İş icabı savaşın daha doğrusu terörün önünden kaçıp gelen ailelerle karşılaşıyorum. Her ailede bin dert bin hikaye, ama hepsinde hayatı kaçırdıkları yerden yeniden yakalamak için tarifsiz bir arzu var. Mesela kendisine hasta çocuğu hakkında verilen tavsiyeleri Almanca bilmediği halde pür dikkat dinleyen Afganistanlı genç bir anne, haftanın dört günü diyalize bağlı yaşamak zorundayken, -iş klarnet çalmaya gelince gençleşip(!!) bize konser veren yaşlı bir adam, spontane ziyaretimize rağmen, -rahatsız olmak bir yana(!!!!), bize ne ikram edeceğini bilemeyen Kosovalı bir kadın, evi zannettiği mülteci binasından ayrıldığımız sırada ayakkabılarımızı önümüze dizip bizi mahcup eden Iraklı bir adam ve daha niceleri...

Bu insanlara yaklaşıp hikayelerini dinledikçe yüz sefer, bin sefer, yüz bin sefer insan ve doğa ilişkisini sorguluyorum, hem onları hem kendimi anlamaya-algılamaya çalışıyorum. Böyle zamanlarda hayatta kalma güdüsü en doğal haliyle şu bildiğimiz uyduruk tasavvurların(dil-din-ırk-devlet-bayrak-pasaport-kimlik bilmem ne gibi...) sınırlarını aşıp kendini SEVGİ-SAYGI şeklinde ortaya koyuyor.

Bu güzel... Ama bunu şiir olsun, adet yerini bulsun, damardan girip bu yazıyı okuyanlar duygulansın, ağlasın falan diye yazmıyorum...! SEVGİ-SAYGI hakikaten insana-topluma pozitif enerji veren, hayata mana katan bir durum. Ruhunuz yunmuş-yıkanmış gibi hissediyorsunuz. Bu gerçekten öyle...!!

xxxxxxxxxxxxx

Geçtiğimiz günlerde aile etkinliklerinden birinde konu gelip gebelikten korunma yöntemleri ne dayanınca, şimdiye kadar hiç düşünmediğim bir noktada kafam aydınlandı. Modern dile çevirecek olursak; ben de bi tür FARKINDALIK yaşadım diyebilirim...!

Etkinlikte yaklaşık 10 çocuk-bebek ve sürekli sayısı değiştiği için artık takip edemediğim bi sürü ana-baba vardı. Başta hangi çocuk hangi ana-babaya ait, hangi adam hangi kadınla evli, kestirmek benim için zordu tabi... Sonradan biraz Almanca biraz Kürtçe, bir kaç kelime Türkçe, Arapça, İngilizce ve hatta Ermenice konuştukça aileleri tanıyabildim, daha doğrusu birbirinden ayırabildim. Oradaki iki kadın hamileydi. İkisi de 25-30 yaşlarında, ikisinin de fiziksel ve zihinsel engelli bebekleri kucaklarındaydı. İlginç bir kombinasyon, öyle değil mi? Birinin dört çocuğu, diğerinin iki çocuğu vardı. Dört çocuklu olan daha tecrübeli, nazlı nazlı sandalyesine oturmuş, gülümseyerek yerde sürünen, sürünürken de ablasının saçlarını çeken engelli çocuğunu gururla izliyordu. Çocuk kusup ağlayınca, yine gülümseyerek yerinden fırladı, çocuğun yüzünü, ellerini temizledi, öptü, avuttu, kucağına alıp sandalyesine oturdu ve tişörtünün ucunu kaldırıp altında sakladığı memesini çocuğun ağzına dayadı. Çocuk hırsla memeyi emmeye başladı.

Çaktırmadan bu sahneyi takip eden ben, "gebelikten korunma yöntemleriyle" ilgili anlattığımı-anlatacaklarımı birden unutup öylece ortada kaldım. Sosyolojik, psikolojik, didaktik, ekonomik, politik ve daha başka disiplinler alanında okuduğum-izlediğim-dinlediğim ne varsa, hiçbir şeyin o bir kaç dakika süren sahneyi açıklamaya yetmeyeceğini farkettim. O anda ne desem yalan olacaktı. Bu yüzden kitaplardan öğrendiğim her şeyi sıfirladım. Sadece gözlediğim durumu anlamaya çalıştım.

