“Gecenin karanlığında güneşi pencerene çizebilmek.”[1]                                                                                                                                                                                                                                                                                              
Alexandre Dumas’nın tabiriyle, “Gecenin karanlığında güneşi pencerene çizebilmek,” dik durabilen özgür insanlara özgü bir haslettir…

Eğer bir özgür toplum yaratılacaksa, bu ancak dik durabilen özgür insanların ısrarıyla yani Paul Goodman’ın, “Özgür bir toplum, eski düzenin yerini ‘yeni düzen’in alması olamaz. Özgür bir toplum, özgür eylem alanlarının toplumsal yaşamın çoğunu oluşturuncaya dek yayılmasıdır,” diye formüle ettiği yoldan gerçekleştirilebilecektir.

Bu bağlamda da -kuşku yoktur ki- kadın(lar)ın kurtuluşu sorunun esasını teşkil ederken; yaşa(tıl)dığımız coğrafyada Recep Tayyip Erdoğan’ın kadın dernekleri ile yaptığı toplantıda, “Ben zaten kadın erkek eşitliğine inanmıyorum”; 7 yılda yüzde 1400 artan kadın cinayetleri hakkında, “Kadına şiddet abartılıyor”; Münevver Karabulut cinayeti için, “Yalnız bırakılan ya davulcuya ya zurnacıya,” saptamalarına (!?) ekler AKP Bakanı Vecdi Gönül, “Türk kadını evinin süsüdür…” veya AKP Milletvekili, İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Ayhan Sefer Üstün, “Tecavüzcü, kürtaj yaptıran tecavüz kurbanından daha masum,” diye!

Söz konusu cinsiyetçi cinnet tablosu Søren Kierkegaard’ın, “Kadın… Kadın… Kadın olmak öyle tuhaf, öyle akıl karıştırıcı ve öyle karmaşık bir şeydir ki, ona ancak bir kadın katlanabilir,” biçiminde formüle ettiğidir!

Ancak buna katlanmayan, kalemine sarılarak başkaldıran kadınlar da vardır.

Onlar Elias Canetti’nin, ‘Yazarın Uğraşı’ndaki ifadeyle, “Yazarın işi, insanlığı ölümün kucağına bırakmak olamaz...”;[2] Oruç Aruoba’nın, “Yazar, en baştan zamana aykırı düşen kişidir,”[3] diye tarif ettiklerindendir…

Ve bu tarifler, bir kaçı hariç, en çok yazmak eyleminin kadınlarına yakışır…

* * * * *

Onlardan ilki, “Tek bir kelimeden binlerce anlam çıkardığım günler de oldu, yazılan uzun cümleleri görmezden geldiğim günler de. İnsanlara inanmaya çalışmaktan yoruldum,” vurgusuyla şunları ekleyen Tezer Özlü’dür:

“Sınırları tanıyan, benimseyen, bu sınırlara uyum gösteren hiçbir insan, karşı çıkmanın sonundaki bireysel bağımsızlığa erişemeyecek. Hem karşı çıkıp, hem de sınırlarda yaşayan insan, yaşamı boyunca çıkmazından sıyrılamayacak...

“Sınırlar kadar hiçbir kısıtlamadan sıkılmadım ve kendi sınırlarımın içinde kendi sınırsızlığımı kurdum. Hiç değilse bana özgü bir sınırsızlık, kendi suskum, kendi çığlığımın sınırsızlığı...

“İnsan ne denli derin düşünebiliyorsa, sevgisi o denli derindir. O denli doyumsuzdur. Ve acısı da o denli büyük...

“Her gidiş, her yolculuk, kendi ‘benimin’ bilinmeyenine doğru, bilmek için bir iniştir...”[4]

Evet Haluk Giriz’in işaret ettiği üzere, “Tezer Özlü; alışılagelmiş toplumun genel normlarına uygun ilişki kalıplarına, ikiyüzlü yaşamları olumlayan yapıtlara, içtenliksiz biçim ve sözcük oyunlarına karşı gerçek yazını savunmak ve bu savunusunu yaşam biçimleriyle de perçinlemek amacındadır.”[5]

43 yaşında ölen O; kısa süren yaşamına (1942-1986), yayımladığı dört küçük kitabına rağmen, özgün dili, kurgu yapısı ve imge dünyasıyla bizi büyülemeye devam eden bir yazarken;[6] içtenlik ve adressiz olmak hâlleri Özlü’yü kuşatan en önemli metaforlardan ikisidir.

