Diktatörlerin başını çektiği egemen sınıfların kurdukları dini sömürü, ekonomik talan, ahlaksızlığa ve yalana dayalı çarkın ayakta kalabilmesinin en etkin yollarından biri de “dini ibadet” adı altında uygulanan insan haklarını ve inanç özgürlüğünü ayaklar altına alan yaptırımlardır. Bundan dolayı dini ibadet, çoğu zaman diktatörlerin ayakta kalmalarını sağlayan bir araç olarak tarih boyunca her coğrafyada uygulandı ve uygulanmaya da devam etmektedir.

Ortaçağ’ın Avrupa'sında yaşama geçirilen din eksenli “zalim çarkı“ varlığını, özellikle günümüzde Siyasal İslam’ın Türkiye gibi etkin olduğu “İslam toplumlarında da" tüm vahşeti ile sürdürmektedir. 

Örneğin Ortaçağ Avrupa'sında, fakir olmak, fakir kalmak, köle doğup, köle ölmek, dinciler tarafından Tanrı’nın takdiri olarak lanse ediliyordu. İnsanlar isterse, ölümden sonra cennete gidebileceklerini, ancak bunun için de belli başlı şartları yerine getirmiş olmaları gerektiği yalanına inandırılıyordu.  15. yüzyıl civarlarında uygulanan cennete gitmenin yollarına bakınca, insan kendini günümüzün “Yeni Türkiye“sinde yaşıyormuş gibi hissediyor.

  Avrupa’nın geçmişinde, insanların “günah işlediklerini“ ileri süren hakim sınıflar (kiliseler, aristokratlar, soylular, toprak ağaları, kral ve kraliçeler), cahil bırakılmış toplumun tüm elemanlarının kendilerine biat etmeleri ile kurdukları sömürüye dayalı zalim çarklarını döndürüyor, ihtiyaç duydukları parasal kaynağı ise halkın sırtından “ibadet etme“ yolu ile elde ediyorlardı. Bu da olur mu demeyin!  “Dini ibadet“ adlı bu zulüm çarkının Ortaçağ Avrupasında uygulanışının ve bunun günümüz Türkiye´si gibi geri kalmış toplumlarda varlığını giderek daha da yaygın bir şekilde sürdürmesinin kısa öyküsünü bu kısa makalede bulacaksınız.

Zulüm çarkının tepesinde oturan kral (Osmanlı’da padişah, Türkiye'de ise “başkan”), gerek duyduğu parasal kaynağı ve iktidarını ayakta tutabilmek için, kiliseyi (Türkiye´de Diyanet İşleri Başkanlığı’nı) ve bu kiliselerde görev yapan papazları (Türkiye´de ise imamları), kendine bağlamıştı. Zulüm çarkının dönmesinde kişisel ve mesleki çıkarı olan papazlar (yani imamlar), kralın (“başkan’ın”), Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi olduğu safsatasını kitlelere pompalıyorlardı. Bu beyin yıkama işlevinin en etkin yolu olarak da,  toplu katılımla düzenlenen dini ibadetlere (camilerdeki cuma namazları gibi) ilginin artırılması için kral, devletin tüm imkanlarını seferber ediyordu. Örneğin Wittenberg`deki Saray Kilisesi’nde günde 20 defa, “Meißen Katedral” inde gece ve gündüz ayinlere aralık vermeden devam etmekteydi. Köln’de ise günde 11 vakıf,  22 manastır, 100 küçük kilisede 1000 defa ayin düzenleniyordu. Bir günde bu kadar fazla dini ibadetin yapılmasının tek nedeni ise, milyonlarca insanın beynine, kralın (başkanın) istediği bir yalanı enjekte etmekti. Kilisenin (Türkıye’de bir çok camide olduğu gibi) yaydığı yalanlardan biri de  şuydu: 

“Sen günah işledin, cehenneme gitmek istemiyorsan hacca gideceksin.“

Bu yalan, uygulanan psikolojik bir savaşın en önemli direklerinden biriydi. Kilisenin bu yalanına inananlar, işlediklerine inandırıldıkları günahlarından kurtulabilmek için düzenlenen “hac” seferlerine para karşılığında katılıyorlardı.  Düzenlenen bu seferlere katılanlardan epey yüklü miktarda paralar alınıyor, bunun karşılığında ise bu insanları “kutsal topraklar” ve “kutsal türbeler” diye adlandırdıkları yerlere taşıyorlardı. (Hac ve Umre ziyaretleri gibi). Bu seferlerin en çok düzenlendiği yerlerin başında ise Roma´daki “Kutsal Petrus Mezarlığı“ ve Kudüs’teki Hz. İsa Mezarı geliyordu. 