Nitekim kitaplarda yazılanlar, yazıldıkları zaman diliminde geçerliydi. Üstelik o bilgilerin hangi koşullarda, hangi toplumlarda, hangi ekollerde, hangi idolojilere ya da hükümetlere hizmet ederek yazıldığı da gözetilmeli, toplumun dinamik, insanın da doğadan bir parça olduğu unutulmamalıydı.

Birden aklıma zaman zaman sohpet ettiğim psiko-analitikçi Alman bir arkadaşım geldi. "İnsan hayatının içgüdüsel olarak iki doğal manası var." demişti. "Biri hayatta kalabilmek diğeri de üremek."

Sanırım gördüğüm sahnenin açıklaması bu olabilirdi. Yani insanın en ilkel, dolayısıyla en doğal hali.

xxxxxxxxxxxxxx

Derken insanın bu en ilkel, en doğal halini daha iyi anlamak için "gebelikten korunma yöntemleri" konusunu bırakıp cocuğunu emziren anneyle sohpete başladım. Aileler anlaşamadığı için kocasına kaçmış. İlk çocuğunu doğurduğunda 17 yaşındaymış. Sonra diğerleri de peş peşe gelmiş. 24 yaşındaki bu kadın dört çocuk annesi, beşinci de yolda. Almanca bilmediğinden başka insanların yardımına ihtiyacı var. Buna rağmen ailesini çekip çevirmenin yolunu bulmuş. Çocukların herbiri mutlu, bakımlı ve sağlıklı. Ona hiç zorlanıp zorlanmadığını sordum. Gülümseyerek yüzünü ekşitip, Kürtçe "Na... Çima...?" diye soruma soru ile cevap verdi.

"Evet, hadi bakalım -Çima ?" diye içimden kendimle hesaplaştım. İnsan sağlıklıysa, sevdiği ve isteyerek birlikte olduğu bir kocası varsa neden çocuk yapmasın ki...?! Bu soruya cevap vermeye kalksam yine yukarıda saydığım disiplinlere girecek, oralarda edindiğim bilgilerden bir kaçını özenle seçecek, sonra o bilgileri o kadının anlayacağı dilde anlatacak ve kadıncağızı üremenin kötü bir şey olduğuna ikna edinceye kadar politik, ekonomik, pedagojik argümentlerle korkutacaktım. Üstelik bunu eğitme-aydınlatma adına yapacaktım...! Tabi ki yapmadım... Samimi davranıp kadına çocuğu nasıl emzirdiğini görünce çok etkilendiğimi söyledim. O da mahcup gülümsedi. Halinden gururlandığı belliydi. Okula gidip gitmediğini sordum. Gitmişti. Ama ülkesinde başka bir yazı kullanıldığından Latin alfabesiyle pek arası yoktu. Bizim modern değerlerimiz içinde listelediğimiz okul, okuma, kadının özgürleşmesi, çalışması, eşitlenmesi gibi kaygıları da yoktu. Kocası gelip kucağında emzirdiği çocuğu öperken, bir yandan da çocuğa; "hadi sen de beni öp. Occchhh... Şimdi bi de anneni öp..." derken bir ailenin toplumdaki uyduruk tasavvurlara rağmen sevgiyi kaybetmediğinde ne kadar mutlu ve uyumlu olabileceğini gördüm. Tam "Aile planlaması da üretim toplumunun bir konstruktu olabilir mi?" diye düşündüğüm sırada, başka bir kadın, konunun "anlam ve önemine uygun" davranıp, "Karnındakini de doğur. Ondan sonra spiral taktırırsın. Bak, kendine bile bakamayacak durumdasın. Beş çocuk neyin nesi...?!" dedi. O bana bakıp muzipçe gülümseyerek "éri..." dedi. Öteki kadını kırmamak için yalan söylediği, gözlerinden belliydi. Ama onu ele vermedim. Çünkü bu kadın bir Ezidi´ydi.

Nitekim bir kaç gün önce başka bir şehirde başka bir iş icabı ziyaret ettiğim Ezidi derneği başkanını söyledikleri aklıma gelmişti. Başkan Ezidiler´in 24 kez soykırım yaşadığını, bu yüzden de çocuk yapmaya ve aileye çok önem verdiklerini anlatmıştı. Yani bu genç kadının doğurganlığı onun soykırıma karşı verdiği son derece doğal, tarihsel, toplumsal ve hatta içgüdüsel bir tepkiydi. Benim kitaplardan öğrendiğim bilgileri ona aktarmam, gebelikten korunma yöntemleri üzerine konuşmam onun bu doğal reaksiyonunu manipule etmek anlamına gelebilirdi. Manipule etmedim.

Soné Gülyan

Köln, 28.10.201