3 Mart 1924 tarihli 429 sayılı Kanun’da ‘İslam dininin itikat ve ibadet alanıyla ilgili işleri yürütmek ve dini kurumları idare etmek’ maksadıyla kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı, 2014 Türkiye‘sinin çürümüşlüğüne teşeronluk yapıyor. İslam dininin temelden reddetmesi gereken ahlaksızlık, rüşvet, kamu mallarını kendi tarikatına ve yandaşına dağıtan siyasi iktidarın bir şubesi işlevi gören DİB, ne yazık ki, İslam dininin Türkiye’de siyasal iktidar tarafından manipüle edilmesi karşısnda sadece sessizce olup biteni seyretmekle kalmıyor aynı zamanda bu suskunluğu ve buna dönük uygulamalarıyla da dindarları kendi dininden soğumasına neden oluyor. Kendisine „Muslümanım“ diyenlerin göz göre göre inançlarını ve dinlerini aşağılayan, yok sayan, kendi nüfuz alanlarını genişletmede suistimal eden güçler karşısında suskunluğu ne acı bir tablodur.

Dini İnancın Toplumsal Hayattaki Yeri


Toplumlarıı ayakta ve bir arada tutan en önemli nesnel olgulardan biri de; o toplumun dini inancıdır. Her toplumun sosyal hayatının vazgeçilmez bir unsuru olan dini inancı, gönül ve irade işi olmadığı sürece, hep bir demoklesin kılıcı gibi toplumların başı üstünde asılı kalır ve onu çıkar grupları o toplumun özgürleşmesinde kendi menfaatleri yönünde suistimal eder ve bunu yaparken de o toplumu meydana getiren birincil ve ikincil grup üyelerin bireyselleşmesini engeller, özgür iradelerine gem vurarak bilim ve irfan sahibi olma yerine, „mürit“, „cemaat“ ve „tarikat üyesi“ olmayı tetikler.

Avrupa ve bir bütün olarak batı toplumlarında mevcut olan, geniş ve kitlesel özgürlüklerin temelinde, yaradan ile yaradılanın arasına giren kilisenin toplum ve grupları üzerinde demoklesin kılıcı gibi asılı duran statüsüne son verilmiş olması yatmaktadır. Hıristiyan aleminin bireyleri kendi inançları çerçevesinde öngörülen „oruç“ ya da Pazar günleri Kiliseye „ayin için gitme“ gibi ibadetleri yerine getirip getirmemede özgürdür ama yine de kendilerini Hıristiyan olarak adlandırabilmekte ve bunu da aklı başında hiç kimse yadırgamamaktadır.Yanı Kiliseye gitmeden de inananlar isterse Hiristiyan olarak kalabilmektedir. Bu anlayış İslam dininin olduğu ülkelerde de yaşanmaya başlandığı an, o ülkelerde de Camiye gitmekle müslüman olunmayacağı gerçeği çok daha netleşecek ve şekilcilikten kurtulunacaktır. Rönesansı yaşayan batı dünyasındaki bu uygulama ile Hıristiyan toplumu ne daha az inançlı oldu ne de oruç tutmadığı için katledilen, namaz kılmadığı için ötekileştirilen ve kendi kazancı yerine başkalarının kazançları ile sözde dini vecibelerini yerine getirenlerin çoğaldığı Türkiye gibi üçüncü dünya ülkeleri yurttaşları daha da fazla dindarlaşabiliyor.

