokratikleştirme yasalarını unuttu. Tam tersine, şimdi ülke çapında bir Cadı Tutuklama Avı başlatıyor.

Aynı anda başlatılan başka bir melanet var. Kürt meselesinde her şeye rağmen doksan yıldır önlenebilmiş bir iç savaş provası şimdi sahnede. Polisin ve jandarmanın yanı sıra, ‘polise yardımcı’ eli sopalı ve bıçaklı milisler çeşitli şehir sokaklarına salındı. 

Bu vahim gidişlerin en az iki vahim sonucu olacak:

1) Türkiye adım adım kaosa götürülmekte. Sırf, Başbakan’ın şahsi hırsı ve inadı yüzünden. Askerî darbe yönetimlerinden alıştığımız bir ‘iç ve dış mihraklar’ ezberi eşliğinde.

2) Türkiyeli Kürtler bu memleketten feci hâlde soğutulmakta. Bunun ilk belirtisi, Diyarbakır’da ‘Kuzey Kürdistan’ adıyla bir konferans düzenlemiş olmaları. Böyle bir ciddi başlık hatasının vebali, aynen önceki bütün Türkiye hükümetleri gibi, bugünkü iktidarın da Kürtleri aldatmasının boynunadır.”[22]

 

İSYANIN NİTELİĞİ

 

Murat Belge’nin, “Gecikmiş ’68 mi?” sorusuyla betimlediği hareket hakkında Suzan Demir, “Seattle ruhu Gezi Parkı’nda” derken; Prof. Ayşe Kadıoğlu da, “Katılımcı demokrasi Geziden yükselebilir mi?” sorusuyla iştigal ede dursun…

Bu kendiliğinden bir toplumsal patlamadır; Gezi Parkı deneyimi ise yığın atılımı organı yani doğrudan demokrasidir…

Hayır Taner Akçam’ın, “Aslında gençler bizim, 1968 kuşağının yapmak istediğini yaptılar. Bu gerçek bir 68’dir,” diye tarif etmeye kalkıştığından daha fazla bir anlam taşıyor kendiliğinden isyan…

Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümünden Yrd. Doç. Dr. Nazan Üstündağ’ın, Yeniden halk oluyoruz” veya Taksim Platformu Üyesi Korhan Gümüş’ün, “Başbakan baskıcı insanî değerleri tüketen köhneleşmiş inşaatçı neo-liberalizmin belki de son neferi olarak direniyor,” diye betimledikleri isyan konusunda 1992 doğumlu Nur Üstündağ, “Bu direnişle korkuyu yendik,”[23] derken her şeyi yeterince açıklamaktadır…

Evet isyan, insanlık için bir umut olmayı sürdürüyor. Çünkü isyan her zaman diliminde varlığını korumuştur, her zaman dilimi isyanı kontrol altına almak ve onu yönlendirebilmek için değişik araçlar geliştirmiştir. Yaşadığımız zaman diliminin isyan ruhu Paris barikatlarında komün kurularak başlamış ve bugünde varlığını korumaktadır. Paris ruhu bugün Türkiye toprakları içinde değişik şehirlerde yaşamaya devam ediyor.

İsyan bir umuttur, ne kadar bastırılırsa bastırılsın süreklidir ve düzenli bir şekilde sisteme karşı değişik zamanlarda değişik topluluklar içinde ayağa kalkar!

İşte bu nedenle; “[Gezi Parkı-b.n] Olayları komplo teorileri içinde izah etmeye sebep olacak çok fazla gösterge var,”[24] diyor Ayşe Böhürler!

Veya “Devrimci ruhlar meydanda” diyerek ekliyor Özlem Albayrak: “Uzun süredir sesleri çıkmayan, bazı gazeteci ve kanaat önderleri, fabrika ayarlarına geri döndüler. Akıllarını kaçırmışlara; yaptıklarının neye yol açacağını bilmeyenlere; kaybetmekten korktuğu bir fırsat yakalamışlara has bir şuursuzlukla hem sosyal medya üzerinden eylemleri desteklemeye, yer yer organize etmeye; kısmen asılsız haberler yaymaya; hem de sağa sola çemkirmeye başladılar. Twittera kustukları kin ve nefreti görmek, insanda arkasına bile bakmadan kaçma duygusu uyandıracak kadar çirkindi…”[25]

Ardında da MİTte yurtiçinde ve yurtdışında pek çok önemli görevde bulunan Cevat Öneş, “Gezi Parkı ile Türkiye genelinde etkilediği kitlesel hareketlilikte; faiz lobisi, Ak Parti-Erdoğan karşıtlığı, provokasyon, bazı yabancı servislerin müdahalelerinin bulunduğu gibi iddialarda, gerçeklik payının olabileceğini de, değerlendirmelerimizde dikkate almak durumundayız,”[26] diyor!

