İlki belki tatsızdı ancak sonraki deneyimler akılda hoş anılar bırakmıştı.

Aslında her şey İsveç'in başkenti Stockholm'de başladı. Rasunda Stadyumu'nun çimlerinden alınacak sonuç, kırk küsur senedir büyük bir şampiyona hasretiyle yanan ülkeyi havalara uçurabilirdi.

1994 Dünya Kupası'nın üçüncüsü karşısında iki kere geriye düşen Fatih Terim'in öğrencileri, Hakan Şükür ve Ertuğrul'un golleriyle beraberliği kurtarınca rüyalar gerçek olmuştu.

En son 1954 Dünya Kupası'nda boy gösteren ülke İngiltere'de düzenlenecek Euro 1996'ya vize almıştı. Tarihler 15 Kasım 1995'i gösteriyordu...

1996: Milli takım görücüye çıkıyor

Büyük umutlarla futbolun beşiğinde yerini alan ay-yıldızlıların grubunda Hırvatistan, Portekiz ve Danimarka vardı.

11 Haziran 1996'da Türkiye, tarihindeki ilk Avrupa Futbol Şampiyonası maçına çıkıyordu.

Hırvatistan karşısında turnuvaya iyi bir başlangıç yapmak istiyorduk. Dakikalar geçiyor, oyun orta sahada sıkışıyordu. Yoksa golsüz beraberlik geliyor muydu...

Stoperlerimizin hırpaladığı Alen Boksiç, yerini Goran Vlaoviç'e bıraktığında, bir nebze olsun rahatlamıştık. İşte dakikalar 87'yi gösterirken, ummadık taş baş yarıyordu.

Rakip kaledeydi ay-yıldızlılar. Tüm hatlarla gol ararken, topu kalemizden çıkarıyorduk.

Aljosa Asanoviç'in güzel bir pasıyla kendi sahasının ortalarında buluşan Vlaoviç, önünde yatan Rahim'i kolaylıkla geçiyor, topu sürüklüyordu.

Kurşun gibi fırlayan forveti kaleye 35-40 metre kala yakalayan Alpay, hayatının kararını verdi, tüm kariyeri boyunca rakip oyuncuları 'döven' stoper rakibine dokunmayarak Hırvat oyuncuyu Rüştü ile baş başa bırakmıştı.

Bir çalımı müteakip zarif bir plase maçın sonucunu ilan etmişti.

Alpay'a ise turnuvadan sonra fair-play ödülü verilmişti.

Ay-yıldızlıların ikinci sınavı yine Nottingham Forest'in yuvası City Ground'daydı. Portekiz karşısında alınacak bir galibiyet hesapları düzeltebilirdi.

Rakipte sonradan Fenerbahçe formasını giyecek Dimas'ı bir tarafa bırakırsak, Şampiyonlar Ligi şampiyonu apoletli Paolo Sousa, Sa Pinto, Joao Pinto, o günlerde Barcelona'da top koşturan Luis Figo ve sonradan Fatih Terim ile Floransa'da çalışacak kadife ayak Rui Costa dikkat çekiyordu.

Bu kadar usta varken, gol savunmanın direği Fernando Couto'dan gelmiş; millilerin gruptan çıkma şansı böylece bitmişti.

Danimarka ile yapılacak son maç Hillsborugh Stadyumu'ndaydı. Yedi yıl önce 96 Liverpool taraftarına mezar olan Sheffield Wednesday'in yuvasında beklenen puan gelecek miydi...

Golsüz biten ilk yarıdan sonra sahne alan Brian Laudrup fişi çekmişti. İlk maceramızda ne gol atmıştık, ne de puan almıştık...

'İçimizdeki İrlandalılar'

Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz günlerdi. Ekonomik kriz, iki deprem, bir sel derken yüzler gülmeyi unutmuştu. Bursa'daki maç futbolun asla sadece futbol olmadığı şiarını doğrular nitelikteydi.

