Son yılların en belirgin özelliklerinden biri; “Sıradanlaşma” olgusunun dünya çapında yaygınlaşmasıdır. İşin garip tarafı, sıradanlaşanların sıradanlaştıklarını görememeleridir. Üzücü olan da budur. Peki, insanlar neden sıradanlaşmayı kabul ediyorlar? Neden sıradanlaştıklarını göremiyorlar? Bu sorular, “Sıradanlaşma”nın ne olduğu ve nereden kaynaklandığı konusunda düşünmeye sevk ediyor bizi.

Sıradanlaşma konusunun toplumsal, politik ve felsefi nedenlerini açıklamadan önce, George Orwell ve Aldous Huxley‘in gelecek topluma dair bazı öngörülerine değinmeyi gerekli görüyorum. Bilindiği gibi Orwell yergici bir romancıdır. “Hayvanlar Çitliği” romanı, sosyalizmin yolundan saptırılmasını eleştiren bir roman olarak yorumlanmıştır. 1948 yılında yazdığı “1984” adlı romanında ise, karanlık bir geleceğe, her şeyi denetleyen baskıcı bir devlete işaret ediyor; toplumun geleceği konusunda korkutucu bir tablo çiziyor. Onun öngörüsünün şu veya bu şekilde gerçekleştiğini söylemek mümkün.

Huxley ise 1932 yılında yazdığı “Schöne neue Welt” (Türkçeye; “Cesur Yeni Dünya” olarak çevrilmiş) adlı romanında, negatif bir ütopyasını 2540 yılındaki toplumun tablosunu çiziyor. Gelişen bilim ve teknoloji sayesinde devletlerin merkezîleşeceğini, merkezi devletin istikrarı sağlaması için alacağı muhtemel tedbirleri anlatıyor. İnsanların genlerinin manipüle edileceğini, iki tip insan (Liderler ve basit işleri yürüten insanlar) yetiştirileceğini iddia ediyor. Birinci tip insanın, yani liderlerin idol olarak göklere çıkarılacağını, ikinci tip, yani basit insanların sığlaşacağını, köle olmayı sevecek duruma getirileceğini ileri sürüyor. Basit insanlara köleliklerini sevdirme konusunda devlet sponsorluğunda yürütülecek büyük çaplı araştırmalar yapılacaktır; buna uygun propagandalar yürütülecek ve uygun araçlar geliştirecek. Öyle ki; basit insanlar, düşünme yeteneklerini körelten, eleştirel düşünceyi yok eden teknolojiyi kullanmak için can atacaklardır. Ayrıca tüketim, seks, uyuşturucu gibi araçlarla eleştirel düşünce köreltilecek, düzeni sorgulama istemi yok edilecek. Siyasi ve ekonomik özgürlükler azaldıkça, cinsel özgürlük, bu azalmayı dengelercesine artma eğilimi gösterecektir. Ekonomik-toplumsal eşitsizliği gizlemek için her araç mubah sayılacaktır.

Bir karşılaştırma yapmak gerekirse Orwell, acı vermek ve korku araçlarıyla devletin düzeni koruyacağına vurgu yaparken, Huxley, eğlence sanayisinin araçlarıyla ve refah tiranlığı sayesinde devletin istikrar sağlamaya çalışacağına dikkat çekiyor. Orwell, baskıcı devlette kitapların yasaklanmasından duyduğu korkuları dile getirirken,  Huxley, kitapların yasaklanmayacağını, çünkü zaten insanların, kitap okumak istemeyecek bir duruma getirileceklerine işaret ediyor; çünkü gelecek toplumda eğlenmek, tüketim vb. başlıca yaşam amacı haline gelecek, ‘Refah Tiranlığı’ kurulacak. Bu iki yazarın ütopyaları, kanımca karamsarlıktan başka bir şey üretemeyen kapitalizmin bazı entelektüeller üzerindeki etkisinden başka bir şey değildir.
Eğlence sanayisinin insanlar üzerinde etkisini inceleyen yazar Neil Postmann’a göre tarih, Orwel’den çok Huxley’i haklı çıkarmıştır. Bana kalırsa, günümüzde aynı anda her iki eğilim dünya çapında gündemdedir. Korku ve eğlence ele ele vererek insanlığı sarmak üzere. Postmann, kitap çağının yerini, televizyon ve gösteri çağına bıraktığına işaret ediyor; bu en son çağa, yeni, ama kitlesel olan iletişim ve gösteri çağını da (Facebook, WhatsApp vb.) eklemek gerekir.
***
Sıradanlaşma; kapitalizmin yaydığı sığ ve yüzeysel ilişkileri -farkına varılsın veya varılmasın-  içselleştirmek; vicdanın sesine kulakları tıkamak, günlük yaşamın sığ ırmaklarında yüzmek demektir. Peki, sıradanlaşmanın kaynağı nedir? Sıradanlaşmanın birçok nedeni var, önemli gördüğüm dört nedene vurgu yapmakla yetineceğim.

