“Türkiye Edebiyatında Ötekiler” dosyasının bu haftaki konuğu Yener Orkunoğlu.           

“Öteki” kavramı, temelde kendini diğerine karşı kabul ettirmenin, tamamlamanın, savunmanın başlangıcı sayılır. “Bizden olmayan” anlayışının gerçekliği aslında kendinin varlığı ile özdeşleşmedir. “Öteki”nin Türkiye edebiyatındaki varlığı, kendi içinde parçalanmışlığı sizce nasıl tanımlanır?

Yener Orkunoğlu: Meseleye edebiyatçı ve edebiyat bilimcisi değil, toplumcu ve politik felsefeci olarak yaklaşmaya çalışacağım.

Öncelikle “öteki” kavramının tarihçesine kısaca değinme gereği duyuyorum. “Öteki” kavramı, tarihsel süreç içinde çok farklı şekillerde algılanmış, değişik çağlarda farklı biçimlerde ortaya çıkmış. Örneğin Antik Yunan’da Grek olmayanlara “Barbar” deniliyordu; Barbar kavramı “öteki halklar” anlamında kullanılıyordu. Ortaçağda, dinsel kimlik temeline dayanan ötekileştirme anlayışı egemen bakış açısıydı; Katolik, Müslüman, Yahudi gibi kimlikler ağır basan kimliklerdi. Modern çağla birlikte, özellikle Fransız Devrimi sürecinde ortaya çıkan millet(ulus) kavramı ötekileştirme için temel kavram haline geldi. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki öteki anlayışı, Türkiye Cumhuriyeti’ndeki “öteki” anlayışından doğal olarak farklı.

“Öteki” kavramı, felsefeden sosyolojiye ve politikaya, oradan de edebiyata geçen bir kavram. Dolayısıyla “öteki” meselesine felsefi açıdan yaklaşmak daha doğru bir yöntem. Bireysel ve toplumsal olmak üzere iki tür ötekileşmeden bahsetmek mümkün. Bireysel düzlemde (Ben ve Öteki) her bireyin kendisinin farkına varması “öteki” tarafından tanınmasına dayanır. Toplumsal düzlemde farklılaşma "Ben" üzerinden değil “biz” üzerinden yaratılarak tanımlanır. Bu konuda Hegel’in Kendinin-Bilinci-Öteki diyalektiğine kısa bir gönderme yapmak yerinde olur. 

Hegel ve özbilinç sorunu

Hegel felsefesinde, Kendinin-Bilinci (Öz-Bilinç), bir dolayımı gerektirir; bir insanın kendine “Ben” diyebilmesi, “öteki”nin varlığını gerektirir. Ama ötekisi olumsuz olarak değil, farklı olarak gösterilir. Ötekisi olmadan, “Ben”’ kavramının oluşamayacağına dikkat çeker Hegel. Demek ki Hegel diyalektiği Ben ve Ötekisinin birliğini ve her ikisini içeren daha kapsamlı bir bütünlüğe dayanmakta. Ben ve Öteki, bu kapsamlı bütünlüğün parçaları olarak ele alındığında anlamlı. Hegel, Ben ve Öteki, arasındaki farklılıkları görmezden gelmez, farklılıkların ortak yanlarına dikkat çeker. Farklılıkların üstünlük veya aşağılık olarak algılanmasına karşı olarak Hegel’in şu sözleri anlamlı: “İnsan, insan olduğu için değerlidir; Yahudi, Alman, Katolik, Protestan, İtalyan vb. olduğu için değil. Bu fikri savunan bilinç, sonsuz öneme sahiptir.“

Ben veya Biz ile “ötekilerin” ortak yanı insan olması. İnsan, evrensel bir varlık. İnsanların farklı kişilikleri ve toplumların farklı kimlikleri olabilir, ama evrenselci anlayış, farklı kimlikleri reddetmeden, ortak yanları da dikkate alırken, milliyetçi yaklaşım farklı kimliği genel olarak ötekileştirir; ortak paydayı dikkate almaz; evrenselliği ve bütünlüğü görmezden gelir, evrenselliğin yerine kendi milletini (“biz”i) geçirir. Parçayı abartıp, bütünü görmezden gelir. Alman düşünürü Lessing´e göre milliyetçilik, “insana dünya vatandaşı olduğunu unutturmaya çalışır.”

