Yaklaşık bir aydır, doların engellenemeyen yükselişine ilişkin yorumlar yapılıyor. Bilgisayarın başına bu yazıyı yazmak için oturduğum tarih, 1 Aralık saat: 10.00. Bunu niye belirtiyorum. Çünkü, az önce televizyonda TÜSİAD toplantısını ve yapılan konuşmaları izliyordum. TÜSİAD sözcüleri çok politik bir dille, ekonomideki gidişatın iyi olmadığını ve nedenlerini anlattılar.

Sonra kürsüye „gölge başbakan“ Binali çıktı. Doların yükselişinin ve ekonomideki kimi sıkıntıların nedenlerini anlattı. Meğer bu gidişatta Türkiye'nin, Hükümetin hiç bir kabahati yokmuş. „Aslında fıstık gibi, her şeyin güllük gülistanlık olduğu, ekonomide istikrarın devam ettiği, büyümenin süregeldiği Türkiye'de bir kaç nedenle sıkıntı yaşanıyormuş.“

Hitler'in propoganda bakanı Göbbelsvari yalanlarla bazı konularda kitleleri kandırabilirsiniz. Nitekim; Erdoğan'da, Başbakan Binali'de her ağzını açışta „teröristlerin“ başının ezildiğini; „bölücülerin“ sonunun yaklaştığını, Irak'da, Suriye'de zaferler kazanıldığı konusunda nutuklar atınca, tümüyle yandaş haline gelmiş televizyonlar, gazeteler bu yalanları tekrarlayınca, özellikle kendisini destekleyen, dindar, muhafazakar kesimi kandırabilmektedir.

Ama ekonomideki çöküşe, çok yaklaşan krize ilişkin yalan söyleyerek halkı inandırmak olanaksızdır. Sıradan insanlar rakamlarla ekonomideki kötü gidişi görmeseler de, pazara çıktığında, alışverişe gittiğinde cüzdanındaki paraya bakınca çöküşü farkediyorlar.

Kapalıçarşı'da yapılan bir röportajda, dükkânların teker teker kapandığı, artık alışveriş yapan turistlerin ve yerli halkın gelmediği anlatılıyordu. Turizm şirketleri, 2017'yılının 2016'dan daha kötü olacağına inandıklarını söylüyorlardı.. İstanbul'da pazar yerlerinde halkla yapılan röportajlarda da, halk bir ay öncesinin parasıyla artık çok daha az sebze, meyva alabildiklerini, enflasyonun gözle görülür olduğunu belirtiyordu.

Başbakan Binali'yi dinliyorum: Dolar niye yükseliyormuş, ekonomide geçici, kısmi durgunluğun nedeni neymiş? ABD'de Trump seçilince globel sermayeyi, ABD'ye çekmeye çalışıyormuş. Bir de şu her türlü kötülüğün sebebi olan FETO'cular, halktan „hibe“ diye topladığı paraları, Türkiye'yi kötüleyen lobilere veriyor ve kötü propoganda yapıyorlarmış. Bu nedenle dolar yükseliyormuş. Ama hiç merak edilmesinmiş, hükümetimiz gerekli tedbirleri alıyormuş, bir ay içinde(niye bir içinde , doğrusu bunu anlamadım.) her şey tekrar süt liman olacakmış. Özet olarak; doların bu yükselişinde ve ekonomide, birçok ekonomistin açıklıkla belirttiği ,krizin eşiğinde oluşumuzun sebebi Erdoğan ve AKP hükümeti değilmiş.

Oysa yedi cihan biliyor: Türkiye'ye artık sermaye akımı olmuyor. Tam tersine sermaye kaçmaya başladı. Bilindiği gibi Telekom ve benzeri Kamu İktisadi Teşekküllerinin satışıyla Türkiye'ye ciddi bir sermaye akışı olmuş; özellikle Körfez ülkeleri hem kara para aklamak, hem de kolay para kazanmak için Türkiye'ye sermaye akımını sağlamışlardı. Ama bu sermaye, üretime yönelik olmaktan çok, devlet tahvilleri, borsa oyunlarına yönelik olmuştu. Yüksek kâr edebileceğini düşen ABD ve Avrupa şirketlerinden de belli bir sermaye girişi olmuştu.