Dublin'den 1-1'lik beraberlikle dönen ay-yıldızlılar, avantajını koruyabilecek miydi?

17 Kasım 1999'daki maçta Sergen ve Abdullah döktürürken, sakatlanan Rüştü'den Engin eldivenleri teslim alıyordu.

Yıllar sonra milli takımın kalesine geçen deneyimli file bekçisi güzel bir kurtarışa imza atıyor, tabelada yazan sıfırlar 'iş bitti' diyordu. Avrupa Şampiyonası bileti yine cepteydi...

Son düdükten sonra coşan Mustafa Denizli, ağzındaki baklayı çıkarmış, yıllarını beraber geçirdiği arkadaşı Hıncal Uluç'a ithafen ettiği bir lafla literatüre geçmişti; "İçimizdeki İrlandalılar" böyle doğmuştu!

2000: İlk kez çeyrek finaldeyiz

Euro 2000'deki ilk rakip yıldızlar topluluğu İtalya idi. Adlarını sokaktaki çocukların bile ezbere bildiği takım karşısında alınacak sonuç yediden yetmişe merak ediliyordu.

Golsüz biten devreden sonra perdeyi Antonio Conte açmıştı.

Bugünün başarılı teknik direktörü şık bir vuruşa imza atmıştı. Cevap çok da gecikmemişti. Sergen'in kullandığı serbest atışta millilerin en kısası Okan kafayla dokunmuştu. Böylece ilk gol gelmişti. Acaba puan da yolda mıydı...

Filippo Inzaghi'nin penaltısı maçın sonucunu ilan ettiyse de ümitler yeşermişti.

İkinci rakip İsveç'ti. Eindhoven'daki Philips Stadyumu'nda tam bir taktik savaşı yaşanmış, gol sesi çıkmamıştı. İlerliyorduk, ikinci turnuva deneyimimizde önce gol atmış; ardından puan almıştık. Yoksa galibiyet de mi geliyordu...

Turnuvanın organizatörlerinden Belçika karşısında bir galibiyet çeyrek final anlamına gelebilirdi. Diğer maçta İtalya ile İsveç kozlarını paylaşıyordu. İskandinavlar da mutlak üç puan parolasıyla sahaya çıkıyordu.

Heysel Faciası'ndan sonra adı değişen Kral Baudouin Stadyumu'nda ev sahibi fırtına gibi başlıyordu.

Yavaş yavaş toparlanan milliler, ilk yarının sonunda öne geçmişti. Alpay'ın gelişigüzel vuruşunu takip eden Hakan Şükür basketbolculara taş çıkaracak kadar zıplayıp kaleci Filip De Wilde'nin ellerinin üstünden ağları bulmuştu.

Belçika golü bulup dizginleri tekrar eline almak istiyordu. Onlar geliyor, Rüştü kalesinde devleşiyordu. Dakikalar 70'i gösterirken gelişen kontratakta Suat Hakan'a "Al da at" diyor, fark ikiye çıkıyordu.

Diğer karşılaşmada da İtalya İsveç'i yenince, Türkiye tarihinde ilk kez çeyrek çeyrek finaldeydi.

Rakip Portekiz'di. Avrupa'nın artık önemli güçlerinden biri olarak kabul edilen yıldızlar topluluğu mücadeleyi Nuno Gomes'in golleriyle 2-0 kazanırken, Alpay bu sefer yapacağını yapmış; 29. dakikada oldukça gereksiz bir şekilde atılmıştı.

İlk yarının sonunda geriye düşen ay-yıldızlılar, Arif Erdem'in ayağından bir de penaltı kaçırınca sonuç kaçınılmazdı.

1996'da katıldığımız ilk turnuvada sıfır çekmiştik, ikincisinde gol atmış, puan almış, kazanmış ve çeyrek final oynamıştık. Daha da iyisini başarabilir miydik...