Önemli olan ötekini küçümsemeyen, çatışma yaratmayan, dışlayıcı olmayan öteki anlayışına ulaşmak. Bu anlayış ise, farklılıkları gören, ama kendi toplumunu üstün görmeyen, ayrıca kendisini dünyanın organik bir parçası olarak algılayan evrensel bir bakış açısını gerektiriyor.

Yeri gelmişken millet ve milliyetçilik konusundaki yaygın hatalı görüşlere dikkat çekmek gerekir. Millet (Ulus) kavramı, Fransız düşünürleri tarafından, devrimci bir anlamda kullanılmıştı; millet, dinsel ilkelere ve kutsal kitaba göre düzenlenen bir toplumu değilkendi yaptığı anayasaya göre kendini örgütleyen bir halk demekti. Bir başka deyişle millet, politikleşmiş halk anlamında kullanılıyordu. Fransız düşünürlerin millet (ulus) anlayışında dile, kültüre, soya, ırka gönderme yok. Ne var ki, millet kavramının içeriği, daha sonra özellikle Alman Romantik düşünürleri (Herder ve Fichte) tarafından değiştirilmiş, dil, kültür, soy, etnik kökene dayanan millet anlayışı ortaya atılmış.

Dil, kültür, soya dayanan böylesi bir ulus anlayışı, Almanya’dan başlayarak dünyaya yayılmış. Milliyetçiliğin iki temel ilkesi şöyle ifade edilebilir: Birincisi, ulus ve devlet birbiriyle özdeşmeli/çakışmalı, her ulusun bir devleti olmalı. İkincisi, ulus-devletin tek ortak bir dili olmalı. Türkiye’de yaygın olan da bu gerici millet anlayışı. Türk edebiyatında “öteki” kavramı Alman romantik düşünürlerinin geliştirdiği millet ve milliyetçilik anlayışının etkisi altında yorumlanmış. Alman Romantizmi, öz olarak Fransız Aydınlanmasının akılcılığına ve bireyi merkeze alan İngiliz Aydınlanmasına karşı bir hareket olarak doğmuş. Almanya kaynaklı gerici milliyetçilik anlayışı, bizim gibi ülkelerde “milliyetçi şizofreni” biçimini almakta. “Milli Çıkarlar“ fetişize edilir.

Etno-milliyetçilik

Etno-milliyetçiliğin kuramcısı olarak görülen eski Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un 1930’lu yıllarda söylediği şu sözler Türk milliyetçiliğinin bakış açısını gözler önüne sermektedir: “Dost, düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler; bu memleketin efendisi Türklerdir. Saf Türk ırkından olmayanların Türk vatanında tek bir hakları vardır: Türklere hizmetçi olma, köle olma hakkı.

Bu bakış açısının Türkiye’yi azınlıklar mezarlığına dönüştürdüğünü ileri sürmek abartı olmaz. Ulus ve devlet özdeşleşmesi, insanlığa büyük acılar getirmiştir.

Bireysellikten toplumsallığa ya da imgesel olandan simgesel olana doğru genişleyen var olma aslında bir nevi “tavır”dır. Farklılıkların kendinden değil yaşadığı toplumdan hareketle oluştuğunu öne süren Baudrillard, “öteki”nin sırrını “Kendim olma imkanının bana asla verilmemiş olmasıdır ve ancak dışarıdan gelenin kaçınılmaz saptırmasıyla var olurum” şeklinde açıklar. Bu doğrultuda Türk edebiyatında “öteki”nin var ettiği bir edebiyat anlayışı var mı?

