Yazmak, gözden çok yürek işidir. Gözün gördüğünü yürek şekillendirir. Gözün görmediğini de şekillendirir yürek. Aşık Veysel böyle biriydi. Duyduklarını, dokunduklarını yüreği seslendiriyordu.

Yaşar Kemal, tek bir gözle baktı dünyaya. Van’ı, Çukurova’yı, yeri, göğü, denizi, toprağı tek gözle izledi. Topraksız köylüleri, kentin baldırı çıplaklarını, İnce Memedleri, çupraları, bozkırın çiçeklerini, dut ağacını, narı, sığırcık kuşlarını tek gözle gördü. Kitaplarında bizlere anlattıkları, gördükleri değil yüreğinin sesiydi. Denizin mavi kıyılarına, dağlara, Çukurova’nın pamuk tarlalarına, Demirciler Çarşısı’na, son olarak da Adalar’a sürdü bizleri.

Onun doğduğunda attığı Kürtçe ilk çığlık, Türkçe’de uzun şarkılara bürünerek sürdü. 40 ülkeden insanlar, onun o uzun şarkılarını kendi dillerinden duydu. Japonya’dan, Amerika’dan Kore’den, Almanya’dan ve daha birçok ülkeden insan, o şarkıları dinleyerek Anadolu’ya uzandı. Bir “diyarı baştan başa” gezip Ağrı Dağı Efsanesi ile büyülenip Binboğalar Efsanesi’ni öğrendiler. İnce Memedleri, Çakırcalı Efeleri tanıyıp “denizin küstüğünü”, “ağacın çürüdüğünü”, “yerin demir göğün bakır” oluğunu gördüler. “Kale kapısından” geçip “kimsecik”ler ve “Filler Sultanı“ ile tanıştılar. “Fırat kan akıyor” diye hüzünlendiler. O topraklarda yazgılarının başkaları tarafından çizildiğini bilmeden yoksulluğa mahkum edilmiş insanların temiz ve dürüstlüğüne, narın zarif ama naifliğine, atın insanla bütünleştiğine tanık oldular. Bakır taslardan su içip keklik sesini duydu, menekşe kokularına boğuldular. Bilmem kaç dil, kaç kültür, kaç kuşak geçmişleriyle yazgıları birbirine benzeyen Anadolu’nun kadim halklarının tarih tünelinden geçip misafir oldular onlara...

Anadolu’yu Anadolu olarak sundu onlara, Yaşar Kemal.

Onlara Anadolu’yu sunarken Yaşar Kemal’in kendisi, Anadolu’da zorlu bir kavganın içindeydi. Başka dillerden insanlar onun şarkılarını duyuyordu ama aynı dilden konuştuğu, bozkırların ve varoşların “baldırı çıplakları” onu duymuyor, anlayamıyorlardı. Elde ettikleri bir parça ekmek ve hırkayı dualarıyla korumaya ve daha beterinden korunmaya çalışıyorlardı. Toroslar’dan Akdeniz kıyılarına uzanan o cennet toprakların ürettiği zenginlikten hiç payları olmadığına inandırılmışlardı. Devletin kutsallığı, ağanın, şeyhin, patronun kutsallığına kadar uzanıyordu. “Kısmet,” “nasip,” “rızık” deyip kara yazgılarının kendilerine sunduğu şeylere şükür ediyorlardı.

Yaşar Kemal, sesini duyurabilmek için çıplak bir sesle, politik bir dille konuşmaya başladı: Demokrasi savaşımı veren güçlerle bütünleşti. Türkiye İşçi Partisi saflarında yer aldı. 1967 yılında Fethi Naci, Doğan Özgüden gibi dönemin önde gelen aydınlarıyla birlikte kurdukları ANT Dergisi’nde şarkılarını söylemeye başladı. O yıllarda “baldırı çıplak”ların yüzde 68’i, bozkırların topraklarına sarılı yaşıyorlardı.