Gerçekten de “Burası bizim yurdumuz değil ki, burası bizi öldürmek isteyenlerin yurdu!”

“Neden yazılır? Dünya acılı olduğu için yazılır. Duygular taştığı için yazılır. İnsanın kendi zavallılığından sıyrılması çok güç bir işlemdir. Ama insan bir kez bu zavallılıktan sıyrılmaya görsün, o zaman yaşamı kendi egemenliği altına alabilir. İşte böylesi bir egemenliği bir iki kişiye daha anlatmak için yazı yazılır. (Ya da kendi kendine kanıtlamak için). Çünkü, insanın kişisel özgürlüğü, kendi dünyasına egemen olmasıyla başlar. Dünyasına egemen olan insan, acıları coşkuya, bunalımı yaratmaya, sevgisizliği sürekli aşka dönüştürebilir. Ben dünyama egemen olmayı edebiyatla öğrendim...”

“Neden edebiyat? Yeryüzüne dayanabilmek için,” diyen O, insana yolculuk öyküsüdür bir yanıyla...

Egemenlere karşı çıkılan ölüm-kalım savaşının edebiyat cephesinde bir an dahi geri adım atmayan yaşamıyla, yazdıklarıyla O, hâlâ bir esin kaynağıdır.

İlk kitabı 1963’ten itibaren dergilerde yayımlanan öykülerinden oluşan ‘Eski Bahçe’dir. Kitap ilk kez 1978’de basıldı. 1980’de ilk romanı olan ‘Çocukluğun Soğuk Geceleri’ yayımlandı.

Kendisini derinden etkilemiş üç yazar olan Svevo, Kafka ve Pavese’nin izinden giderek yazdığı ikinci romanı 1983’te ‘Auf den Spuren eines Selbstmords/ Bir İntiharın İzinde’ başlığıyla yayımlandı.

1983 Marburg ‘Yazın Ödülü’nü kazanan yapıtı, ‘Yaşamın Ucuna Yolculuk’ başlığıyla Türkçeleştirilerek, bir anlamda yeniden yazıldı. Bu hâliyle 1984’te basıldı.

İlk öykü kitabı ‘Eski Bahçe’ ölümünün ardından, daha sonra yazdığı öykülerle birlikte ‘Eski Bahçe-Eski Sevgi adıyla 1987’de okurla buluştu.

Evet yazdıklarıyla O; “Biatçı topluma had bildirir,”[7] hâlâ…

* * * * *

Sonra Sevgi Soysal…

“Haklar; bir dudağı yerde bir dudağı gökte haremağalarının, kem gözlerden saklı tuttuğu saray gözdelerine benzeyen haklar!”[8] diyen Sevgi Soysal, 1970’leri yazar…

O günlerde memleketin havası başka… “Başka dediysem, muktedirlerin ismi başka... Cezaevleri dolu, politikacılar yine kürsülerde, yoksul yine yoksul, zulüm inmiyor tepelerinden. Kadının hakkı var ama yok. İşçinin hakkı var ama yok. Düşünce özgürlüğü var ama yok. Basın özgürlüğü var ama yok. Yukarıdakilerin cepleri, banka hesapları yine dolu… O zaman ayakkabı kutuları yok, yurtdışında banka hesapları var ama. Adaletin terazisi o zaman da gıcırdıyor. Ajda Pekkan var, Zeki Müren var. Kokteyller var, balolar var. Üniversiteye giriş sınavının soruları yine çalınıyor. Simit satıcıları var, sokaklarda anarşist anarşist konuşanlar vardı”[9] ve o günlerde itiraz eden, teslim alınamayanlardan birisi de Sevgi Soysal’dı…

“Yazıyorum bundan da memnunum. Çok şey gördüm

Bize adi ya da siyasi mahkûm muamelesi yapılmadı. Bize savaş tutsağı muamelesi yapıldı...