Yener Orkunoğlu: Soruda dile getirilen imgesel ve simgesel sözcükleri, bana Fransız psikanalist Jacques Lacan’ı çağrıştırıyor. Fransızların Freud’u olarak adlandırılan ve yapısalcı felsefeden etkilenen Lacan’a göre psikanaliz, bilinç dışının bilimi. Freud'a geri dönmeyi önererek onun görüşlerini güncelleştirmeye çalışan Lacan, klasik id/ego/süperego üçlüsünün yerine İmgesel/Simgesel/Gerçek üçlüsünü geçirdi. Lacan’ın üçlüsü ruhsal yaşamın üç ayrı düzlemi. Ama ruhsal yaşamı ekonomik, siyasal ve kültürel yapıdan tamamen ayrı incelemek doğru bir yaklaşım değil. 

Postmodernizmin öteki anlayışı sorunlu

Postmodern düşünürlerin, “kimlik” ve “öteki” konusundaki görüşlerinin doğru olmadığını düşünüyorum. Çünkü “öteki” sorunu “dışlama”, yani tek yanlı olarak alınıp, "biz" ve "öteki"ni kapsayan daha geniş kavram (insan olma) dikkate alınmamakta. Görüşüme göre “kimlik” ile “öteki” kavramlarını birbirinden ayırmak gerekir. “Öteki” kavramı çoğu zaman olumsuz anlamında kullanılırken, “kimlik” kavramı, diğerini olumsuzlamadan, farklılığa dikkat çekmekte. Ama farklı kimliklerin ortak yanlarını ele almayan kimlik anlayışı da sorunlu.

Postmodern düşünürlerin başpapazı olarak değerlendirilen sosyolog ve filozof olan Jean Baudrillard’ın söylediklerini gözden geçirelim. Onun cümlesi yakından incelendiğinde, özneyi reddeden ve özneyi verili yapının/koşulların esiri haline getiren tek-boyutlu bir bakış açısını yansıtmakta. Çünkü öteki meselesini tek-yanlı ele alıyor. “Biz” ve “öteki”ni radikal bir biçimde birbirinden ayırmakta, ikisinin ortak yanlarını görmezden gelmekte ısrar eder gibi. Toplumdan izole olmuş bir insan, ancak masallarda var olabilir. Bu nedenle Baudrillard’ın görüşünün hatalı olduğunu vurgulamam gerekiyor. Bu tek-boyutlu ve hatalı bakış açısı Türk edebiyatında ötekileştirmeyi anlamak için bir anahtar olabilir. Verili Türk milliyetçiliğine teslim olan Türk edebiyatı, Müslüman Türk’ü merkeze koyarak, ötekini kötü ve ikincil sınıf olarak göstermeye eğilimlidir.

Türkiye edebiyatında öteki

Osmanlı-Türk Romanında Tarih, Toplum ve Kimlik adlı kitabında Taner Timur, ötekilere nasıl yaklaşıldığını anlatır. Türk edebiyatının ilk köy romanı kabul edilen Karabibik'te Rum Doktor Linardi'nin karısı Eftalya, ahlaksız bir kadın olarak gösterilir. Osmanlı-Türk romanlarını inceleyen Taner Timur, gayrimüslim kadınlara nasıl yaklaşıldığını şöyle belirtiyor:

"Bunlar Osmanlı romanına örnek bir aşk süjesi olmaktan ziyade, Batı ahlaki çöküntüsünün uzantısı, şehvet objeleri olarak sokulmuşlardır.(...) Kambibik'te Rum Doktor Linardi'nin karısı Eftalya, önüne gelenle kırıştıran bir hoppadır. Zehra'da ise Rum dilberi Ürani, roman kahramanının eski karısının ondan intikam almak için buluğu hafif bir kadındır. Yine de behimi duygular aracılığıyla Suphi’yi avuçlarının içine alır ve kendine bende yapar. Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın Şıpsevdi’sinde ise bir kahraman "alafranga"ların kadın seçerken "Ermeni olsun, Rum olsun, Çıfıt olsun Frenk olsun. Tek Türk olmasın da ne olursa olsun" düşündüklerini ileri sürer. Aslında Osmanlı toplumunda gayrimüslim kadınlardan çok daha serbest davranabilirler. Dinleri dolayısıyla Batı’daki gelişmelere daha açık oldukları için kadın erkek ilişkilerinde de daha özgür yaşanabilirler. Osmanlı romanı bu gerçeği abartarak vermiştir."