2008: Mucizevi geri dönüşlerle yarı finale

Yunanistan'ın ardından grupta ikinci olarak Euro 2008 biletini cebine koyan Türkiye, şampiyona tarihinde üçüncü kez boy gösterecekti.

Cenevre'de her turnuvada karşılaştığımız Portekiz'e yine boyun eğince, moraller bozulmuştu.

Basel'de İsviçre karşısında da geriye düşmüştük. Eren Derdiyok vermiş, Hakan Yakın duran topu filelere göndermişti. Berbat saha ve hava koşulları canları iyiden iyiye sıkıyordu.

İkinci devre güneş gibi açan Fatih Terim'in öğrencileri önce Semih'in kafa vuruşuyla eşitliği sağlamış, Arda'nın uzatmalarda attığı golle de kazanmasını bilmişti. Kalesinde Volkan devleşmese, serüven erken biteceki...

Çek Cumhuriyeti karşısında alınacak galibiyet yine çeyrek final demekti. Bu arada her iki takımın da puanları, attıkları yedikleri goller eşit olduğundan mücadele berabere biterse, direkt penaltı atışlarına geçilecekti.

Jan Koller ve Jaroslav Plasil'in golleriyle 2-0 geriye düşen milliler, son çeyreğe kadar da gol bulamamıştı. Bundan sonrası tufandı...

Önce Arda farkı bire indiriyor, ardından Petr Cech kariyerindeki en büyük hatalardan birini yapıp topu elinden kaçırınca, Nihat boş kaleye skoru eşitliyordu.

Acaba penaltılar mı geliyor derken, Çek savunmasının arkasına kaçan Nihat yine Hamit'ten aldığı pası bu sefer muhteşem bir vuruşla filelere gönderiyordu.

Uzatmalarda gelen gereksiz kırmızı karttan sonra tüm Türkiye “Yapma Volkan!” diye inlemişti. Mucizevi bir geri dönüşle üst tura gidilmişti.

Çeyrek finalde emektar Rüştü kaledeydi. İlk 90 dakikada Hırvatistan daha üstün olan taraf olsa da gol sesi çıkmamıştı.

119. dakikada böbrek naklinden sahalara dönen ilk futbolcu olan Ivan Klasniç'in kafası Slaven Biliç'in öğrencilerini havaya uçurmuştu. Maç bitti denirken yaşanan karambolde solunu konuşturan Semih tabelayı eşitlemişti.

Seri penaltı atışlarında Luka Modriç ile Ivan Rakitiç auta vurmuş, Rüştü de Mladen Petriç'in atışını kurtarınca iş bitmişti. Tarihimizde ilk kez Avrupa Şampiyonası'nda yarı final oynayacaktık...

Rakip Almanya'ydı. Colin Kazım'ın direkle dansını müteakip Uğur Boral ağları bulmuştu. Panzerler çabuk geri dönmüştü. Lukas Podolski'nin pasını tamamlayan Bastian Schweinsteiger skoru eşitlemişti.

Her şey iyi gidiyordu ta ki ikinci yarının sonlarında Rüştü'nün Miroslav Klose'ye ikramına kadar. Deneyimli file bekçisi boşa çıkınca gol gelmişti. Fatih Terim'in öğrencileri yine kovalıyordu. Yine bir maçta geriye düşmüşlerdi. Sabri'nin geliştirdiği akında Hırvatistan maçının kahramanı Semih'in zarif dokunuşu tabelaya denge getirmişti.

Maç uzuyor derken son anda sahne alan Philipp Lahm skoru ilan etmişti. Gary Lineker'in de dediği gibi futbol 22 kişinin 90 dakika bir topu kovaladığı ve sonunda Almanların kazandığı basit bir oyundu.

Sıfır çekerek başladığımız Avrupa Şampiyonası serüveninde hep çıtayı yükseltmeyi başardık. Aynı ivme devam ederse sırada final var!

(Ali Murat Hamarat/ BBC)