Sonra da Yaşananlar derin yapıların ayakta olduğunu gösterdi,[27] yalanına sarılıyor Prof. Dr İdris Bal…

 

NİHAYET!

 

Tüm bunlar, boşuna ya da nedensiz değil.

Ulaşılan koordinatları, “Bu benim Tarihin Yeniden Doğuşuadını verdiğim önemli bir andır,”[28] diye betimliyor Alain Badiou…

Kanımca isyan açısından net bir şekilde belirlenmesi gereken nokta şudur: Mücadele, uzun süreli ve uzun vadelidir.

Unutulmasın: Hızla bütün ülkeye yayılan muhteşem Gezi Direnişi aklıma yine Bourbon Restorasyonu’nu, “Üç Muhteşem Gün” olarak da anılan Temmuz Devrimi’ni getirdi. “Üç Muhteşem Gün”, 1830 Temmuzu’nda Bourbon rejimini yıkamadı ama rejim de bir daha asla istikrar kazanamadı. Ki bu da aslî bir kazanımdı…

Kim ne derse desin, korkutanları korkutan bir uyanıştır yaşananlar…

Karamsarlığa, “Bitti”, “Tükendi”, “Böyle olacaktı” edebiyatına son verin.

Ne bekleniyordu?

Tek başına 800 milyon dolar servet yaptığı koltuğunu, bir emriyle parmağında oynattığı memleketi, etrafını saran dalkavuk kul ordusunu ilk protesto çığlığında bırakıp gitmesini mi?

Elbette değil. Daha bir çok zorluk var önümüzde. Elbette uzun sürecek. Elbette maddi-manevi nefesimiz kesilecek.

Önemli olan geri dönüş noktasının geçilmesidir. Artık yalnızca ileri gidebilir. Daha sert, daha provokatif, daha zalim olabilirler, başka şansı yok… Ancak AKP’nin en tepeye gitme şansı kalmadı, düşüyor ve düşerken herkesi çekecek.

Dolayısıyla, direnişe evinize bayrak asarak, Facebook’ta “Sıkıldık artık,” yazarak bile destek verdiyseniz, artık tehlikedesiniz. Bizler de geri dönüş noktasını geçtik. Devam etmeme lüksümüz yok. Durursak, kaybederiz. Durursak, kayboluruz.

Bu iş elbette kısa sürmeyecek. Dayanmak ve hareket etmek zorunda.

Bütün memleket açık cezaevine döndürülmüşken; bugün hapisten korkmanın bir anlamı var mı?

Dayanmalıyız birbirimize ve zulme…

Direnişin 15. gününde iktidar sahipleribir kez daha sınıfsal yüzlerini gösterirken, karşılıksız beklentileri de yerle yeksan etti…

Gülümsemeleri de sözleri de sahteydi. Bu nedenle, kurdukları olumlu cümlelerin, verdikleri sözlerin, gösterdikleri diyalog eğiliminin arkasında durmadılar. Zaten ağızlarında eğreti olarak duruyordu, temsil ettikleri sınıfla taban tabana zıt o ifadeler. 

10 yıldır halkı baskı zulüm politikaları ile sindirmeyi temel politika hâline getiren AKP’nin kadroları arasında “iyi niyetli” kişiler arayıp, meseleyi Erdoğan’ın üslubundan ibaret görenlerin, nasıl bir yanılgı içinde olduklarını, eylemin 15. gününde yapılan müdahale ile görmüş olmalarını umut ediyoruz.

Sık sık timsah gözyaşları döken Bülent Arınç, Taksim Platformu’nun kendisine ilettiği talepleri yanıtlama ihtiyacı duymadan, basına bir başka heyetin varlığı ve onunla görüşme hazırlıkları sızdı.