Peki bugün niye sermaye kaçıyor? Dolar niye yükseliyor? Gerçekten bunun nedeni Türkiye'yi sevmeyen „ dış mihraklar mı?“ Çok somut bazı rakamları vermeden önce sermayenin „karekteriyle“ ilgili söylenmesi gerekenleri söyliyelim: Sermayenin şüphesiz temel amacı; kâr, daha fazla kâr elde etmektir. Ama bu kârı geleceğini garanti alabildiği, risk'in az solduğu alanlarda yapmak ister. Sadece Eylül ayında Türkiye'den çıkan sermaye 2,7 milyar Dolar. Dünya finans çevrelerinin değerlendirmelerin göre, Dünyada Brezilya'dan sonra risk faktörünün en yüksek olduğu ikinci ülke Türkiye.

Erdoğan ve AKP hükümeti istediği propogandayı yapabilir ama gerçekleri tüm dünya görüyor ve biliyor. Kürt halkı, kendi hakları için PKK öncülüğünde bir savaş veriyor. Irak'ta, Suriye'de Türkiye işgalci bir ülke olarak savaşıyor. Avrupa Birliği Türkiye ile müzakere sürecini durdurmaya karar veriyor. Halkın seçtiği belediye başkanları içeri atılıyor, yerin kayyum atanıyor. Aynı şekilde bir çok şirketin mal varlığı devlete devrediliyor ve başına kayyum atanıyor, sermaye de kendi yatırımına da el konulabileceğinin korkusunu yaşamaktadır. Ne hukuk kalmıştır, ne de konuşup, yazabilen basın. Daha birçok neden sıralanabilir ama tek başına bu saydığım nedenler bile riske girmek istemeyen sermayenin kaçışı için yeterlidir.

Şimdi de bazı rakamları verirsek, gidişat daha iyi anlaşılır.

Türkiye'de zenginlerin yüzde onu ile , yoksulların yüzde onu arasındaki fark 14 misli. Örneğin: fakir ayda 1000 TL kazanıyorsa, zengin 14.000 Tl kazanıyor. Devletin resmi açıklamasına göre işsizlik yüzde 12, gençlik arasında ise bu rakam yüzde yirmi. Tarımda olan ve gizli olan işsizliği de eklerseniz bu rakamın çok daha yüksek olduğu bellidir. Hani ekonomide istikrar vardı, bırakalım yeni işyerleri açılmasını, mevcut işyerleri de kapandığı için işsizlik büyüyor.

Dolar yine resmi rakamlara göre yılbaşından bu yana yüzde 16 değer kazanmış. En sıradan ekonomi bilgisi olanlar bile bilir ki; bunun anlamı Türkiye'nin satttığı her mal yüzde 16 ucuza gitmiş, aldığı ise yüzde 16 pahalanmıştır. Bunun kısa vadede fiatlara yansıması ve enflasyonun daha da yükselmesi kaçınılmazdır.

Türkiye'nin bir yılda ödemesi gereken dış borç miktarı 164 milyar dolardır. Cari açıklıkla birlikte hesaplanırsa bu miktar 197 milyara çıkmaktadır. Gölge başbakan ödemeleri Türk lirası ile yapalım, Erdoğan ise „islam“ ülkelerine dolar yerine altını kullanalım, diye zırvalamaktadır.

Uzatmıyayım, ekonomik kriz kapıdadır. Ama altını çizerek belirtlmeliyim ki, tek başına ekonomik kriz Erdoğan diktatörlüğünü yıkmaya yetmeyecektir. Bu diktatörlüğü yıkmanın tek yolu; kitlesel mücadeledir.