Bilen insan mı olmak istersiniz, yoksa soran insan mı? Kendi adıma, soran insan olmayı tercih ederim. Çünkü, sormaktan vazgeçmemek, öğrenmeyi sürekli kılar. Sorgulamak, her şeyi bildiğini kabul etmenin kibirli durağanlığı yerine, her gün yeniden doğmayı getirir. En önemlisi, sormak, düşünmeye zorlar.

Almanya Cumhurbaşkanının istifasını  sağlayan güç neydi? Özgür basın, bağımsız yargı, etik siyaset dendi basında ağırlıklı olarak. Öyle mi gerçekten? Evet öyle ama eksik bir tespit. Böyle bir basını ve yargıyı yaratarak, yaşatan gerçek itici güç, Almanya’nın toplumsal yapısıdır. Alman toplumunun değer sistemi, politikacıların siyasi etik dışı bir davranışını asla kabullenmez, unutmaz ve hoş görmez.

Dönüp, kendi ülkeme baktım. Hüsamettin Cindoruk’un tabiri ile “Portatif Mahkemeler”, yani “Silivri’deki gibi cezaevinin içinde özel kurulan mahkemeler” dünyanın hiçbir ülkesinde yok.  Peki, bu yaşananlar karşısında bizim toplumsal yapımız nasıl tepki veriyor?

Toplumu suçlama kolaycılığına kaçmadan geçmişe bakınca, her zaman mağdurun yanında durma erdemini gösteren yurttaşlarımızın hayata dair bilgeliği takdire şayandır. Ancak bugün geldiğimiz noktada, kimin mağdur, kimin suçlu, kimin haklı olduğu konusunda kafalar karışık. Gerçeklerin ne kadarını biliyoruz acaba? Üstelik toplumun en azından yarısı sürekli gergin yaşıyor. Devlerin ezildiği bir ortamda, sade vatandaş da açıkçası korkuyor.

Tüm toplumun düşüncelerini kimse bilemez tabi. Ancak politikacılar gibi toplumun değişik kesimlerini temsil edenlerin, yazarlar gibi aydınlatma misyonu olanların açıklamaları ortada.  Ülkede yaşanan demokrasi ayıplarına her gün bir yenisi eklenirken hala, bir çoğu,  olaylara sırf kendi grubunun çıkarları penceresinden bakmaya devam ediyor.

Örnek mi, kimi orduya yapılanı alkışlıyor, kimi KCK dan herkese oh diyor. Kimi tutuklu CHP milletvekillerine isyan ederken, tutuklu BDP milletvekilini görmüyor. Öbürü, hakkı yalnız KCK için istiyor. Yandaşlar, zaten, tüm muhalefet içeri alınsa umursamayacak gibi. Buna dayanarak şunları sorgulamalıyız:

Neden bizden olmayan, bizim gibi düşünmeyen insanlar haksızlığa uğradığında karşı çıkmıyoruz ve hatta alkışlıyoruz?
Neden, bazıları,  sadece kendi grubunun tutuklusuna isyan ediyor?
Neden genellikle yalnızca kendimizin de bir parçası olduğunu düşündüğümüz grupların haklarına, acılarına duyarlıyız?
Aslında sevdiğimiz şey yalnızca kendimiz mi?
Demokrasi çığlıkları atarken, demokrasinin bana en karşı olanın bile haklarını savunmak olduğunu biliyor muyuz?
Biz demokrasiden ne anlıyoruz?
Neden toplumun belli kesiminin hiçbir şey umurunda değil?
İyi insan olmak ne demektir ?
Sorular bitmez…Bugünlük bir virgül koyarak duralım.

Bunları düşünürken, Karl Marx’ın şu sözleri tesadüfen karşıma  çıktı: “Sevgi yalnız bir insana bağlılık değildir. Bir tutumdur. Kişinin yalnız bir sevgi nesnesine değil, bütünüyle dünyaya bağlılığını gösteren bir kişilik yapısıdır. Kişi yalnız bir tek kimseyi seviyor, başka her şeye karşı ilgisiz kalıyorsa, sevgisi sevgi değil, GENİŞLETİLMİŞ BENCİLLİKTİR.