Sıradanlaşmanın Nedenleri

Birincisi; kapitalist bireyciliğin çöküşüdür. İkincisi; burjuvaziye karşı mücadeleye girişen işçi sınıfının yenilgisi ve yenilgi sonucu Yeni-liberalizmin çekim gücüne girmiş olmasıdır. Üçüncüsü, cansız emeğin (sermaye) canlı emek üzerindeki tahakkümüdür; dördüncüsü emeğin yüceltilmesinin, yarattığı sorunladır.

Birinci nedeni kısaca açıklamakla başlayalım: 18. Yüzyıldan beri yükselmekte olan bireyciliğin, 19. Yüzyılda milliyetçiliğin bireycilik üzerindeki etkisi nedeniyle duraklama devresinden sonra 20. Yüzyılda düşüşe geçmesidir. Kapitalist bireyciliğin düşüşe geçmesi ise aklın yıkımı ve aklın tutulmasıyla ilgilidir.18 Yüzyılda Aydınlanma Filozofları, evrensel insan aklını ve ‘Akıl Devletini’ dinsel dogmalara dayanan Teolojik devletlerin karşısına çıkarmışlardı. Burjuvazi, feodalizme karşı mücadele ettiğinde, hem akılcılığa başvurmuştu, hem hakikatten ve bütünsellikten yanaydı. O dönemin bireyi, insanlık için mücadele eden bir kahraman ve fedakârdı; kahramanlık ve fedakârlık, bireyin doğuşunun habercisiydi. Hamlet, modern bireyin doğuşunun habercisiydi.
Ne var ki, iktidara geçen ve iktidarını sağlamlaştıran burjuvazi hakikate, bütünselliğe ve akılcılığa sırt çevirdi. 1830’dan sonra restorasyon tehlikesini atlattığından emin olan burjuvazinin tutumu konusunda Marx, Kapital’in Önsöz’ünde şunları yazacaktı.

“Fransa ile İngiltere'de, burjuvazi, siyasal iktidarı ele geçirmişti. Bundan sonra sınıf savaşımı, pratik olduğu kadar teorik olarak da gitgide daha açık ve tehdit edici biçimler aldı. Bilimsel burjuva ekonomisinin ölüm çanını çalıyordu. Artık bundan sonra bu ya da şu teoremin doğru olup olmaması değil, ama sermayeye yararlı mı yoksa zararlı mı, gerekli mi yoksa gereksiz mi, siyasal bakımdan tehlikeli mi tehlikesiz mi olduğu söz konusuydu. Tarafsız incelemelerin yerini ücretli yarışmalar, gerçek bilimsel araştırmaların yerini kara vicdanlı ve şeytanca mazur gösterme eğilimleri almıştı.”

Özellikle 1848 Devrimlerinden ve 1871 Paris Komünü girişiminden korkan burjuvazi, giderek akılcılıktan uzaklaşarak, irrasyonalizme, usdışı (akıl-karşıtı) eğilimlere yöneldi. Sağduyuyu, deneyi, sezgiyi ön plana çıkaran felsefi ve politik eğilimler gündeme geldi. Akıl gibi temel bir kavramın etkisizleştirip cansızlaştırılasının bir örneğine Amerika’da rastlıyoruz. 1787 Amerikan Anayasası Konvansiyonu sırasında Pennsylvania temsilcisi John Dickinson şöyle demişti: “Tek kılavuzumuz deney olmalıdır. Akıl bizi yanlış yola çekebilir.“  Böylesi bir düşünce tarzının teoriyi gerileten, küçümseyen ve deneyi ön plana alan modern pozitivizme yol açan bir yaklaşım olduğunu ve yalnızca politik alanda değil akademi sosyolojide de görüldüğüne dikkat çekenlerden biri Frankfurt Okulu’ndan Max Horkheimer olmuştu. Sık sık tekrarladığım bir düşünceyi aktarıyorum: Pozitivizm, düşünmeye fırsatı olmayan bir toplumun felsefesidir.
Akıldışılığı akılcılık olarak gösteren bir başka Amerikalı, Charles O’Conor ise, “Zencilerin köleliğinin adaletsiz olduğunu kabul etmiyorum; adildir, akılcıdır ve yararlıdır” diyordu. İrrasyonalizmi, akılcılık olarak göstermeye çalışan başka bir örnek bulmak zor. Akılcılığı yıkan böylesi bir gelişime paralel olarak, burjuva bireyciliği, kendi çıkarlarının peşinde olan, işini bilen insanlar haline geldi. Sermayenin kar mantığı, toplumun tüm alanlarına sızarken, hümanizm, ahlaki ve etik değerler yok olmanın eşiğine dayandı. Gerçek hümanizm, akılcılık, kahramanlık, fedakârlık ve insanlık için kavga işçi sınıfının değerleri haline geldi.