Türkiye Örneğinde Dindarlık ve Laiklik


Türkiye'de dini inaç, yaradan ile yaratılan arasında bir gönül bağı kurma, özgür iradeye dayalı kişisel tercih ve vicdan işi olma gibi normlara dayalı algılanıp yaşanıp-yaşatılmadığı ve bunun önündeki kurumsal engeller ortadan kalkmadığı sürece, Türkiye'nin tüm kurumlarının başında adı rüşvet ile beraber anılan Recep Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Fethullah Gülen, Bülent Arınç ve Googel´de her gün bir „bakara-makara“ sallayan tipler var olmaya devam edecektir. Türkiye'nin Cumhurbaşkan'ının, Başbakanının ve diğer tüm Bakanların, kamu kuruluşların başındaki yöneticilerinin tamamına yakınının eşleri, kendi deyimleri ile dini inanclarının gereği olarak türbanlıdırlar. Ama buna raımen Türkiye'de rüşvet dahil olmak üzere ne kadar ahlaksızlık, yolsuzluk ve pis ilişkiler varsa hepsi diz boyu. Hani dindar olmak bu tür pisliklerin yaşamaları imkansız olacaktı?

2002 yılından beri AKP, ABD'ni Ortadoğu Eşbaşkanlığı şubesi sıfatıyla Türkiye'yi dizayn etmek için yoğun mesai harcıyor. AKP'nin her kademesinde din temeline dayalı bir yapılanma var. Buna rağmen Türkiye'nin ekonomik (çığ gibi büyüyen cari açığın önüne geçilememesi), siyasal (devlet içinde devlet kurmayı olanaklı ve meşru kılan yapıyı besleyerek palazlanmasına neden olması ve sonradan „istemeyrük“ demesi) sosyal (bölgeler arası gelişmişlik düzeyi ve seviyesindeki ekonomik, sosyal ve kültürel farklılıkların daha da artması) sorunlarına kalıcı bir çözüm bulamadığı gibi ülkeyi içte yönetemez dış alemde ise rezil ederek özellikle de vurgunda, talanda, rüşvette ve insan hakları ihlallerinde bir çok üçüncü dünya ülkesinin bile gerisinde bıraktı. AKP'nin İslam bir araç olarak suistimal ederek üstlendiği misyonu „Türkiye'yi bir devlet olmaktan çıkarma“ projesi, şimdilik başarılı olmuşa benziyor. Türkiye'nin bu hazin durumunun sorumlusu elbetteki laik devlet yapısı değil, bizzat bu yapının yerine AKP´nin Fethullah Gülen ve Abdullah Öcalan'ı da yanına alarak sürdürdüğü kirli işbirliği içinde adım adım inşaa ettikleri din referanslı dinci, feodal, gerici, faşist ve İslam dışı yapılanma yatmaktadır.

12 yıllık AKP iktidarı döneminde daha da yaygınlaştırılan televole ve dizi kültürününün yetiştirdiği ve kişi başına ortalama 3-5 yıl eğitim seviyesi olan toplum, AKP´nin başarısı için olmazsa olmazlar arasındadır. Böylesi bir toplumu din eksenli ve etnik milliyetçiliğe dayalı ayrıştırarak mobilize ve motife etmek, din tacirliğinden ve etnik miliyetçilikten nemalanan unsurların temel stratejilerindendir. Samimi dindarların, kendi inançlarını ve dinlerini kişisel çıkarlar uğruna manipüle eden AKP-Cemaat-Etnik Milliyetçilik üçgeni arasında sıkışıp kalmaları alın yazısı, kader ya da takdir-i ilahi değildir. Özellikle de sırf din motifli olarak bu üçgenin kirli tezgahına boyun eğerek sessiz kalındığı sürece, İslam dışı uygulamalar da ebediyen sürüp gidecektir.

Din ve Devlet İşlerinin İçiçeliğinin Acı Sonucu

Devlet yönetmenin din ile alakası olmadığını cumhuriyet tarihi boyunca anlatmayı becermeyen siyasal iktidarlar, AKP‘ye, 12 yıllık siyasi iktidarı döneminde İslam dinini sadece namaz kılmaya ve türban bağlamaya indirgeyerek din-devlet ilişkilerinini ayrılığının yani bir başka deyimle laikliğin Türkiye için ne kadar gerekli bir zaruriyet olduğunu en iyi şekilde göz önüne sererek başardığı için tebrilk etmesi gerekiyor.

