Denebilir ki, “birlikte yola çıktıklarımızın takatine göre bir rota çizdik…” O zaman, kendi açtığınız bu yeni yolun sonuna varanları değil kendinizi eleştireceksiniz. Denebilir ki, “biz ancak bu kadar yürüyebilirdik…” O zaman, başkalarına önerdiğiniz emekliliği vaktiyle neden kendiniz için düşünmediğinizi açıklayacaksınız

Vaktiyle Devrimci Yol gerillalarının da ayak bastığı dağlardan birinde bir ziyaret vardır. Dağın eteklerine serpiştirilmiş köylerde yaşayanlar bu ziyarete çıkıp adak adarlar. Birinin gerçekleşmesini çok istediği bir dileği varsa engebeli, dolambaçlı ve sarp bir yolu geçtikten sonra, eğri büğrü birkaç ardıç ağacının dibindeki ziyaret yerine gider, dileğini diler. Dileği gerçekleştiğinde de bu yolu tekrar teper ve ziyaretin yanında kurbanını keser.

Bu köylerden birinden genç yaşta ayrılıp uzun yıllar Almanya’da yaşamış bir kadın, çok istemesine rağmen çocuk sahibi olamamaktadır. Akrabalarının anlatımlarından etkilenmiş olacak, rüyasında -aslında gerçekte hiç görmediği- o ziyareti görür. Bunu bir işaret sayarak köyüne gelir ve bir köylüden kendine rehberlik etmesini ve dağdaki ziyarete çıkarmasını ister. Oysa ne Almancı kadın engebeli, dolambaçlı ve sarp yolları tırmanabilecek bünyeye sahip bir köylüdür artık ne de kendisinden rehberlik etmesi istenen köylü böylesi meşakkatli bir rehberliğe girişecek zamana ve niyete sahiptir.

Yola çıkılır, yolcular dağa çıkamayınca zeki rehber dağı aşağı indirmeyi dener. Dağın tepesindeki ardıçların yanına çıkmaktansa, yol üstündeki bir yüksek kayalığı gösterir; işte ziyaret. Ziyaretin aslını görmediği (ya da artık unuttuğu) gibi yol yürüyecek takati kalmayan kadın da ziyareti görmekten hoşnut olur. Dileğini diler, adağını adar. Birkaç yıl içinde de çocuğu olmuş ve mutlu bir halde köye geri döner, ziyarete olan taahhüdünü yerine getirmek ister. Bir grup köylü ile yola koyulurlar. Köylüler yola devam ederken, Almancı kadın bir kayanın dibinde durup “nereye gidiyorsunuz” der. Olan bitenden başından beri haberdar olan köylüler, rehberin aslında iyi niyetli bir hile yaptığını ve ziyaretin dağın tepesinde olduğunu anlatırsa da kadın diretir: “Ben adağı buraya adadım, kurbanı da burada keseceğim!” Kurban kayanın dibinde kesilir, köylüler de kadının yanlış yaptığını söyler.

Kabahat kimin? Kadının mı, rehberin mi? Her yaz üç-beş defa dinlemek durumunda kaldığım bu olayla ilgili olarak bazı köylüler hala Almancı kadını suçluyor.

Oğuzhan Müftüoğlu, Ahmet İnsel’i eleştirmiş
Oğuzhan Müftüoğlu’nun Birgün’de yayımlanan iki bölümlü röportajını okuyunca da yukarıdaki hikâyeyi hatırladım. Çünkü Müftüoğlu, kendi rehberliğinde hareket eden ama bugün belli ki yanlış bir yere gittiklerine kanaat getirdiği, yakın zamandaki yol arkadaşlarını eleştiriyor. Kendi rehberliğini ise sorgulamıyor.

Müftüoğlu şöyle diyor: “Referandum sırasında AKP’nin gönüllü destekçiliğini yapan ‘yetmez ama evet’ savunucuları için şimdi artık söylenecek fazla bir şey yok. Bence mesela Ahmet İnsel gibiler artık ‘emekli’ olmalı! Çünkü onların istedikleri ileri ve sivil demokrasi tastamam gerçekleşmiş sayılır, yani arkadaşların ‘misyonları’ tamamlandı!”