İrrasyonalizmin özü, aklın küçümsenmesi, eleştirel olmayan bir biçimde duyguların yüceltilmesi, toplumsal-tarihsel süreçlerin reddi veya görmezden gelinmesidir. Batı felsefesinde Schelling ile başlayan irrasyonalizm, Nietzsche, Dilthey, Heidegger ve Jaspers gibi filozoflarla devam etmiş, günümüzde post modern bazı filozoflar tarafından sürdürülmüştür. Günümüzde burjuva felsefesi ve toplum bilimleri, toplumsal gerçeklikten kaçarak, dile, dil ve kültür felsefelerine sığınıyor ve ekonomik sömürüyü gizlemeye çalışıyor. 

İşçi sınıfının özellikle 1871 Paris Komünü denemesinden sonra durum değişti. Akılcılık, hakikat ve bütünlük anlayışı burjuvaziden işçi sınıfına geçti. İşçi sınıfı ‘akılcılığın cisimleşmesi’ olarak görülüyordu. Bu akılcılık temelinde işçi sınıfı özellikle 20. Yüzyılın başında burjuvaziye karşı enternasyonal temellerde bir mücadeleye girişti. Ne yazık ki,  1914 Ağustos ayında Alman Sosyal Demokrat (siz Marksist okuyun) milletvekillerinin Savaş Bütçesine onay vermesi ve burjuvaziyle bir anlaşma (Burgrfriede) yapması sonucu enternasyonalizm, burjuva milliyetçiliği karşısında yenilgiye uğramıştı. Rus işçi sınıfının kalkışması ve 1917 Ekim Devrimi, yeni enternasyonalizmin başlangıcı olmuş, dünyaya umut yaymıştı.

Sıradanlaşmanın ikinci önemli nedeni ise, günümüzde işçi sınıfının ve bilincinin parçalanmış olması, gelecek toplum perspektiflerinin olmaması ve bilinmeyen bir geleceğe ertelenmesidir.
 

 Hitler Faşizmi, Bolşevik Devrimi ile ortaya çıkan umudu kırmak için barbar yöntemlerle dünyayı cesetler yığınına çevirmişti. Her ne kadar Hitler Faşizminin yenilmesi, sosyalizmin itibar kazanmasına vesile olduysa da, II. Emperyalist Savaş’tan sonra, sosyalizmin yükselen prestijini kırmak için Soğuk Savaş stratejisi geliştirildi. Amerikan halkını aptallaştırmaya yönelik soğuk savaşın, dünyadaki entelektüeller üzerinde ve işçi sınıfı üzerinde de çok olumsuz etkileri oldu. Anti-komünizm toplumda yaygın bir düşünce haline geldi. Soğuk Savaş ve onu takiben önceden planlanan ve 1980’li yıllarda uygulanmaya konulan “Yeni Liberalizm”, dünyayı sermayenin çıkarlarına göre dizayn etmek, sermaye sınıfının işçi sınıfına karşı çok yönlü saldırısı demekti. Sermaye, kendi politikalarını uygulayabilmek için, karşı çıkanları düşünsel bir dönüşüme uğratmak zorundadır. İşçi sınıfının bilincini yok etmek, sermayenin en önemli hedeflerinden biridir; bu konuda sermayenin başarı kazandığını kabul etmek gerekir. 

1989 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılması: hayallerin ve umutların yıkılması, sosyalizmin bilinmez bir geleceğe ertelenmesi demekti. Amaçların yitimi, insanların büyük çoğunluğunu verili koşulların ve araçların kölesi haline getirdi.