Namaz kılmakla, dış ticaret politikası ve araçlarının birbiri ile ilgisi olmadığını bilmek için uzman olmaya gerek yok. Türban başlamakla Türkiye‘nin dış borç sorununun çözülemeyeceği ve hatta daha da giderek yükseldiğini görmek için iktisat okumuş olmaya da gerek yok. T.C. Merkez Bankasının para politikaları nasıl olmalı, AB-Türkiye ilişkilerinde Türkiye aleyhine çok ağır sonuçlar doğuran Gümrük Birliği konusunda ne yapılmalı gibi sorulara yanıt verebilmek için, türban bağlamaya, sakal bırakmaya, gümüş yüzük takmaya gerek var mı gibi sorunları samimi dindarlar kendilerine samimice sormalı ve dürüstçe yanıtlamalıdırlar. Birakın her lafı, rüşvet alıp-verirken bile Bismillah ile başlan bir kültürü, İslam dininin bir emri gibi uygulayan Emevi zihniyeti, Türkiye´yi kasıp kavurmaktadır. Kamuya ait tüm varlıkları yok pahasına satan, tüm sülalesini sahip olduğu makamı dolaysıyla trilyonlarca dolarlık servet edindiren ve bunu da İslam dinine uygun gören, çocuk yaştaki kızları kendilerine gelin olarak satın alan kirli zihniyet sahiplerinin dini inancı ile devlet yönetmenin ayrı şeyler olduğunu ve bundan dolayı da devlet işlerine dini bulaştırmanın nasıl bir felaket olduğunu AKP tüm dosta düşmana icratlar ile ilan etmiştir.

12 yıldır Başbakanlık yapan şahıs kendisini, Çankaya'ya AKP tarafindan Cumhurbaşkanı olarak atanan Cumhurbaşkanı, kamu kuruluşlarının yönetici kadrosunun tamamına yakını kendisini dindar olarak görüyor. Peki bu kadar dindarın yönetici olduğu Türkiye'de yaşanan onca ahlaksızlık, rüşvet, soygun, insan hakları ihlali gibi utanç verici uygulamaların önüne geçilemiyor. DİB neden susuyor? Demek ki laiklik, dinci yobazların idda ettikleri gibi dinsizlik değilmiş, asıl dinsizlik dini kişisel çıkar ve menfaat uğruna kullanan zihniyetin iktidarıdır. Başbakanın yanında bir gölge gibi dolaşan Beşir Atalay “ Bilen bilir, ben katı bir Hanefiyimdir. Ben bir Türkmenim ve Hanefiyim. Hanefilikte de katı olduğumu herkes bilir. Orada da gerekçelerim vardır. İnsanları suçlamak için ülkemizde moda bunlar; ya ya İran, ya Şia diyerek **1 , her şeyden önce insan olduğunu, rüşvete karşı olduğunu, Uludere katliamının asıl sorumlularını ortaya çıkaracağız demesi gerekerken, yine din sömürüsü yaparak kendisini Hanefi olmakla etiketlendiriyor. Ne zamandan beri bir insanın namuslu mu namussuz mu, yalancı mı dürüst mü olduğu Hanefilikle açıklanıyor? Şia olmanın karalanmak için bir vesile olduğunu söyleyecek kadar ileri giden Beşir Atalay, nefret suçu işliyor, din sömürüsü yapıyor ve buna DİB seyirci kalıyor. Demek ki laiklik dinsizlik değil, din ile devlet işlerini bir birinden ayıran, inançlarıi özgürce yaşadığı ve yaşatıldığı en ideal, en doğru devlet yönetimi ve anlayışıdır, yeni başlayanlara duyurulur!

17 Nisan 2014
**1   http://sozcu.com.tr/2014/gunun-icinden/besir-atalay-iranci-iddiasina-yanit-verdi-488314/ (17.04.2014)