Bu durum, Kürt sorununda yapılanlardan farklı değildir. O konuda da iktidar, var olanların dışında kendi akil insanlarını seçmiş ve İmralı’ya kimlerin gideceği dahil her konuyu istediği gibi yönlendirmiştir. Bugün iktidarın Taksim bağlamlı politikası, bir AKP klasiğidir.

Akşam, “yanınızda olmak isterdim” deyip twittter’da ıhlamur kokularından bahseden vali, sabah Taksim direnişçilerini gaz kokularına boğmuştur.

Bunca çaba, bunca yalan ve şiddet, iktidarın aynı zamanda ne denli halk karşıtı, ne denli sermayeden, sömürü ve talandan yana bir ajandaya sahip olduğunun kanıtıdır. AKP’nin bugüne dek yaptıkları, bundan sonra ne yapacağının işaretidir.

Israrla, direnişçiler arasında fark olduğundan dem vurmaktalar. Doğrudur fark vardır. Ama en büyük fark bile, AKP ile direnişçiler arasındaki farkın yanında hiç kalır.

Gezi Parkı direnişi politiktir, devrimcidir.

Gezi Parkı mücadelesinden, kim bilir, belki de bir şehir gerillası hareketi doğacak; böylelikle de isyancı bir yol bulunacaktır…

Şimdi bize düşen isimsiz yüz binlerce kahraman, sapanlı teyze, Gazi mahallesi, Dersim, Ankara, İzmir, Bodrum, Adana, Samsun, İzmit, Muğla, Hatay, Mersin, Antalya ve daha birçok kent ve kasabadaki on binler, futbol takımı taraftarları, Çarşı Grubu, Türkü, Kürdü, Lazı, Çerkezi, Müslümanı, Alevisi, Ateisti, Ermenisi, Rumu, Musevisi ile bütün halkın açtığı yoldan ilerlemek…

Bu yolda Ethem Sarısülük’ü, Abdullah Cömert’i, Mehmet Ayvalıtaş’ı, gözünü kaybeden Vedat Oğuz’u, Muharrem Dalsüren’i, Burak Ünveren’i, Selim Poyraz’ı, Yusuf Murat Özdemir’i, Necati Metin’i, Mahir Gür’ü, ağır yaralılarımız, yaralılarımız unutmamak/ unutturmamaktır; yaşananların ikinci aşamasının eşiğindeyken…

O hâlde bu noktada “Gelinen aşamanın zorunluluğu belli olmuştur: Direniş romantizmi, reel siyasete dönüştürülmelidir,”[29] reel politikerliklerine ve zırvalara aldırmadan haykıralım hep birlikte Ataol Behramoğlu’nun dizelerini:

“Bir gün mutlaka yeneceğiz,/ ey eski zaman sarrafları!/ Ey kaz kafalılar! Ey sadrazam!’

‘Bitecek bir gün bu zulûm,/ bitecek bu hân-ı yağma’

‘Bir gün mutlaka yeneceğiz!/ Bir gün mutlaka yeneceğiz!/ bunu söyleyeceğiz bin defa!’

‘Yürüyeceğiz yeniden/ yaratılmanın coşkusuyla/ Yürüyeceğiz çoğala çoğala...”

Emin olun ki Mercan’da katledilen 17’ler, yüreklerinde bu dizeleri mırıldanıyorlardı ölümsüz ölümü kucaklarken…

Onların bu umudu, Haziran 2013’de Taksim’den Kızılay’a, Gündoğan’dan Seyyit Rıza Parkı’na uzanan “Anadolu Ya Basta”sını aydınlatıyordu!

 

18 Haziran 2013 17:06:28, Ankara.

 

N O T L A R

[1] 21 Haziran 2013 tarihinde Hamburg’da düzenlenen “17’ler Anması”nda yapılan konuşma… Kaldıraç, No:145, Temmuz 2013…

[2] I. Kant.

[3] W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s.389.

[4] “Savcıya Göre Baret Silah!”, Sol, 15 Haziran 2013, s.5.

[5] Mehmet Baransu, “MİT, Milleti ‘Çok Gizli Damgalıyor”, Taraf, 10 Haziran 2013, s.13.

[6] Mehmet Baransu, “Milli İstihbarat Teşkilâtı Görevde”, Taraf, 12 Haziran 2013, s.13.

[7] “Biber Gazına 21 Milyon Dolar”, Sol, 4 Haziran 2013, s.6.