Ve bu bize zaman zaman söylendi de. Yani devlet düşmanı olmakla suçlandık…

Hâlâ hayatta olduğumuza sevinmeliydik. Ya da bize yiyecek bir şeyler verdiklerine...

İnsan muamelesi gördüğümüz için dua etmeliydik. İkincisi asker gibi davranmak zorundaydık...

Ve bu bir sivil olarak biz kadınlar için dayanılmaz bir durumdu,” cümleleriyle anlatırdı Sevgi Soysal 12 Mart günlerinde yaşadıklarını.

Kuşku yoktur ki söz konusu dönemde yaşadıkları, tanıklığı Soysal’ın yapıtlarında derin izler bırakır.

“12 Mart faşizminin ağır koşulları ve buna ek olarak da kendi bireysel acıları Sevgi Sosyal’ın eserlerine yansır. Soysal, 12 Mart sonrası iki kez cezaevine girer. İlk olarak yanında kimlik olduğu hâlde kimliksiz dolaşmaktan ve sıkıyönetime karşı gelmekten tutuklanır. Bu aslında bir bahanedir. Yazarın ilk tutukluluğu 27 gün sürer. İkincisinde ise iki muhbir ajanın ifadesiyle orduya hakaretten tutuklanır ve bir yıl ceza alır. Yazar sekiz ay içeride kalır, cezaevinden çıktıktan sonra, cezasının kalan kısmını Adana’da sürgünde geçirir... Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu, 12 Mart 1971 Askeri Muhtırası sonrası Sevgi Soysal’ın tutuklu bulunduğu Yıldırım Bölge Cezaevi Kadınlar Koğuşu’nda yaşadıklarını aktarır”ken;[10] ‘Tutkulu Perçem’, ‘Tante Rosa’, ‘Yürümek’ üçlemesi kadınlar için bir yol haritası belirtir. Hep aynı kadını yazmıştır, “yeni kadın” diyelim biz ona...

Evet, 70’li yılların önde gelen kadın yazarlarından biri olan O; 1976’da Ankara’da çocukları vurulmuş, işkence görmüş, cezaevi kapılarında beklemiş binlerce kadının katıldığı ‘Evlat Acısına Son Mitingi’nde, şöyle haykırandı:

“Gazete manşetlerinde, vurulmuş gençlerin resimlerini içleri titremeden seyredenler! Bombalanmış genç vücutları renkli ofset baskılarla övünerek teşhir edenler! Gençliği böylesine heder etmeyi, böbürlenilecek bir zafer sayanlar! Nasıl ve niçin vurulmuş olurlarsa olsunlar, delikanlı ölülerinin yerlerde sürüklenişine katılıkla bakabilenler! Gençleri öldürmeyi, vatan hainlerini temizliyoruz, diye yorumlayabilenler! Kişisel çıkarlarının bekçiliği adına gençleri kıran, kırdıran mezar bekçileri!”[11]

* * * * *

Ve ‘Kırk Yedi’lilerin Fürüzan’ı…

2015’te kırk bir yaşına basan Kırk Yedililer, Füruzan’ın pek çok öyküsündeki dil titizliğiyle ince ince örülen; zaman atlamaları, bilinç akımı gibi modernist yöntemlerle derinleştirilen, birey-toplum etkileşiminin başarıyla dillendirildiği, özgün ve çarpıcı bir romandır…[12]

Kırk Yedililer ile 1975 Türk Dil Kurumu Roman Ödülü’nü alan yazar, aynı yıl bir söyleşisinde, roman ve dil bağlamında, “Romanı yazmaya giriştiğimde konuyu uyarıcı, canlı kılabilmek için gerekli saydığım sözcükleri aradım. Yerli yerinde kullanmaya özen gösterdim. Romana boyut katabilmek için arayışlarım, didinmelerim oldu. Dil, bu boyut koyabilme çabamda biçimle birlikte iç içeydi. Hayatın insanla değişkenlik kazanan uzantısını, rastlantısal olmayan zaman bütünlüğünü her an duydum,”[13] derken; Kırk Yedililer de, 12 Mart’ta gözaltına alındığı sırada zorlu ve insanlık dışı işkencelerden geçen ve sonrasında yeniden hayata tutunan Emine’nin, bu travmatik zamanın yanı sıra geçmişe, çocukluğuna; 1950’lerin ve 1960’ların Türkiyesi’nden görünümlerine, anılarına ve yaşantılara açılmasına tanık oluruz. Onun zihinsel çağrışımları üzerinden, farklı zaman ve mekânlarda yaşananları yüreğimizde hissederiz.

