Yıllar geçtikten sonra 12 Eylül darbesini henüz gerçekleşmeden öğrenmiş bazı kişiler ortaya çıktı ve “Biz biliyorduk” diye söze başlamak moda oldu. Ben, 12 Eylül’ü önceden bilen müneccimler arasında yoktum. Ama ne yalan söyleyeyim, hissettirmişlerdi; üstelik darbe olduğunda başımıza nelerin geleceğini uygulamalı göstererek…

1980’in ağustos ayıydı ve tutulduğumuz Davutpaşa Cezaevi’nde birden büyük bir operasyon başlatıldı. Otomatik silahları ve o zamanlar yeni icat edilmiş olan gaz bombalarıyla koğuşlarımızın içine daldılar, üzerimize ateş açtılar. Demir çubuk ve kalaslar havalarda uçuştu, cop ve sopalar sırtımızda parçalandı. Gün bittiğinde geride çok fazla yaralı arkadaşımız kalmıştı ve benim de aralarında olduğum bir grup tutuklu tecrit koğuşuna kapatılmıştı. Hemen açlık grevine başladık lakin kısa ama olgun cezaevi tecrübemiz daha ilk günden hiçbir şey elde edemeyeceğimizi, elde etsek bile bunun çok geçici bir kazanım olacağını kulaklarımıza fısıldamıştı. Yine de sürdürdüğümüz eylemi, üstün körü bir pazarlık ile gasp edilen eşyalarımızın ancak yarısını geri alarak nihayete erdirdik. Zaten çok geçmedi, yaklaşık iki hafta sonra; sabahın kör vakti, uykularımızın en ağır saatinde, Dev-Yol’cu Zafer’in “kalkın ihtilal oldu” sözüyle yatağımızdan sıçradık. Evet, darbe olmuş, sesi sonuna kadar açılmış hoparlörlerden çalınan askeri marşlar, Zafer’i teyit etmişti. Sabah erkenden koğuşlarımıza silahlarıyla muzaffer bir edayla girdiler ve Binbaşı Adnan dedi ki:


“Bundan sonra sayımları suratınız duvara dönük ve ayakta vereceksiniz. Her şey değişti artık, itaat eden canını kurtarır. Direnişçiler için kışlanın ortasına mezar kazdırıyorum. Bu çukurları leşlerinizle doldurmaya can atıyorum.”

Adnan binbaşının sözleri bittiğinde iki arkadaşımızı kollarından çekip götürmüşler, yandaki boş hücreye koymuşlardı bile. Biri Behçet’ti ki, yıllar sonra 1 Mayıs mitinglerinden birinde gördüm onu. Yine güleç, yine heyecanlı ve heybetliydi. Diğeri İrfan Çelik’ti. İrfan’ın gece yarısı kendini kalorifer demirlerine astığını, ancak ertesi sabah öğrenebilecektik.

İrfan’dan ötürü, 12 Eylül benim için öncelikle yan hücrede ölen arkadaştır. Sonra işkence sesleri arttı, hepsi kulaklarımızda birleşti ve 12 Eylül benim için kocaman, acı dolu bir çığlık oldu. O zamanlar 12 Eylül’ün neden gerçekleştiğine dair ekonomik, sosyolojik boyuta ve emperyalistlerin muradına pek dikkat edecek durumda değildik. Kelepçeler birkaç diş daha sıkılmıştı ve her geçen gün sokaklarda, dağ başlarında katledilmiş arkadaşların haberleri geliyordu. O nedenle 12 Eylül sadece bileklere değil, yüreklere de oturan kan oldu. Sırta inen cop, kalas oldu 12 Eylül; yakılan kitap, erken gelen kış, karanlık hücre, görüş yerinde aşağılanan anne, lime lime edilen insanlık oldu…

Bunca acıya, zulme rağmen gidecek yerimiz de yoktu üstelik ve o yüzden benim için 12 Eylül, sırtımızın dayandığı duvardan bile kuvvet alıp, yükselttiğimiz direniş de oldu aynı zamanda. Gencecik yaşta elimizden alınmış olan özgürlüğümüzü, bir daha asla elde edemeyebilirdik. Dahası binbaşıların, albayların, generallerin kışla içine kazdırdıkları çukurların bedenlerimizle doldurulma ihtimali şaka değildi. Gerçi o zamanlar tecrübesizdik ama cuntaya karşı direnmek, el yordamıyla bulduğumuz en doğru yoldu. Lakin acılara göğüs gerilmese, bunca ölüm göze alınmasa, Kenan Evren gibi faşist bir diktatörün sonu asla gelmeyecek; henüz mevta bile olmadan, canlı bir cenazeye dönüşmeyecekti. (Cumhuriyet)