Savaşların etkisini yarattıkları tahribat ve ölü sayısıyla değil de ülkelerin dağılması ve kafalardaki eski dünyanın yıkılması bağlamında değerlendirirsek, 20. yüzyılda yaşanılan en büyük savaş İkinci Dünya Savaşı değil, birincisidir.

Bu savaşta üç imparatorluk dağıldı: Avusturya-Macaristan, Osmanlı İmparatorluğu ve Çarlık Rusya'sı. Sonuncusu devrim sayesinde sınırlarını büyük oranda koruyacaktı.

Uygar ve en azından bulunduğu alanda barışçı olarak değerlendirilen Avrupa kültürü çok kötü yıkıldı. Stefan Zweig bu yıkılmayı güzel anlatır. Savaşın insanda yarattığı yıkımı ise Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok ile Remarque anlatacaktır.

Türklerle Almanlar arasındaki yakınlık Birinci Dünya Savaşı öncesine dayanır. Bu dönemki bütün yakınlıklar gibi de öncelikle askeri temel üzerinde yükselir.

Abdülhamit Prusya generali Goltz’u 1883 yılında Harbiye Mektebi yetkilisi olarak atar. Bunun anlamı, subay eğitiminin Alman anlayışına göre yapılmasıdır. Goltz’un etkisi bununla sınırlı kalmaz, aynı zamanda İmparatorluğun değişik bölgeleriyle ilgili raporlar hazırlar. Goltz’a göre İmparatorluk fazla geniştir ve bu genişliğin eldeki güçle denetlenmesi ve savunulması mümkün değildir. Bunun yerine alanı küçültüp, iyi denetlenebilecek ve savunulabilecek duruma getirmek gerekir.

Olayların daha sonraki gelişimi kendiliğinden bu yönde olacaktır. İtalyanlar Libya’yı işgal edecekler ardından da Balkan Savaşı’nda önemli toprak kaybı yaşanacaktır. Bu savaş bir dönüm noktasıdır. Osmanlıcılıktan vazgeçilerek İslamcılık ve esas olarak da Türkçülükte karar kılınacaktır.

Tutunabilecek son yer olarak Anadolu kalmıştır ve burası da Ermeni ve Rumlarla ya da Hıristiyanlarla doludur.

Goltz Paşa’nın görüşlerinin etkisi Cumhuriyet Türkiye'sinde bile sürecek kadar derin olmuştur. “Ordu-Millet” kavramı ona aittir. Bunu sağlamak için mektepli subaylar (alaylılar değil) halkla iç içe olmalıdır. Ulaşımın zor olduğu yarı feodal bir ülkede dış saldırıya veya içerde çıkacak önemli bir olaya karşı yerinde müdahale edilebilmesi önemlidir ve Goltz da ordu-millet anlayışıyla bunu amaçladığını belirtir.

1908’de iktidara gelen İttihat ve Terakki için dayanılabilecek tek güç olarak Almanya bulunmaktadır. Sürekli savaş içinde bulunulan Çarlık Rusya'sı müttefik olarak söz konusu olamaz. İngiltere ve Fransa ise her fırsatta İmparatorluğu küçültmeye çalışmaktadır ve bu iki ülke de Çarlık ile müttefiktir. Geriye Almanya ve ondan ayrı tavır alamayan Avusturya-Macaristan kalmaktadır.

Osmanlı İmparatorluğu, Lenin’in Çarlık için kullandığı deyimle feodal emperyalist bir devlettir, ama oldukça zayıftır. Birinci Dünya Savaşı’na koşar adım girer. Amaç kaybedilen toprakları geri almak, ek olarak da Orta Asya’da Türkistan’ı kurmaktır.

Demir çelik sanayisi bulunmayan bir ülkenin neyine güvenerek büyük bir savaşa girdiği merak edilebilir. İmparatorluk her durumda çökecekti ve İttihat ve Terakki bu çöküşün olabildiğince kanlı olması için elinden geleni yaptı.

Birinci Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı İmparatorluğu için önemini halen koruyan bir olay vardır: Ermeni soykırım.

Çarlığın Kafkasya’da büyük temizlik yapması sonucu Anadolu’ya çok sayıda Çerkez ve diğer bölge halkları göç etmiştir. Bu göç Balkan savaşının ardından Rumeli’den gelenlerle artar. Ticarette etkin olan ve halkın ortalama geçim düzeyine göre zengin olan Ermenilere yönelik düşmanlık her fırsatta kendisini göstermeye başlar. İstanbul, 1909’da Adana’da 20 bin Ermeninin öldürülmesi ve ardından büyük savaş gelir.