Toplumsal mücadele tarihimizde “68 Kuşağı” olarak yer alan gençlerin önemli bir kısmı 1947 doğumlu olduğu için Fürüzan, romanına Kırk Yedililer adı verip, bütün bir 68 kuşağını 1947 doğumlu kahramanı Emine’nin kişiliğinde simgeleştirip/ somutlaştırırken; yapıt ilk kez 1974’de yayımlandığında, 12 Mart darbesi kişiliğinde, hayatın roman gerçeğiyle buluştuğu, sayfalarda ince çizgilerle ifade edildiği için devrimci gençlerden yoğun ilgi gördü.

Özetle öykü, roman, oyun, gezi yazısı, şiir, ne varsa… Ne kadar farklı türde ürün verdiyse, hepsini kendinin kılmasını bilmiş bir yazarın, Füruzan’ın vurgusudur zihnimizde ve kalbimizde yer eden…

İşte tam da bu nedenle O’nun için şöyle der Murat Yalçın: “Ferit Edgü’nün Sait Faik için söylediğini de tutar Füruzan için söylerim: ‘Edebiyatımıza bir göktaşı gibi düşmüştür’…”

* * * * *

Asuman Kafaoğlu-Büke’nin, “O, edebiyatımız esin perilerinden biriydi...” notunu düştüğü; uğruna şiirler yazılan Tomris Uyar…

“Nasıl” mı?

Turgut Uyar’ın, “Seni sonsuz biçiminde buldum o biçimi almıştın/ Sandviçlerle, kötü şehirle, terle başbaşa kalmıştın/ (...)/ Bırakılmış bir köşebaşının en güzel tanımıdır adın...”

Ve Edip Cansever’in, “Eldivensiz ve sıkılmış/ Hafif, hafif terliyor/ -Görüyorum, karşımda-/ Burnuyla dudakları arası// Böyledir Tomris’in özel yası,” dizeleriyle hayatına giren iki şair Tomris Uyar’ı böyle görmüşler. Dikkat “İki resimde de bir gezgin var…”[14]

Sadece bu kadar mı? Değil elbet…

O, öykünün yanı sıra eleştiri ve deneme kaleme alan da bir yazar. Uyar’ın eleştirel gözünün keskinliği, izlenimciliği ile birleşerek, ilk öykü kitabı olan ‘İpek ve Bakır’dan başlayarak, ‘Güzel Yazı Defteri’ne kadar etkisini gösteriyor.

Kadının toplumsal varoluşuyla doğrudan ilintili Tomris Uyar’ın ‘İpek ve Bakır’ (1971); ‘Ödeşmeler’ (1973); ‘Dizboyu Papatyalar’ (1975); ‘Yürekte Bukağı’ (1979); ‘Yaz Düşleri / Düş Kışları’ (1981); ‘Gecegezen Kızlar’ (1983); ‘Yaza Yolculuk’ (1989); ‘Sekizinci Günah’ (1990); ‘Otuzların Kadını’ (1992); ‘Aramızdaki Şey’ (1997); ‘Güzel Yazı Defteri’ (2002); ‘Gündökümü I’-‘Gündökümü II’ (2003); ‘Ödeşmeler ve Şahmeran Hikâyesi’ (2003) başlıklı yapıtları yanında O aynı zamanda çok değerli bir çevirmendir.

Çağdaş eserler kadar antik çağ klasiklerini de dilimize çevirmiştir. Örneğin, Turgut Uyar ile birlikte Romalı şair Lucretius’un ‘Evrenin Yapısı/ De Rerum Natura’ başlıklı didaktik şiiri önemli bir başyapıttır.

