Tedirgin duygular adı üstünde hayatın içindeki tedirgin gidiş gelişlerimizi anlatan bir roman. Bazan karar verme kabiliyetinin kaybolması, maddi-manevi zorlukların gelip merkeze oturması, hastalık, sağlık, ayrılık, yabancılık, gurbetlik, eziklik, işsizlik, ölüm ve aşk gibi olguların peşimizden koşup bir türlü rahat vermemesi romanın konusunu oluşturuyor. Yani bu romanda alışılmışın dışında bir şey yok. Herşey bildik, tanıdık. Hatta kitabı yazan Mahmut Aşut da bildik-tanıdık, içimizden-bizden biri. Zaten kitabı özel kılan da bu aslında...!

Okurken aklıma ilk gelen şey; artık yavaş yavaş kendi kendimizi yokladığımız, hayatlarımızla hesaplaşmaya başladığımız oldu. Yani kendimizi, bize uzaktan bakan bir Orhan Pamuk, ya da bir Elif Şafak'ın romanlarıyla değil de, bizden birinin kaleminden iç perspeklifle tanımlamaya-anlamaya çalışmak...

Bu bence çok önemli. Esas olması gereken şey belki de hayatta maddi-manevi dez avantajlı durumda olanların kendini yazması-anlatması-tanımlaması...! Tam da bu sebepten kitapla ilgili görüşlerimi yazmadan önce Mahmut'u tanımak, onunla sohbet etmek istedim.

Romanın merkezi mekanlarından biri olan Wiener Paltz'dan yola çıkıp, yine ikinci bir mekan olan Frankfurter Str.'ye doğru yürüdüm. Kendimi biraz zorlasam hem Wiener Platz'da hem de Frankfurter Str.'de kitaptaki kahramanlarla karşılaşma ihtimalim vardı. Bu ihtimal üzerinde fazla durmadım. Önce kitabın nasıl kurgulandığını öğrenmek için adımlarımı hızlandırdım. Kısa sürede kendimi buluşma yerinde buldum.

"Sen hangisisin?"

Mahmut Aşut kitabı yayınevine göndermeden önce elbette yakınındaki eş-dosta okuyup fikirlerini paylaşmaları için ricada bulunmuş. Sohbete bu geribildirimlerden başlıyoruz. Biri onu arayıp, "Buradaki kahramanlardan hangisi sensin?" diye sorduğunda ne cevap vereceğini bilememiş önce. Çünkü karakterlerin hiçbiri doğrudan kendisi değil. Kendi hayatını anlatmamış. Herbiri kurmaca hayal ürünü, ama bir o kadar da gerçek. Yer isimleri, tarihler, yaşananlar, hatta sözü edilen birtakım etkinlikler bile tamamen orjinal. Köln'de yaşandığı gibi... Bu ister istemez romana "otobiyografik" bir karakter kazandırmış. Ama roman otobiyografi değil. Başka bir deyişle yazarın kendisi romanın içinde yok. Sohbetimize eşlik eden ortak arkadaşımız Devrim gülerek:

- Abi; "Hem bunların hepsi benim, hem de hiçbiri ben değilim...!!!" diye cevap verseydin. diyor. Devrim'in söylediği hakikaten doğru.

Çünkü fiksiyona dayalı bütün eserler yazarın birikim-gözlem-deneyim ve algılarına bağlı olarak kurgulandığından romanın her satırında yazarın var olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü yazar kurguladığı kahramanların herbiriyle arasına belli bir mesafe koyarak yaklaşır. Karakterlerden biri siyah diğeri beyaz bile olsa onun gözünde durumları aynıdır. Eşitlik bozulmaz.