İnce Memed bu dönemde yeniden doğdu: 1955’te doğan İnce Memed 1’in ikinci, İnce Memed 2’nin de birinci baskısı bu dönemde basıldı.

Yükselen işçi ve gençlik hareketinde İnce Memedler hızla çoğalmaya başladı. Çoğaldılar ama rejim bundan rahatsızdı. Çürüsünler, ardılları olmasın diye faşist askeri bir darbe yapıldı. Askeri darbe, İnce Memedlerin bir kısmını yok etti. Diğerleriyle de cezaevlerini hınca hınç doldurdu. Korksunlar diye İnce Memedlerin bazıları idam sehpalarında ince bir dal gibi sallandırıldı.

İnsanım diyen, düşünen herkes içerideydi. Yaşar Kemal de bunlardan biriydi. Dünyaca ünlü bir yazar tutuklanmıştı. ANT Dergisi’nde yazdığı yazılardan ve yaptığı konuşmalardan dolayı hakkında 10 dava açılmıştı ve toplam 45 yıl ceza verilmesi isteniyordu.

Ve, ve İnce Memed yasaklanmıştı.

Dünya tanıyordu ama...

Resmi tarih tezinin yetiştirdiği insan tipleri, çaresizliğin öğretildiği tipleridir. Etrafında çizilen çemberin dışına çıkmayı bilmezler. Böyle bir güçleri olmadığına inandırılmışlardır çünkü. Durdukları yer, doğru yerdir. Öyle ya, ilkokullardan başlayarak bütün devlet dairelerinde duvarlara çerçeveli portreleri asılanlara benzemiyordu Yaşar Kemal. Ne savaş kazanmıştı ne de devlette görev yaptığını dair bir kaydı vardı. Oysa “büyük”lerin olurdu.

Aynı dönemde tutuklu olan yazar Hasan Kıyafet, “Bütün dünyanın tanıdığı Kemal Yaşar’ı albaylar tanımıyor, bilmiyorlardı” diyor. Darbeciler, “ulusal bütünlük” adına yola çıkmışlardı(!) ama ulusunun kültürüne büyük katkılarda bulunmuş en büyük yazarı tanımıyorlardı.

Bunda şaşılacak bir durum yoktu. Çünkü Yaşar Kemal resmi tarih içinde hapsolacak kadar küçük değildi. Yoksulların çıkarını savunuyor, bağımsız bir ülke istiyor ve bu nedenle de emperyalist politikalara ve Amerika’ya karşı çıkıyordu. Resmi tarihin yazmayacağı, anlatmayacağı şeylerdi yaptığı. Resmi tarih ile büyüyenlerin Yaşar Kemal’i bilme, tanıma şansları yoktu. Bütün dünyanın tanıdığı Nazım Hikmet’i Genelkurmay Başkanlığı yapmış olan İlker Başbuğ da tutuklu kaldığı 2013 yılında cezaevinde tanıyacaktı.

Düşünme ve anlama yetileri olmadığından değil, öğretilmiş çaresizlikten. Türkiye’de hiçbir devlet kuruluşunda çerçevelenmiş bir yazar ve sanatçı portresine rastlanmaz ki!

Sürgün yolu

Türkiye’de aydın olmak, her zaman zor olmuştur. Osmanlı’dan günümüze böyledir. Bedel önememiş aydın yok gibidir. Ya tutuklanmış, ya kitapları, filmleri, kasetleri toplatılmış ya çalıştığı işten, üniversiteden atılmış ya da öldürülmüştür. Bunlar da yetmemişse sürgüne gönderilmiştir.