Ayrıca çevirisi de çok zordur. Bunun nedeni Lucretius’un, atom felsefesini şiirle anlatması, felsefe, fizik ve inanç düşüncelerini bir şiirde bir araya getirmesidir. Tomris Uyar’ın seksenin üzerinde eseri dilimize aktardığı bilinir, bunlar içinde en etkileyicilerinden biridir bu antikçağ klasiğidir.

* * * * *

“Maviye maviye çalar gözleri/ yangın mavisine” dizeleriyle müsemma Leylâ Erbil…

Ahmet Cemal’in, “Edebiyatı bütünüyle bir Yol Güncesi’dir,” diye nitelediği Leylâ Erbil; edebiyatın değerli kalemlerinden biriydi.

19 Temmuz 2013’de 82 yaşında hayatını kaybeden Erbil ardında sayısız değerli yapıt ile “Ödünsüz kimliği vardı” yorumunu bıraktı…

Selim İleri’nin, “Leylâ Erbil, benim için Türk edebiyatının son büyük yazarlarından biriydi. Yalnızca hikâyeci ve romancı olarak değil. Tavrıyla, duruşuyla, zaman zaman öfkesi, zaman zaman sevgisiyle, daima ödünsüz edebiyat açısından, ödünsüz kimliğiyle... Daha başlangıçta yola çıkışımda ona karşı sonsuz bir hayranlık duymuştum, o hayranlık hep süregeldi”; Müge İplikçi’nin, “Sadece büyük bir yazar değildi; yazdıklarını yaşamıyla bütünleştirmiş bir insan ve gerçek bir devrimciydi,” dedikleri O, “Edebiyatımızın put kırıcı yazarı”ydı…[15]

Kolay mı?

O; 2007 tarihli bir notunda, “Sonsuzlukla hapsolmak, sonsuzluğun kapsamı... Henüz içimde yatanın ne olduğunu bilemediğim ıstırap dolu günler. Başkasında kendini aramak... Düşünmek, durmadan düşünmek” dedikten sonra dönüp ülkenin geçmişine bakıyor: “Deniz Gezmiş’i, Yusuf Aslan’ı, Hüseyin İnan’ı asan, Mahir Çayan’ı, 9 arkadaşını katleden bir ülkenin tüm vatandaşlarına, o günkü ve sonra gelen tüm iktidarlarına sesleniyorum. Her biriniz teker teker kendinizi bu toprağın ağaçlarına asın. Asılarak kendiliğinden ölün, çünkü bu ülkenin sizi asacak vicdanı hiç yok ve olmayacak,” diyen Leylâ Erbil’di…[16]

* * * * *

Biliyorum; Leylâ Erbil’den sonra Halide Edip deyince; kimileri “itiraz” edecek…

Ancak edebiyata kazandırdığı ‘Seviye Talip’, ‘Sinekli Bakkal’, ‘Mor Salkımlı Ev’, ‘Ateşten Gömlek’, ‘Türkün Ateşle İmtihanı’ gibi yapıtlarıyla dönemini etkileyen, toplumsal olayları ve sorunları gözlem yeteneğiyle romanlarında yansıtan O; tarihimizin önemli kadın aktivistlerinden ve “Cumhuriyet tarihinin ve edebiyatın kadının bireyselleşmesinin, kadın hakları konusunun öncü tartışmacı yazarları”ndandır…[17]

Tıpkı “Yetmez ama evet”çi savrulmasından mücadeleciliğine dek gel gitleriyle Adalet Ağaoğlu gibi…

O, “Sadece edebiyatın sınırları içinde kalan bir usta değildir. Bütün toplumsal hareketlerde, protestolarda, haksızlığa başkaldırılarda, demokratik girişimlerde, yürüyüşlerde onu hep en önde görürsünüz. Malum iyi bir yazarın yapıtlarına her zaman yaşadığı ülkenin siyasal, toplumsal çalkalanmaları sızar. Yazarın bireysel tarihi, bütün bu tavırla, yazarın kendi için belirlediği konumla güçlenir ve kalıcılık kazanır,” Doğan Hızlan’ın deyişiyle…