Kafamdaki yarım cevapları tamamlayan ne güzel bir yorum.  Bir insanın sadece ailesine olan bağlılığı veya aidiyet duyduğu topluluklara olan bağlılığı, o insanın gerçekten hümanist olduğu anlamını hiç taşımayabilir.  Bu, Marx’ın tabiri ile, yalnızca genişletilmiş bencillik nedeniyle de olabilir. Demokratlığın esas ölçütü, bize en uzak düşene gösterdiğimiz hoş görü ve adaletli bakış açımız değil midir?

Hatta, adalet duygumuz öyle güçlü olmalıdır ki, yalnızca kendi türümüzden olan insan türü için değil, bizden başka türlerin, yani hakkını savunamayan hayvanların ve henüz doğmamış olan gelecek kuşakların hakkına kadar uzanmalı.

Maalesef, böyle genişletilmiş bencillik yaşayan dostlarımız, psikolojik baskı da kuruyor. Buna, psikolojik şiddet bile diyebiliriz. Yalnız AKP yanlıları arasında değil, bütün siyasi partilerde ve basında bu tür baskıcı aktörler sık sık boy gösteriyor. Sözüm hepsine.

Bu tür şartlanmış insanlar, mesela, askere, kimi yazarlara, bilim adamlarına haksızlık dersen darbeci, Ergenekoncu etiketini anında yapıştırıyorlar; Zarakolu, Hrant dersen, vatan haini; Atatürk dersen statükocu etiketi hazır ceplerinde. Ya bu kutuptasın, ya şu kutupta.
Kutuplaşmalar sizin olsun. Biz, dünyanın en güçlü kavramlarından biri olan “Adalet”in yansızlığını istiyoruz. Sizlere taraf veya karşı olmaktan daha önemli bu. Lütfen anlayın.

Masum bir insanın, tek bir gece bile tutuklu kalması tüm toplumu üzer. Birbiri için kaygılanmayan bir toplum haline gelmedik. Richard Sennett, “Karakter Aşınması” adlı kitabında, yeni kapitalizmin insanın karakterine yönelik saldırısını inceliyor.  Sennett: “İnsanları birbirleri için kaygılanmaz hale getiren bir rejimin, meşruiyetini uzun süre koruyamayacağından eminim”  diyor. Bu saptamayı,  tüm toplum önderleri iyi düşünmeli.

Biz, birbirinin derdine aldıran, farklı renklerini zenginlik olarak gören ve batıdaki kapitalist toplumlardan farklı olarak, duygusallığını koruyan bir toplumuz. Duygusallığımız, kapitalizm karşısında zaafımız değil, aksine, bizim asıl gücümüz.

Yapmamız gereken en önemli şey, içinde nefret olan insanlar yerine, içinde sevgi olan insanlara kulak vermek. Hatta, belki de en iyisi yalnız kendi vicdanımızın sesini dinlemek. En kızdığımız kimselerle ortak olan noktalarımızı düşünerek, sorunlarımızı çözmeyi becermek.

Başarabiliriz. Çünkü biz, hepimiz, Anadolunun çocuklarıyız. Çünkü biz halkız. Belki cahiliz, belki üniversite okumadı çoğumuz ama acıyla, gözyaşıyla, sabırla yoğrulan atalarımızdan miras kaldı bize bilgelik. Bu topraklarda yiten Yunuslar, Mevlanalar içimizde bin kez yeniden doğdu. Yaralarını, bin kez yeniden sardı Anadolu insanı. Biz, mazlum olanın sessiz çığlığını ruhumuzla duyarız. Biz, birbirimizi sevmekten asla vazgeçemeyiz.

22.02 2012