Bu eşitliğin altını çizmek için Mahmut'a Nesi karakteriyle ilgili bir soru yöneltiyorum:

Nesi: Hem siyah hem beyaz

Nesi romandaki yan karakterlerden biri. Ana karakter olan Dila'nın genç ve güzel annesi... Ama kızıyla hiç anlaşamıyor. Severek evlendiği eşi Tahir'den ayrılmış. 43 yaşında, bakımlı, güzel, çalışkan, işinde basarılı, ama çocuklarına fazla zaman ayır(a)mayan bir anne. Anlatıcı onun iç dünyasına çok az giriyor. Girdiği vakit de onun yetersizliğinden bahsediyor. Hemen örnekleyecek olursak; anlatıcının metinyüzey yapısına yansıttığı şu satırlara bakabiliriz:

" ...Kahvaltı için peynir, reçel, yağ ne varsa hepsini tabaklara boşaltarak masaya yaydı. Bu aslında pek yapmadığı bir şeydi. Genellikle çarşıda alınan herşeyi kabıyla masaya indirip kaldırırdı. Bugün özenmek istiyordu."
Mahmut'a;

- Kitaptaki anlatıcı, sanki Nesi'den şikayetçi gibi geldi. Öteyandan Tahir'i ve çocukları çelişkilere rağmen güzel çizmiş. Onlara torpil geçmiş. Ne dersin ?
diye soruyorum. Bu yorumum Mahmut ́u şaşırtıyor. Çünkü diğerlerine ne kadar yakınsa Nesi ́ye de o kadar yakın.

- Ben öyle düşünmedim.
diye başlıyor cevabına.
- Nesi'nin iyi ve kötü yönleri var. Bazı olumsuz birikimlerin sonucu o da tedirgin duygular içinde. Doğru tabi... Çocuklarıyla pek iyi anlaşamıyor. Öte yandan çocuklar babalarıyla arasıra sadece bir-kaç saatliğine buluşuyorlar. Ama Nesi ́yle sürekli birlikteler. Belki sürekli babanın yanında kalsalar onunla da o kadar iyi anlaşamayacaklar.

"Babalar çocuklarının bankasıdır."

Tahir(çocukların babası) öğretmen olduğu halde iş bulamıyor. İşsiz bir baba olarak kendine dert ettiği bir takıntı var: Bu takıntı Victor Hugo ́nun kitabını okurken aklında kalan bir söz: "Babalar çocuklarının bankasıdır.". Anlatıcının açıktan kodlamamasına rağmen, bu sözün Tahir'i rahatsız ettiği satır aralarında anlaşılıyor. Öyle ki; kızına ve oğluna yeterli maddi imkanları sunamayan baba, zaman zaman kendine olan güven duygusuyla da

hesaplaşıyor. Kızı sınıf gezisine katılmak için ondan para istediğinde ezik ama net biçimde parayı veremeyeceğini söylüyor. Dila bunu anlayıp saygıyla karşıladığı halde o eziklik duygusu Tahir'i günlerce rahat bırakmıyor. Tabi bu durum da romanın adına uygun tedirgin duygular içinde ele alinabilir.

Romandaki en başarılı anlatımlardan biri de çocukların iç dünyası, aile ilişkileri ve okulla ilgili durumlarının gerçekçi bir tarzda verilmesi. Erkek kardeşinin neredeyse tüm sorumluluğnu üstlenen Dila annesine karşı acımasız ve eleştirel. Onunla "annelik rolünü yeterince yapamadığı" için keskin tartışmalara girerken, babasıyla arkadaş gibi. Son derece kendine güvenli ve gurulu olan Dila, erkek arkadaşıyla da kıskançlık yüzünden ayrılıyor. Duran ise küçük bir çocuk olduğu halde açık ve düşündüğünü söylemekten çekinmeyen bir çocuk. Buna rağmen ikisi de aile dostları olan Seyit ile Elif ́i ziyaret ettiklerinde kendi ailelerinde bulamadıkları düzeni orada görünce haklı bir burukluk yaşıyorlar.

İkili ilişkiler: sevgi-aşk

Roman Dila'nın Nils ile olan ilişkisiyle başlıyor. Bunlar birbirini seven ve tamamlayan iki genç olarak çizilmiş. Sonra Tahir ile Elke'nin ilişkisiyle devam ediyor. O da saygıya dayalı, güzel bir ilişki. Derken Elke'nin arkadaşlarından Anna Tahir'in arkadaşlarından biri olan Hüseyin ile fedakarlığa dayalı, karşılıksız ve çıkarsız derin bir aşk yaşıyor. Anlatıcı yan figür oldukları halde Seyit ile Elif ́in de ilişkisini okuyucuya aktarıyor. Bu arada Gülbeyaz ile Kasım arasındaki aşk da var. Gülbeyaz ile Kasım Tahir ́in ana-babası. Onların yaşadıklarını Dila babasına anlatırken öğreniyoruz. Bu sevgi ilişkilerinin hiçbirinde tedirginlik yok. Sadece zaman zaman kırgınlık ve gurur olduğundan söz edebiliriz.