Türk edebiyatının modern döneminin başlarında Anadolu’da yaşanan savaşın etkisi Yakup Kadri, Halide Edip, Ömer Seyfettin vs. gibi yazarların eserlerinde milliyetçilik teması güçlü tutulmuş. Bu eserlerde felsefik, aydın anlayıştan uzak esas olarak Türkçülüğün, üstünlüğü vurgulanır. Bununla beraber Türkçülüğün yarattığı yazarların kendinden olmayana (Kürt, Ermeni, Yunan vs.) karşı baskın olma çabasının nedenlerinden bahsedebilir misiniz?

Yener Orkunoğlu: Öncelikle üç noktanın vurgulanması gerekir. Türkiye’de güçlü bir felsefe geleneği olmadığı için, Türk fikir hayatına yön veren düşünürler filozoflar değil, esas olarak köşe yazarlarıdır. İkincisi, Türk entelektüellerinin büyük çoğunluğu, Aydınlanma felsefesinden değil, August Comte’nin geliştirdiği, egemen sınıfların çıkarlarına uygun olan “tezatsız” ve “ahenkli toplumu” savunan tutucu bir felsefeden, pozitivizmden etkilendiler. Üçüncüsü, Türk entelektüelleri dinle uzlaşmayı tercih ettiler.

Gerçek bir Aydınlanma yaşanmadığı için Türk entelektüelleri, dinsel ve ulusal kimliği .(Türk-İslam Sentezi) birleştirmeye çalıştılar. Onların "millet" konusundaki görüşleri özelikle 19 yüzyılda şekillenmeyle başladı. 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı Türkiye’de milli bilincin oluşumunda önemli bir dönemeç. Osmanlıcı ve İslamcı ideolojiler, Osmanlı İmparatorluğunu kurtarmaya yetmediği için, Türkiye Türkçülüğü temelinde ulus-devlet olarak cumhuriyet ortaya çıktı.

Ulus ve devletin çakışmasını öngören milliyetçi ideolojinin kaynağının esas olarak Alman romantizmi olduğu yeterince ele alınmış bir konu değil. Alman Romantik düşünürleri tarafından geliştirilen dil, kültür, soy, etnik kökene dayanan millet anlayışı, ilkin doğu Avrupa’ya, Balkan ülkelerine ve daha sonra bizim gibi ülkelere yayılıyor. Milli kimlik temelinde ötekileştirmenin 20. yüzyılın başından itibaren yaygınlaşmaya başladığı söylenebilir. Özelikle 1908 sonrası milliyetçi edebiyat gelişmeye başlar. Balkan Savaşlarının, Çanakkale muharebesinin Türk entelektüellerinde milli bilincin gelişimini kolaylaştırıcı rol oynadıkları kesin. Yukarıda geçen yazarlar Balkan Savaşları, Çanakkale ve Milli Mücadele'yi anlattıkları eserlerinde milli bilincin gelişmesini desteklerken, “öteki” meselesini genellikle 'ihanet' temasına bağlı ele almışlar.

Türk edebiyatında Türk milliyetçiliği, esas olarak “öteki” düşmanlığı üzerinden yükseldi. “Öteki” meselesini en çok işleyen Ömer Seyfettin’e göre “azınlıklar Türklerin koyunlarında besledikleri yılanlardır.” Ömer Seyfettin, Osmanlı’nın güçlü olduğu dönemde bir soykırım yapmamasının tam bir hata olduğunu; aynı hataya düşmeyeceğini, Beyaz Lale adlı kitabındaki kahramanlarından Radko Balkaneski’na söyletir.

Radko Balkaneski onlara döndü. Kollarını masaya dayadı. Laflar ağzından görünmez, sönmez bir alev gibi çıkıyor, ciddi bir sessizlik ile dinleyen komitacıların sanki gözlerinden, kulaklarından, burunlarının deliklerinden geçerek kalplerinin, ruhlarının en karanlık derinliklerine giriyor, orada zehirli kıvılcımlar parlatıyordu.