  Hristiyan ve İslam inancının suiistimal edilmesinde en büyük payı oluşturan “dini ibadet”, günümüzün siyasal İslamcıları tarafından da çok iyi bir şekilde kullanılmaktadır. “İşlenen günahlardan arınma” adına her yıl düzenlenen “hac” seferi, sadece Katolik Kilisesinin (Suudi Krallığı) ve Kral´ın (Başkanın) Ortaçağ Avrupa´sı (Türkiye) gibi Hristiyan (İslam) dininin en azami düzeyde suiistimal edildiği ülkelerdeki uzantılarına parasal rant ve siyasi itibar sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda “hac” seferlerine katılanların da, kurulan yalan, talan, sömürü ve zulme dayalı sistemin pekişmesinde birer asker olarak çok önemli bir işlevi de yerine getirmelerini sağlıyor –du-.

  Hristiyan Avrupa´da “ibadet etme karşılığı günahlardan kurtulma” adına belli başlı yerlerde belirlenen mezarlıklara (türbe) ve bu mezarlıkların etrafında bulunan kemik parçalarına tapılır, mezarlıkların yakınındaki yerlerde bulunan ağaç, taş parçası ve kaya gibi nesnelere bez parçaları asılırdı. Ve bu uygulama sayesinde “günah işleyenler”, güya işledikleri günahlarından paklanmış oluyorlardı. Hristiyan Avrupa’nın geçmişinde “dini ibadet” olarak lanse edilen bu akıl dışı hurafe uygulamalar, günümüzün Türkiyesinde ise özellikle son yıllarda daha da artarak belli başlı vakıflar ve cemaatler öncülüğünde günden güne yaygınlaştırılarak uygulanmaktadır.

Siyasal İslamın yeni Türkiye'sinde giderek daha da gözle görülür bir hal alan din sömürüsünün bir başka şekli de, Hristiyan Avrupa’nın geçmişinde uygulanan “günah yok edici belgesi”idi. (Almancası: Ablassbrief): Böylelikle günah işlediklerine inandırılan saf, eğitimsiz, işsiz, mesleksiz ve çaresiz bıraktırılmış insanlar, bu belgeden satın alarak, günahlarından kurtarıldıklarına inandırılıyorlardı. Bu belgeden ne kadar çok satın alınırsa, kilisenin kasasına da o kadar çok maddi kaynak aktarılmış ve böylelikle Krala’da bir o kadar siyasal güç sağlanmış olunuyordu. Örneğin, Anne-Babasını ya da kardeşlerinden birini öldürene 7 Dukkaten (o dönem Avrupa´da geçerli olan maden paranın adı), Kiliseyi soyana 9 dukkaten ve bir insanı öldürene ise 7 Dukkaten karşılığı bir adet “günah yok edici belge” satılıyordu. Dikkat edin, kiliseyi soymak insan öldürmekten çok daha ağır para cezası gerektiriyordu.