Eleştirilecek pek çok noktanın bulunduğu röportajdan cımbızla cümleler seçip, “mal bulmuş mağribi gibi atlayacak” değilim. İki sebepten. Birincisi, eleştirilecek fazlasıyla malzeme var ve bunlardan birkaç tane bulunca şaşırıp heyecanlanmak mümkün değil. Hangi birine atlayalım. İkincisi, Türkiye sol hareketinde önemli bir yer tutmuş bir isme laf çakmanın yakışıksız olmanın ötesinde tehlikeli ve zararlı olduğunu aklı başında herkes bilir. Ama siyasi tutum ve kararları ile yalnızca bir kişi olarak kendini değil, bir devrimci hareket geleneğini ve dolayısıyla bütün solu ve ülke siyasetini etkilemiş biri de eleştirilmelidir. Hele de “liberal sol” tefe konup oynatılacak vaziyete gelmişken, Türkiye solunun önemli bir birikimini bu vaziyetteki çevre ve kişilere kurban edenler de eleştiriden payını almalıdır.

Çok değil 5-6 yıl önce…
Müftüoğlu’nun “Yetmez ama evet” savunucularına, “Ahmet İnsel gibiler”e yönelttiği eleştirileri haksız buluyor değilim. Dediği gibi “Şimdi AKP iktidarının daha açık ve daha yoğun baskı politikalarına yönelmesinde bu çevrelerin de önemli bir sorumluluğu ve katkısı var.” Ama şimdi ÖDP’nin önde gelenlerince de tu kaka ilan edilen “liberal sol”un cami avlusundan gelmediğini de biliyoruz. Bu çevre ve kişilerin zamanında ÖDP’nin içinde ve hatta büyük ölçüde ÖDP sayesinde siyasi varlık kazandıklarını ve kendilerini bugün eleştirilen siyasi pozisyonlara sürükleyen hareket noktalarının da Oğuzhan Müftüoğlu ve Melih Pekdemir gibi isimlerce paylaşıldığını biliyoruz.

Röportajda “AKP, Kopenhag Kriterleri’ni terk etti, Ankara Kriterlerine geri döndü” şeklindeki değerlendirmeler eleştiriliyor. Ama bu eleştiri, vaktiyle Kopenhag Kriterleri ile demokratikleşme olmayacağını ve hatta söz konusu Avrupa Birliği üyelik sürecine karşı çıkılması gerektiğini savunanları eleştiren birinden geliyorsa, tutarsızlık olur. Avrupa Birliği sürecini yola koyulmuş bir trene benzeten ve yolculara da “hayır” deyip karşı çıkmak boşuna, diye yazan Oğuzhan Müftüoğlu; AKP’nin bu süreçte yukarıdan demokratik devrimi tamamladığını yazan da Melih Pekdemir’di. Şimdi ekonomik kriz karşısında ayakta kalıp kalamayacağı tartışılan Avrupa Birliği treni ilk tökezlemesini Fransa’da emekçilerin “hayır” dediği AB anayasası referandumu sürecinde yaşadı. Yukarıdan tepemize düşen de demokratik devrim olmadı. Bu konuda ciddi bir özeleştiri okuyamadım. Ama ÖDP içindeki ötekilere yönelik bolca eleştiri okudum. Kötü bir okur olduğum için mi? Peki AKP’nin anayasa referandumunda sergilenen “yetmez ama evet” tutumu ile AB üyelik sürecinde sergilenen “Havet” tutumu arasındaki uyum inkâr edilebilir mi?

Solcuların bir kısmını AKP’nin eteklerine yapıştıran süreçte, Siyasal İslam’da ittifak kurulacak ilerici potansiyeller keşfedenlerin hiç mi payı yok. Solun Siyasal İslam’la “savaş karşıtı ittifakı”nı savunan ve giderek İslamcılara yedeklenmesi yolunda bir köprü olan Küresel BAK denen ucubenin arkasında hangi parti yürüyordu? Yalnızca DSİP’i suçlamak adil olur mu?

Kendi eliyle yetiştirdiği hayırsız evlatları tarafından terk edilen ihtiyarlar gibi ayrılıp gidenlerin ardından atıp tutmakla eleştiri olmuyor. Yeni politik saflaşmada yeni birileriyle yan yana görünmek de çok bir anlam ifade etmiyor. Çünkü parası varken arazi olan, parası tükendiğinde de kapıyı çalanların dostluğu güven vermiyor.



Denebilir ki, “birlikte yola çıktıklarımızın takatine göre bir rota çizdik…” O zaman, kendi açtığınız bu yeni yolun sonuna varanları değil kendinizi eleştireceksiniz. Denebilir ki, “biz ancak bu kadar yürüyebilirdik…” O zaman, Ahmet İnsel’e önerdiğiniz emekliliği vaktiyle neden kendiniz için düşünmediğinizi açıklayacaksınız.