[8] “Erdoğan’ı Protesto Etmek Haramdır”, Sol, 13 Haziran 2013, s.9.

[9]  Halil Berktay, “Maksimalist Boyölçüşmecilik, Barışa Ve Demokratik Kazanımlara Zarar Verecek”, http://kuyerel.org/yazarlarimizYaziGoster.aspx?id=1314&yazarId=101#.UbxnQmAW9hU.gmail

[10]  Halil Berktay, “Bir Soru: Akp Kendi Kitlesini Sokağa ve Taksim’e Dökerse Ne Olur?”, http://kuyerel.org/yazarlarimizYaziGoster.aspx?id=1316&yazarId=101#.Uby3JOOviNA.gmail

[11]  Halil Berktay, “16 Haziran 2013, Pazar: Saat 17-20 Arası Nişantaşı, Valikonağı”, http://www.kuyerel.org/yazarlarimizYaziGoster.aspx?id=1318&yazarId=101

[12]  Markar Eseyan, “Hedef Yönetemez Hâle Getirmek”, 17 Haziran 2013… http://www.markaresayan.com/?p=1982

[13]  Can Dündar, “Gezi, Taksim Örgütlerini Uyarıyor: Buraya Bayrağınızı Asmayın”, Milliyet, 11 Haziran 2013, s.17.

[14]  Mirgün Cabas, “Gaz Kokusu, Provokasyon Kokusuna Karışmış”, Milliyet, 12 Haziran 2013, s.22.

[15]  Mirgün Cabas, “Gezi, Sessiz Harflere Sağır”, Milliyet, 11 Haziran 2013, s.17.

[16]  Samet Atken, “Gezi’de Siyaset İstemiyoruz”, Milliyet, 11 Haziran 2013, s.16.

[17]  “NTV Sanat Editörü Hasan Cömert: Bütün Marjinallere Teşekkürler”, http://hasancomert.blogspot.com/2013/06/butun-marjinallere-tesekkurler.html

[18]  Nihat Ekinci, “Kürtlerin Beklentisi”, 15 Haziran 2013, “[email protected]

[19] Engin Erkiner, 15 Haziran 2013, “[email protected]

[20] Engin Erkiner, “Savaşın da Ahlâkı Vardır!”, baris_icin_vic., 16 Haziran 2013.

[21] Hasan Cemal, “Başbakan Erdoğan’a: Bu Kafayla Ne Barış, Ne De Demokrasi Gelir”, 16 Haziran 2013, http://www.kurdistan-post.eu/tr/guncel/basbakan-erdoganabu-kafayla-ne-baris-ne-de-demokrasi-gelir-hasan-cemal

[22] “Baskın Oran: İktidar Barış Sürecini Paçavra Gibi Buruşturup Attı”, 18 Haziran 2013… http://www.yenidenatilim.com/?pnum=6240&pt=Prof.Bask%C4%B1n%20Oran:iktidar%C4%B1n%20bar%C4%B1%C5%9F%20s%C3%BCrecini%20pa%C3%A7avra%20gibi%20buru%C5%9Fturup%20att%C4%B1

[23] Can Uğur, “1992 Doğumlu Nur Üstündağ: Bu Direnişle Korkuyu Yendik”, Birgün, 12 Haziran 2013, s.6.

[24] Ayşe Böhürler, “Gezi’de Gördüklerim”, Yeni Şafak, 15 Haziran 2013, s.12.

[25] Özlem Albayrak, “Gezi’nin Gerisi”, Yeni Şafak, 15 Haziran 2013, s.12.

[26] Cevat Öneş, “Gezi Parkı Ruhu ve Bazı Yadsınamaz Gerçekler”, Milliyet, 11 Haziran 2013, s.23.

[27] Murat Aksoy, “Prof. Dr İdris Bal: Yaşananlar Derin Yapıların Ayakta Olduğunu Gösterdi”, Yeni Şafak, 10 Haziran 2013, s.16.

[28] “Alain Badiou: Türk Halkı Ayağa Kalkıyor!”, 18 Haziran 2013… http://yarinhaber.net/news/3977#sthash.Sm1PYjSx.bgGnlXVl.dpuf

[29] Murat Çakır, “Romantizmden Reel Siyasete”, Gündem, 15 Haziran 2013, s.13.