  Bir başka örnek: Papa, 16. Yüzyılda yapımına başlanan Roma´daki kiliseye maddi kaynak sağlamak için,  “St. Peter günah yok edici belgesi” (Türkiye´deki kamu ihaleler) düzenlendi ve bu “belge” çok yüklü miktarda para karşılığı satışa çıkartıldı. Satışa çıkartılan bu belgelerden en çok alanlar ise, dönemin zenginleri oldu. Örneğin Papa Leo X, 1515 yılında Peter Kilisesi inşaatı için “günah yok edici belge” satılığa çıkardığında, dönemin zenginleri (Türkiye´de müteahhitler) sıraya girmişti. Bu belgeden çok yüklü bir miktarını şu anki Almanya’nın eyaletlerinden biri olan Brandenburg´un o zamanki Prensi Albrecht aracılığı ile Kuzey Almanya´da satışı planlanmıştı. Bu satıştan beklenen 60.000 Gulden, yapılan anlaşma gereği Papa ile Albrecht arasında paylaşılmıştır. Albrecht, payına düşen miktar ile Fugger adlı bankadan aldığı kredi borcunu ödemişti. 1517 yılının başında, Jonannes Tetzel adlı bir Keşiş, Albrecht´in talimatı ile bu “belgeyi” piyasada “kutsal mal” olarak (Hani Türkiye´de satılan cehennemde yanmaz kefen, terlik, şişelenmiş zemzem suyu vb. türünden nesneleri Müslümanlara gagalayan sahtekar din tacirleri gibi) pazarlıyordu. KeşişTetzel, kıvrak zekası ve artistik özellikleriyle bu “kutsal mal” pazarlamasında epeyce başarılı idi. Öyle ki bu Keşiş bu “kutsal mal”ın satışını yapmak için gittiği her yerde, bir pop star gibi karşılanıyor, yörede yaşayan ne kadar “inançlı” insan varsa kendisini görmeye ve kendisine dokunmaya seferber ediliyordu.

Eski Avrupa´da uygulanan türlü türlü din istismarcılığı, Türkiye'de sayıları giderek artan ve erkek çocuklara cinsel istismarı ile ön plana çıkan vakıflar ve dini cemaatlerin uygulamalarıyla da oldukça benzerlik gösteriyor.

  Avrupa’nın geçmişinde dincilerin dini sömürmesi öyle bir hal almıştı ki, kilisede ve kilise ile işbirliği içinde olan kurumlarda, para bağışlayarak işlenen tüm günahlardan kurtulabilmenin mümkün olduğu propagandası yapılıyordu. İşlenen her günahın karşılığında hakim sınıflar tarafından yoksullardan alınan para cezalarına karşılık makbuz kesiliyordu. Para borcu giderek yükselen halk, öylesine bir psikolojik savaş ile karşı karşıya bırakılıyordu ki, insanlar elinde-avcunda ne var ne yoksa satıp, bir an önce günahlarından kurtulmayı ve günahlarından temizlendikten sonra ölmeyi yeğliyorlardı. Aksi takdirde cennet yerine cehennemlik olacaklarına inandırılmışlardı. Kimler tarafından mı? Hakim sınıfların (Diktatörün) altına yatan, önünde takla atan, karısını Krala (Başkana) metres ve cariye yapmak isteyenler, kara çarşaf içinde sadece gözleri gözüken kırkıncı sınıf kategorisinde görülen kadınlar, badem bıyıklı papazlar ve din adamları bu beyin yıkama faaliyetlerinin baş rol oyuncularıydı. Bu yolla toplanan paralar, kilisenin hazinesine oradan da kilise ve etrafında beslenen azınlık bir zümrenin cebine giriyordu.

  Hayatta iken para karşılığı günahlarını affettirmeden ölenlerin yakınları ise ellerine para geçtikçe, günümüzde en çok bilinen “mevlit” veya “Kuran okutma” benzeri bir dinsel tören (Messen: ayini) düzenletiyorlardı. Ölenlerin günahlarının affı için papaza yalvarıyor, papaz da bu kulunun elini boş döndürmemek için kendisine iletilen mesajı para karşılığı Tanrı’ya ileteceğini ve bundan da emin olunması gerektiğini belirterek ölenin yakınını teselli ediyordu. Bu yaşananlar, hani günümüz Türkiye´sinde “bizim dinimizde Tanrı ile kul arasına kimse giremez” denir ya, işte bu söylemin tarihsel gelişiminin hikayesidir.

 Umarım bu kısa makale, Siyasal İslam´ın başta Türkiye olmak üzere, daha bir çok ülkede Müslümanlığı nasıl çürüttüğüne dair küçük bir ip ucu verir.

28 Mayıs 2016