Çarlık Rusya'sıyla savaş sırasında bölgedeki Ermenilerin onlarla işbirliği yapmaları sonucu tehcir edilmeleri konunun sadece bir yanıdır. Konu sadece bölgedeki halkın yerinin değiştirilmesi olsaydı, bu uygulama savaş sırasında doğal karşılanabilirdi. Nitekim İkinci Savaş sırasında da Kırım Tatarları Nazi ordusuyla işbirliği yapabilecekleri gerekçesiyle Kazakistan gibi uzak bir bölgeye sürülmüşler ve yolda da hayli can kaybı yaşamışlardır. Ne ki, Ermenilerin sürülmesi farklıdır.

İlk olarak, katliam ve sürgün savaştan önce başlamıştır. Yukarda savaştan beş yıl önce Adana’da öldürülen Ermeniler örneği verildi.

İkinci olarak, İç Anadolu ve Trakya gibi Çarlıkla savaştan uzak bölgelerdeki Ermeniler de mallarına el konularak sürülmüştür. Buna Ege bölgesi de eklenmelidir.

Anadolu’nun Ermenilerden temizlenmesi söz konusudur.

Burada önemli üzerinde durulması gereken konu şudur: hiçbir soykırım halkın şu veya bu oranda katılımı olmadan gerçekleşemez. Osmanlı İmparatorluğu gibi yarı feodal bir ülkede bu kural daha da geçerlidir.

Christian Gerlach’ın “Extrem Gewalttätige Gesellschaften – Massengewalt im 20. Jahrhundert” kitabında geçtiğimiz yüzyıldaki kitle şiddeti örnek olaylar temelinde incelenir. Ermeni soykırımına da geniş bir bölüm ayrılmıştır ve merkezi otorite-yerel yönetim ve halk arasında el konulan Ermeni mallarının paylaşımı konusunda yaşanılan çelişkiler de anlatılır.

Soykırımda Almanya’nın rolünden söz edenler haklıdır ve bu konuda arşiv araştırmalarına dayanan çok sayıda kitap son on yılda yayınlanmıştır. Herhangi bir üniversite kütüphanesine giderseniz bu alandaki kitap bolluğu karşısında şaşırabilirsiniz.

Soykırım konusunda daha işin başındayız denilebilir. Çok sayıda ülke Ermeni soykırımını tanımış durumda ve buna Almanya da ekleniyor. ABD de önümüzdeki birkaç yıl içinde tanıma durumunda kalacaktır.

Burada önemli olan kaç devletin soykırımı tanıdığı değildir. Türkiye kabul etmese bile soykırım genel bir kabul görünce katledilen Ermenilerin torunları ellerindeki mülk belgeleriyle peşpeşe davalar açacaktır.

Ek olarak, büyük ihtimalle, herhangi bir Avrupa ülkesinde şu veya bu partiden aday olacak Türk ve Kürt kökenlilerden soykırımı tanımaları istenecek ya da en azından açıkça karşı çıkmamaları talep edilecektir.

Birilerinin fikir özgürlüğü varsa, başkalarının da aday göstermemek özgürlüğü vardır.

Ermeni soykırımı –o dönemde ulusal kimliklerin geri planda olmasından hareketle- Müslüman Türkler ve Kürtler tarafından Hıristiyan Ermenilere karşı İttihat ve Terakki’nin sorumluluğunda gerçekleştirilmiştir.

Savaştan sonra Yunanistan ile yapılan mübadelede az sayıdaki Hıristiyan Türkün de Rumlarla birlikte mübadeleye dahil edilmesi, o dönemdeki dini kimliğin önemini göstermektedir.

Ermeni soykırımının Türk kimliğinin oluşumundaki yeri nedir, gibi bir soru hiç garip değildir. Unutulmamalıdır ki, Gaziantep gibi bazı bölgelerde direniş Fransız ordusuyla birlikte bölgeye gelen Ermeni askerlerin varlığı sonucu başlar.

Kürtlerin ve Türklerin birlikte işgale karşı savaşmalarında Ermenilerin geniş bir bölgeden –Kuzey Kürdistan’ın önemli bölümünü kaplayan Batı Ermenistan’dan- ortaklaşa temizlenmelerinin önemli payı yok mudur?

Sorun Ermeni soykırımından önce yakın tarihimizin yalanlardan temizlenmesi ve yeniden yazılmasıdır denilebilir.