Sıradanlaşmayı olanaklı kılan üçüncü bir neden ise, cansız emeğin (sermaye, teknoloji) canlı emek üzerinde kurduğu tahakküm ve bu tahakküme karşı çıkılamayacağı düşüncesinin egemenliğidir. Günümüz kapitalizminin en belirgin özelliklerinden biri geçmişe ilgisi olmayan ve gelecek perspektifinden yoksun olan, gününü gün eden ve hayatını güncelliğe ve güncel zevkler terk eden gösterişi seven bireyleri ortaya çıkarmasıdır. Gerçekte ise bu bireyin tasfiye edilmesidir. Çünkü geçmiş tarihi üzerine düşünmemek ve gelecek perspektifinden yoksunluk, öz olarak öznelliğin ve bireyselliğin tasfiyesidir. Günümüzün insanı,  sanayiye, teknolojiye, bilime ve ulusallığa tapmaktır. Horkheimer’in vurguladığı gibi bu tapınma, dinlenme ve düşünme imkânı vermeyen hızlanmış ekonomik sistemin baskısını yansımaktadır. İzlenimim odur ki, insanlar, zamanın kölesi haline geldiğini görmeyecek kadar koşuşturma içindeler.

Küresel sermayeye karşı, insanları ikna edecek bir proje ve alternatif henüz ortada yoktur. Büyük hedef ve amaçların yokluğu nedeniyle de, insanların günlük bön (Aptal) yaşamlarını sürdürmekten başka çareleri kalmıyor. Perspektif ve amaç yokluğu, insanı hayvana dönüştürebilir diyordu, şimdi adını anımsamadım bir romancı.

Dördüncü neden ise, birçok sosyalist tarafından işçi sınıfı saflarına yanlış görüşlerin sızdırılmasıdır. Bu yanlış görüşlerden biri, emeğin yüceltilmesidir. Marx, Gotha Programının Eleştirisi’nde, sosyalistlerin emeği biricik kaynak görmelerini, doğanın dikkate alınmamasını eleştirmişti. Walter Benjamin, Tarih Üzerine Tezler’inde tarihsel materyalizmden nihai anlamda kopuşunu ilan etse de, emeği yücelten sosyalistlere yönelik bir eleştirisi var:  Emeğin etkinliğinin gelişmesini, insanın doğa üzerindeki egemenliğinin ilerlemesi olarak gören saf sosyalistler var. Ama bu saf sosyalistler, doğanın sömürüsünün aynı zamanda proletaryanın sömürüsü anlamına geldiğini anlamayacak kadar tek yanlı düşünüyorlar. Doğa üzerindeki egemenlikte, sadece ilerleme boyutunu görüp, toplumun gerilemesini gözden kaçırıyorlar. İlerlemenin çelişkili yüzünü, doğa üzerindeki egemenliğin toplumsal bir gerileme olduğunu dikkate alınmıyor. Bu yanlış anlayış, işçi sınıfını sermayenin bir parçası haline getirdiği için, alternatifsizlik; sıradanlığı besleyen bir kaynak oluyor.

İnsanlığın büyük bir çoğunluğu emperyalist-kapitalizmin kıskacında sıradanlaşırken, sıradanlaşmaya karşı olan insanları görmezden gelmek doğru olmaz. İnsanlık tarihini okuyan, gelecek üzerine kafa yoran, sıradan düşüncelere boyun eğmeyen, yazan ve araştıran ve sisteme karşı duran insanlar da var. Sayıları az da olsa bu insanlar; bugün açısından güzeli, iyiyi ve geleceği ve tek başlarına yüzbinleri temsil ediyorlar.

Son olarak bunalım ve umutsuzluk konusunda sözü Marx’a bırakmak isterim. I. Enternasyonalin 2. Kongresinde yaptığı konuşmada şöyle diyordu: “Devrimciler bazen bunalımın mutlak olarak çözümsüz olduğunu kanıtlamaya çalışıyorlar. Bu yanlıştır. Mutlak olarak umutsuz durum diye bir şey yoktur. Durumun ‘mutlak’ olarak çıkışsız olduğunu önceden kanıtlaya çalışmak bilgiçliktir, kavramlar ve sloganlarla oynamaktır. Bu gibi sorulara sadece pratik bir ‘kanıt’ getirilebilir.“