* * * * *

Onların tümüne çok şey borçluyuz…

Mao Zedung’un, “Göğün yarısıdır” vurgusuyla Onlar bize mücadele etmeyi; hayal kurmayı; başkaldırmayı öğretti…

Sadece 8 Mart’tan 8 Mart’a değil; her gün, her an sadece ekmekle yetinmeyip; gül de isteyen Onların Lilith’le başlayan özgürlük mücadelesi; John Lennon’ın ‘Imagine/ Düşleyin’inde vücut bulur sanki:

“Cennetin olmadığını hayal et/ Eğer denersen bu kolay/ Altımızda cehennem yok/ Üstümüzdeyse sadece gökyüzü var/ Hayal et bütün insanların/ Bu gün için yaşadığını...

Hiç ülke olmadığını hayal et/ Bunu yapmak zor değil/ Öldürecek ve uğruna ölecek bir şey yok/ Ve din de yok/ Hayal et bütün insanların/ Hayatı barış içinde yaşadığını…

Benim bir hayalci olduğumu söyleyebilirsin/ ama tek ben değilim/ Umarım bir gün sen de bize katılırsın/ Ve dünya tek vücut olarak yaşar…

Mülkiyetin olmadığını hayal et/ Yapabilir misin merak ediyorum/ Hırsa ve açgözlülüğe gerek yok/ İnsanların kardeşliği/ Hayat et bütün insanların…

Tüm dünyayı paylaştığını/ Benim bir hayalci olduğumu söyleyebilirsin/ ama tek ben değilim/ Umarım bir gün sen de bize katılırsın/ Ve dünya tek vücut olarak yaşar…”

19 Haziran 2015 16:52:10, Ankara.

N O T L A R

[*] Arasöz Sanat ve Politika Dergisi, Aralık 2015…

[1] Alexandre Dumas.

[2] Elias Canetti, Yazarın Uğraşı, çev: Ahmet Cemal, Tan Dergisi, No:8, Aralık 1982… http://zaferyal.kuzeyyildizi.com/yazarinugrasi.jpg

[3] Oruç Aruoba, Hani, Metis Yay., 9. Basım, 2012, s.87.

[4] Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk, YKY, 2005.

[5] Haluk Giriz, “Ayrıksı Bir Yazar: Tezer Özlü”, Patika Dergisi, No:89, Nisan-Mayıs-Haziran 2015, s.6.

[6] Tezer Özlü’ye Armağan, Haz: Sezer Duru, Yapı Kredi Yay., 2014.

[7] Karin Karakaşlı, “Tez Gelesin Tezer”, Radikal İki, 23 Şubat 2014, s.12.

[8] Sevgi Soysal, Türkiye’nin Kalbi, Kabul Günleri, İletişim Yay., 2014.

[9] Sibel Oral, “Ülkenin Kalbi Kırık Olmamalı”, Radikal Kitap, Yıl:13, No:689, 30 Mayıs 2014, s.12.

[10] Doğan Hızlan, “Kadınlar Kadınları Anlatıyor”, Hürriyet, 20 Ağustos 2014, s.18.

[11] Sevgi Soysal, Türkiye’nin Kalbi, Kabul Günleri, İletişim Yay., 2014.

[12] Füruzan, Kırk Yedili’ler 40 Yaşında, Yapı Kredi Yay., 2014.

[13] Milliyet Sanat, 3 Ekim 1975, s.152.

[14] Fatih Özgüven, “Tomris Uyar’ın Çapkınlığı”, Radikal Kitap, Yıl:12, No:661, 15 Kasım 2013, s.13.

[15] Aslı Uluşahin, “Leylâ Erbil’den Bize Kalanlar...”, Cumhuriyet, 19 Temmuz 2014, s.15.

[16] Leylâ Erbil, Kalan, İş Bankası Kültür Yay., 2014.

[17] Sennur Sezer, “Ölümünün 50. Yılında Halide Edip”, Evrensel, 25 Ocak 2014, s.12.