Hüseyin karakterinin gençlik yıllarında yaşadığı aşk acısı diğer aşk hikayelerinden ayrı düşünülebilir. Anna ile biraraya gelmeden yıllar önce Emel ́e aşık olan Hüseyin o aşkı yoğun ve mistik bir halde yaşamış. Çaresizliği, hayalkırıklığıyla birleştigi için, kendini birtürlü toparlayamamış. On yıllar sonra karşısına çıkan Anna roman kurgusuna onun hayattaki ödülü gibi yansıyor. Bütün bunları anlatıcının dil kullanımıa yakın bir dil kullanan Tahir ́in Musa dedeye anlattıklarından öğreniyoruz.

Dilkullanımı

Anlatıcının dili iki türlü değerlendirilebilir. Bir taraftan oriyental anlatım tekniğiyle doğadaki her yaprak, dağ-taş tarif edilirken, bir yandan da Almanca'ya özgü, tam ve yapısal anlatım tekniği kullanılmış diyebilirim. Öyle ki çocukların babayla konuşurken ya da kendi aralarında kullandıkları dil bile o yaştaki çocukların özgün anlatımından uzak. Onların

yerine yetişkin, birikimli, hayat tecrübesine sahip insanlar konuşur gibi. Yine zaman zaman Alman karekterlerin gerek diyaloglarına gerekse iç konuşmalarına hakim olan dil kullanımı da oriyental motifler taşıyor. Bu yanıyla metin tutarlılığındaki özgün yapı eksik kalmış olsa bile, kitap toplamda okunmaya değer.

Anlatıcı kahramanların dilinden doğru çıkarımlar yaparak Almanya'da yaşayan Türkiyeli göçmenlerin ve mültecilerin sorunlarına dikkat çekiyor.
Toplumsal gerçekçi kitap Almanya ́ya yerleşen köy kökenli insanların yabancı bir kültür içinde nasıl tutunmaya çalıştıktalarının raporu gibi. Hatta bazı satırlarda doğaya ve köy hayatına duyulan özlem farkediliyor. Anlatım tekniği mistik ve oriyantal. Öte yandan Almanyalı olma durumu, başka bir deyişle iki kültür arasındaki sıkışmışlık Dila ́nın anlatımlarına da hakim.

Romanın sonunda nihayet kararını vererek Köln ́de meşhur Keupstr.'ye yerleşen Dila kendine yeni bir hayat kurmaya çalışırken, tedirgin duyguların onun peşini bırakmadığına tanık oluyoruz. Bu son okuyucuda kekremsi bir tat bıraksa da Dila ́nın yalnız olmadığını erkek arkadaşı Nils ve en iyi arkadaşı Pia ́nın onun yanında onu desteklediğini bilmek umut veriyor.

Görüşmeden sonra Mahmut ve Devrim'le vedalaşırken ışık ışık bakan bir çift gözle karşılaşıyorum. Ergenlik çağında bir genckızın gözleri bunlar. Ona ayaküstü şakayla karışık bir şeyler söyledikten sonra adını soruyorum. Bizim o taraflara özgü Kürtçe bir isim söylüyor.

- hmmm... diyorum. Memleket neresi o zaman ?
Dersim diye cevap veriyor. Bir kaç saniye gülümseyerek konuşmadan bakışıyoruz. O derinlikte çocuğun ruhunda Dila'yı görüyorum. Tedirginliğe rağmen kendinden emin ve gururlu tavrını. Onunla da vedalaşıp oradan çabucak ayrılıyorum. Ama bu kesin bir veda değil. Belki birazdan hızlı adımlarıyla otobüse yetişmeye çalışan Nesi, ağır okul çantasını tembel tembel sırtında sürükleyen Duran, yılların tecrübesinden ağırlaşmış bakışlarını gökyüzüne diken Musa dede karşıma çıkacak. Hepsinin tedirginliğini derleyip toplayıp kendi çantama yerleştiriyorum. Haliyle orada benim tedirgin duygularıma karışıyorlar. Olsun, biz burada göç kültüründe hepimiz tedirginiz zaten...

21.12.2018