— Dikkat ediniz kardeşler, dikkat, diye devam ediyordu, yüksek meclisin kararına aykırı bir şey yapmayasınız! Katliam sosyal bir ilaçtır. Sosyal vücutlar da organik vücutlar gibi aynı kanunlara tabidir. Bir hastayı tedavi ederken fena mikropların vücutta kalmasına müsaade etmek, onların yeniden üreyip hastayı öldürmesini istemek demektir. Bir memleket alındığı vakit yabancı bir unsurun kalmasına müsaade etmek de, bu mağlupların galiplerine karşı besleyecekleri pek tabii olan kin, garezle silahlanarak üremelerini, bir gün vatanın en zayıf zamanında kalkıp intikam almalarını istemek demekten başka bir şey değildir. Biz bu hatayı yapmayacağız.”

Milli Mücadele'yi anlattığı Ateşten Gömlek adlı eserinde Halide Edip Adıvar, İngiliz milliyetçiliğine karşı, Türk milliyetçiliğinin, Türk milli bilincinin gelişimini anlatırken, ötekileri kötü göstermekten geri kalmıyor. Adına milli mücadele denilen harekette İslam dini, bir ölçüde milliyetçilik rolü üstlenmiştir.

Çöküş döneminin romancısı olarak adlandırılan Yakup Kadri Karamanoğlu’nun romanlarındaki "öteki" meselesini inceleyen yazar Aslı Çete’ye göre Yakup Kadri, Panorama adlı romanında ötekini bir istikrarsızlık kaynağı olarak görmüş, Yunanistan’dan gelenler konusunda olumsuz bir yaklaşım sergilemiş. Romana Yunanistan’dan gelenler, Yanyalı mübadil Fazlı Bey, muhacir kızı Hamiyet ve ablası Kevser hep olumsuz özelliklerle betimlenirler. Aslı Çete, Yakup Kadri’den aktarıyor:

Halil Ramiz’in bildiğine göre, Yanyalı Fazlı Bey isminde bir adam, Ankara’da yüksek mevki sahibi olan akraba veya hemşerilerinden birinin nüfuzuna dayanarak haksız yere birçok emval ve emlak’e elkoymuş ve bununla da kalmayıp, kendisini parti başkanlığına geçirttikten sonra, halkı her yandan istediği gibi kasıp kavurur olmuştu.“

(…)Buraya gelip yerleşeli on seneyi geçiyor. Resmi münasebetler dışında yerlilerle hiçbir dostluk ya da ahbaplık ettiği görülmemiştir. Hizmetinde bulunanlar, hep kendi hemşerileridir; çiftliğini Türkçe bilmez bir sürü Arnavut’la doldurmuştur. Kendisi de hâlâ adamakıllı Türkçe konuşmasını öğrenememiştir. Evinde ailesiyle hep Rumca konuşurmuş. Malumuȃlileri [bildiğiniz gibi], bu lisan halk arasında işgal zamanına dair birçok acı hatıra uyandırır.“

Yazar H. Millas Türkiye’de Yunan düşmanlığı konusunda şöyle diyor: “ ‘Yunan’, Türk milliyetçiliğinin temel düşmanlarındandır, hatta belki de başka ‘öteki’lere kıyasla (Rus’a, Ermeni’ye, vb. kıyasla) bir numaralı ‘öteki’dir.”

Etnik kökeni ve kullandıkları dilin ortaklığına rağmen yazarlar, birbirlerine göre “öteki” içinde değerlendirilir. Yazarları bu tarz değerlendirmelere götüren nedenler nelerdir?

Yener Orkunoğlu: "Ötekini" olumsuz olarak yansıtan bir sanatın hatalı bir sanat anlayışına teslim olduğunu düşünenlerdenim. Sanat konusunda Alman filozofu Hegel’in düşüncesini kısaca açıkladıktan sonra, sanattaki ötekini olumsuz algılayan nedenlere değineceğim.