Yaşar Kemal’in cezaevinden çıktığı yıllar, Türkiye’de zor yıllardır. Dışarda büyük bir yangın başlamıştır. Eli silahlı militanlar, Türkiye’nin NATO ve Amerika hegemonyası altına sokulmasına karşı çıkan ilerici, devrimcilerin üzerlerine kurşun yağdırmakta, greve giden işçilere saldırmakta, Alevi ve Kürt katliamları düzenlemektedirler. Bu sırada Abdi İpekçi, Cavit Orhan Tütengil, Bedrettin Cömert gibi birçok gazeteci ve aydın öldürüldü. Bugün cenazesinin ardından on binlerin yürüdüğü Yaşar Kemal de sırada olanlardan biriydi.

Bir yazarın, aydının ülkesini terk etmek zorunda kalması ona hicap verir. Utanır, ezilir, oradan uzaklaşırken. Yaşar Kemal de bu duygularla 1978 yılında terk etti Türkiye’yi. Paris, ardından da İsveç’e.

‘Kimsecik’ bir sürgün romanıdır

Sürgün, terk etmek istemediğin halde doğduğun topraklardan bir biçimde gitmektir işte. Yaşar Kemal’in gidişi de bir sürgündü. Baskıdan, ölümden, tutuklanmaktan kaçmıştı. Arada İsveç Yazarlar Birliği de olsa, gidişi bir sürgündü.

Bir yazarın kendi ülkesinde susturulması bir ölümdü. Ama daha derin bir ölüme gönderilmişti o; sürgüne. Dilini, kültürünü bilmediği topraklara sürülmüştü ya da gitmek zorunda kalmıştı, diyelim. Onu besleyen sokaklar, o sokaklar değildi. Van, Çukurova, İstanbul, erişilmeyecek denli uzaktı. “Mezarımı derin de kazın, dar olsun, le le dar olsun...” Bu yıllarda Yaşar Kemal’in sıkça söylediği söylenen bir türküydü bu. “Altı lale, üstü de bostan bağ olsun le le bağ olsun...” Sürgün Yaşar Kemal’in özlemi; derin ve dar bir mezar...

Her sürgün gibi o da terk etmek zorunda kaldığı toprakları aradı hep. İlle de o kent. İlle de o insanlar.

Kimsecik 1-2-3’ burada, sürgünde doğdu.

Ve Yaşar Kemal, 1980’li yıllarda yeniden Türkiye’ye döndü. Sürgünlük şimdiki bitmişti. Ama faili meçhül cineyetlerin yükseldiği 1990 yıllar onu tekrar zorlayacaktı. Yeni bir sürgün yaşamının eşiğinden döndü.

Döndüğünde de şarkılarını söylemeye devam etti. Onun döndüğü yıllarda, doğduğunda Kürtçe attığı çığlığı özgürleştirmek için gençler dağlara çıkmıştı. O güne kadar romanlarına yerleştirdiği bir iki Kürt tiplemesi ile idare eden Yaşar Kemal, bu yıllarda Kürt sorunu ile yakından ilgilendi. Acıdır ama Yaşar Kemal’in Kürt kimliği bu dönende bilinmeye ve söylenmeye başlandı. Büyük toplumsal süreçler böyledir. Bireye, topluma özgürlük getirir.

Okuyucuları onun yüreğinin sıcaklığını, büyüklüğünü, içindeki sevinç ve acılarını biliyor. O, bir yerde yüreğinin sırrını bırakıyor okuyucularına: “Benim kitaplarımı okuyanlar bilsinler ki, bir kültürü yok edenlerin kendi kültürleri, insanlıkları ellerinden uçmuş gitmiştir. Benim kitaplarımı okuyanlar yoksullarla birlik olsunlar, yoksulluk bütün insanlığın utancıdır. Benim kitaplarımı okuyanlar, cümle kötülüklerden arınsınlar.”

Güle güle Yaşar Kemal. Geride bıraktığın bu sancılı ülkenin kara, çil, yoksul çocukları seni unutmayacak.

Evet, on binler onu uğurladı ama o, İnci ve Doğan Özgüden gibi yazarları, aydınları hala sürgünde olan bir ülkenin ayıbını yüklenerek gitti.

Güle güle Yaşar Kemal.