Hegel, kendi sistemine uygun olarak Mutlak Tini sanat, din ve felsefe olmak üzere üç alana ayırır. Ona göre insan bilincinin farklı biçimleri olan sanat, din ve felsefe esas olarak mutlak tinin yansıma biçimleri. Mutlak tin, sanatta duyumsama/seyretme (Anschauung), dinde tasarım(Vorstellung) felsefede ise kavram olarak kendini gösterir. Hegel, sanatı üç (genel, özel ve tikel ) perspektiften inceler. Genel olarak sanat, yukarıda de denildiği gibi, mutlak tini duyumsama/seyretme aracılığıyla yansıtır. Özel sanatı ise çağlara göre üçe ayırır: Sembolik, Klasik ve Romantik sanat. Sembolik sanat, esas olarak Eski mısır dönemindeki, Klasik Sanat Antik Yunandaki, Romantik sanat ise Yeniçağdaki sanat biçimlerini açıklar. Bu üç özel sanat dönemi de kendi içinde özel sanatları içerir. Sembolik çağın en belirgin ve egemen tikel sanatı, büyük mimari (Piramit, tapınaklar) eserlerdir, Antik Yunan’daki egemen tikel sanat heykeller. Romantik dönemin üç tikel sanatı ise resim, müzik, şiirdir. Şiir, resim ile müziğin diyalektik sentezi; şiir, resim sanatından resimsel temsilimi, müzikten ise ahengi alır.

Metodolojik milliyetçilik nedir?

Şimdi Yazarları, "ötekileştirme" değerlendirmelerine götüren nedenlere değinmek istiyorum. Kanımca, en önemli neden dünyada yaygın ve egemen olan metodolojik milliyetçilik.

Peki, metodolojik milliyetçilik ile kastedilen ne?

Metodolojik milliyetçilik, yöntem olarak tek bir milleti, devleti veya kültürü konu edinir ve araştırır. Bir devleti veya milleti, diğer devletleri ve milletlerden kopuk ve tecrit edilmiş olarak inceler. Oysa yakından bakıldığında hiçbir devlet, diğer devletlerden ayrı olarak incelenemez. Örneğin, Osmanlı Devletinin tarihi, diğer devletlerin (Fransa, İngiltere, Rusya, Almanya vb.) tarihinden bağımsız olarak nasıl incelebilir? Türkiye Cumhuriyet’inin tarihini Yunanlıların, Ermenilerin, Kürtlerin vb. tarihinden ayrı olarak yazmak, tabloyu bütün olarak gözler önüne sermez, tablonun sadece bir parçasını gösterir. Tek tek devlet ve milletlerin tarihini diğer devletlerden veya milletlerden ayrı olarak yazmak, eksik bir yaklaşım. Tek tek devletlerin tarihi, ancak dünya tarihinin bir parçası olarak sunulursa anlamlı.

Bu açıklamalardan çıkarılacak sonuç, sanat dünyasında ötekileştirmenin, milliyetçi bakış açısından kaynaklandığı. Yazar Milâs’ın ilginç bir saptaması vardır. Milli mücadele öncesi ve sonrası kaleme alınmış edebi metinler ile anı metinlerinin “öteki”ne yaklaşımı birbirine ters orantılı. Buna göre Yunan, edebi metinlerde yüzde 96 olumsuzken, anı metinlerinde yüzde 85 olumludur. Bu olgu, edebi metinler aracılığıyla grup önyargısının yaratıldığını ve edebiyatçıların bu önyargıların güçlenmesine destek verdiklerini gösterir.

Burada İlhan Tekeli’nin “Tarih Yazıcılığı ve Öteki Kavramı Üzerine Düşünceler” başlıklı yazısında sorduğu iki soru anlamlı. Bir toplum niye grup önyargıları yaratır? Grup önyargısını yaratmanın mekanizmaları neler?

Tekel’i bir başka yazarın görüşünü aktarıyor: Grup önyargısı yaratma çabası emperyalist çağda daha yaygın hale geldi. Çünkü emperyalist devletler kendi refahları uğruna başka ulusları esir olarak kullanmanın normal olduğunu düşünüyorlar. İlhan Tekeli’nin söylediklerine şöyle bir ek yapmak mümkün. Sadece emperyalist devletler değil, baskıcı ulus-devletler de kendi topraklarında yaşayan diğer uluslara ve azınlıklara sadece “köle olma hakkı” tanır. Eğer sanatçılar ve “tarih yazıcıları gerginliklerin artmasına katkıda bulunmak istemiyor, tersine barışın yaygınlaşmasına yardımcı olmak istiyorsa, "öteki" kavramının işlevleri ve nasıl yaratıldığı üzerinde düşünmelidirler."

Bir toplumda “öteki” sayılmak hem yabancılaşmayı hem de öz benliğe doğru bir arayışı başlatır. Bireysel olarak güçlenen sanatçı, kimliği ve öz değerleri ile çıktığı yolda çoğu zaman farkında olmadan evrensele ulaşır. Bunun için aynı ülke toprağında olmak da gerekmez. Çemberin dışında olanları yani ötekileştirilenleri “öteki” yapan temel olgular ve bu sanatçıların evrensel açıdan buluştukları ortak noktalar var mı?

Yener Orkunoğlu: Öncelikle kendi kimliği ve öz değerleri ile yola çıkan bir sanatçının hangi düşünce çerçevesine dayanarak “evrensel”e ulaşabileceğini açıklamak gerekir. Milliyetçi bir bakış açısını temel alan bir sanatçının, evrensele ulaşması mümkün değil. Çünkü milliyetçilik ideolojik yapısı gereği evrenselliğin reddi. Türkiye Cumhuriyeti sonrası dönemde evrenselliğe ulaşan bir entelektüelin var olduğunu bilmiyorum.

Şimdi sorunun ilk kısmına “Çemberin dışında olanları yani ötekileştirilenleri “öteki” yapan temel olgular var mı” Ötekileştirme, grup önyargısı yaratmanın sonucudur; grup önyargısının kaynağı da, milliyetçi metodolojiye dayanır. “Öteki” yaratarak ve ötekisini kötü göstererek gerginlikler yaratan bir edebiyatçı, sanatçı, milliyetçi yönteme teslim olmuş biri olarak değerlendirilebilir.

Milliyetçi yöntem, insanları milli kimliklere mahkum etmekle kalmaz, hem ötekileştirerek hem de gerilim yaratarak baskı ve savaş için koşullar yaratır. Milliyetçilik, işçi sınıfının dünya çapında ortak çıkarlarını gizlemeye hizmet eden bir ideoloji. Milliyetçi ideoloji, işçi sınıfını burjuvazinin boyunduruğu altında tutan işçileri birbirine karşı harekete geçiren egemen sınıfların aracı. Milliyetçilikten kurtulamayan bir sanatçının evrensel açıdan insanlığın ortak noktalarını bulması olanaksız.

Soyut enternasyonalizmin yetersizliği

Yeri gelmişken milliyetçilik ile milli kimliği önemsemeyen soyut enternasyonalizmin birbirinin ikiz kardeşi olduğuna dikkat çekelim. Kimileri, kimlik, dilin vb. önemli olmadığını, her milletten olan işçilerin ortak sınıf çıkarını savunmanın daha önemli olduğunu iddia eder. Böyle bir görüşü savunup, kendini sosyalist sanan birçok insan var. Soyut enternasyonalizm, kimlikleri görmezden gelerek, insanları milli kimliklerinden yoksun ve mahrum bırakır. İnsanları milli kimliklere mahkum etmeyen, ama diğer yanda milli kimlikleri ve farklılıkları dikkate alırken ortak yanları öne çıkaran somut enternasyonalizme ihtiyaç var. Ortak yanlardan kastedilen ise dünya çapında işçilerin çıkarlarının ortak oluşur. Dili yasaklanan bir ulusun veya halkın, dilini özgürce konuşmasını savunmayan bir sanatçı, evrenselliğe ulaşamaz.

Dünyaya yüzeysel açıdan ve görünüşüne göre değil de daha derin bir bakış açısından yaklaşıldığında şu gerçeği görürüz: Dünya’daki asıl belirleyici ayrım, ekonomik ve toplumsal alanda işçiler ve kapitalistler arasındaki ayrım, dinsel ve milli kimlik, genel olarak ikincil ayrım, ama belirli dönemlerde ulusal sorun öne çıkıp birincil sorun olabilir.                  

Geleceği olmayan milliyetçilik

Milliyetçilik, geçmişte ülkelerin bağımsızlaşmasına ve ekonomik kalkınmasına hizmet eden bir projeydi. Tarihçi Hobsbawm, milliyetçiliğin kaydettiği bazı ilerlemelere rağmen, potansiyel açıdan zayıfladığı tezini savunur; milliyetçiliğin geleceğinin parlak olmadığını ileri sürer. Ona göre milliyetçilik gerçekte olduğundan daha güçlü gibi görünür.

Dolayısıyla şu tez ileri sürülebilir: Milliyetçiliğe ve etnisiteye dayanan politikalar hala etkili olmalarına rağmen, daha önceki dönemle (1830-1945) karşılaştırıldığında eski etkisini yitirir. Bu nedenle tarihsel değişimin bir faktörü olan milliyetçilik gerilemekte. Hobsbawm şöyle diyordu: “Milliyetçilik, ne kadar kaçınılmaz olursa olsun, artık Fransız Devrimi ile İkinci Dünya Savaşı arasındaki çağın tarihsel gücü değildir.”

Dolayısıyla tek-dil/tek-millet/tek-bayrak düşüncesine dayanan bir ulus-devlet anlayışı ile ulus ve devleti birbirinden ayıran, tek-dil/tek-millet anlayışının karşıtı olan yeni bir demokratik ulus tanımına gerek var. İnsan hak ve özgürlüklerini temel alan, resmi dili savunmayan yeni tipte bir topluma ihtiyaç kendini dayatmakta.

Avrupa kendi içinde Avrupa kimliği yaratmaya çalışırken, özellikle Ortadoğu’da milliyetçiliği körüklemekte. Milliyetçiliğin panzehiri, devlet ve ulusu birbirinden ayıran yeni tipte bir ulus anlayışını savunan sosyalist aydınlanma.

Yener Orkunoğlu hakkında

1953’te Kars’ta doğdu. Karadeniz Teknik Üniversitesi Matematik Bölümünü bitirdi. 1977 yılında siyasal nedenlerden dolayı yurtdışına çıkmak durumunda kaldı ve Almanya’ya yerleşti. Darmstadt Üniversitesi Ekonomi-Bilgisayar Mühendisliği bölümünde okuduktan sonra aynı üniversitede öğretim görevlisi olarak çalışmaya başladı. Halen aynı üniversitede çalışmakta olan Orkunoğlu, birçok gazete, dergi ve internet sitesinde siyasal ve toplumsal içerikli incelemeler yayınlıyor. Orkunoğlu’nun ‘Bilim ve Gelecek’, ‘Hayat ve Sanat’, ‘Dönüşüm’, ‘Müdahale’, ‘İnsancıl’ gibi dergilerde uzun araştırma yazıları yayınlandı. Yurtdışında günlük gazete olarak yayınlanan Yeni Özgür Politika’da 12 boyunca köşe yazarlığı yaptı.

Çalışmalarında merkezcil yeri felsefi, sosyoloji, ekonomi politik içerikli yazılar oluşturuyor. Orkunoğlu, son dönemde Hegel felsefesi ve Marksist felsefe konusunda araştırmalar yürütmektedir. 

Orkunoğlu’nun biri çeviri olmak üzere 3 eseri var:

Çeviri: Sosyalizmin Yenilgisi ve Geleceği -Çeviri. Hans Heinz Holz- (Yordam Yayınları 2010)

Kitapları“Nietzsche ve Postmodernizmin Gerçek yüzü” (Ceylan Yayınları 2007)

Marksizm ve Güncellik (Etik Yayınları 2010)

(Kaynak: Bianet)