Ülkenin federal yapısı nedeniyle Almanya’da neredeyse her yıl seçimler yapılıyor. Ne de olsa 16 eyaletin eyalet parlamentoları, yerel meclisleri, kentlerin belediye başkanları, artı 4 yılda bir Federal Parlamento ve nitekim Avrupa Parlamentosu üyeleri seçimle belirlenmek zorunda. Bunlara zaman zaman yerel ve eyalet düzeyinde gerçekleştirilen halk oylamalarını da eklersek, Almanya seçmenlerinin bitmek bilmeyen bir seçim maratonunda olduklarını iddia edebiliriz.

Elbette her seçim doğrudan ülke politikası için belirleyici değil. Gerçi eyaletlerde olası hükümet değişiklikleri, federal düzeyde anayasal bir kurum olan Eyaletler Şurası (Bundesrat) çoğunluğunu belirliyor ve eyaletlerin onaylaması zorunlu olan federal yasalar konusunda Federal Hükümeti zora sokabiliyor, ama Federal Hükümetin geleceğini dolaysız belirleyebilecek eyalet sayısı sınırlı.

Bu eyaletlerin kuşkusuz en önemlisi, 13 Mayıs 2012’de parlamento seçimlerinin yapıldığı Kuzeyren-Vesfalya (KRV) eyaleti. 2005’de yapılan KRV seçimleri sonrasında dönemin Schröder Hükümeti erken seçime gitmek zorunda kalmış ve bu süreç Sol Parti’nin (DIE LINKE) doğuşunu hızlandırmıştı. İşte bu son seçimler de Almanya’daki siyasî parti yelpazesinde belirgin bir değişime, dolayısıyla da Merkel Hükümeti’nin »sonu yaklaşıyor« yorumlarına yol açtı. Sol Parti’nin önce Schleswig-Holstein’da (SH), şimdi de KRV’da parlamentoya yeniden girememesi, buna karşın Korsanlar’ın Berlin ve SH’nın peşinden KRV Parlamentosu’na seçilmesi, kamuoyunda »sol bitiyor, protesto potansiyeli Korsanlar’a kayıyor« görüşünü yaygınlaştırdı.

Seçim sonuçları sahiden bu yorumları doğruluyor mu? Almanya’da Merkel-Dönemi ve böylelikle neoliberal dönüşüm sona mı eriyor? Sıra Sosyaldemokrat-Yeşiller hükümetinde mi? Sol Parti’nin miladı doldu mu ve Korsanlar solun yeni temsilcisi mi oluyorlar? İşte okuduğunuz bu çalışmada bu ve benzeri sorulara yanıt aramaya çalışacağız.

Mesele Merkel Hükümeti’nin zayıflaması mı?

Son iki yılda gerçekleşen eyalet seçimlerine (Berlin, Baden-Württemberg, Bremen, Rheinland-Pfalz, Saarland, Meclenburg-Vorpommern, SH ve KRV) bakıldığında, Angela Merkel’in başında bulunduğu CDU/CSU-FDP Koalisyonu’nun mütemadiyen kan kaybettiği, ama buna karşın federal düzeyde bir SPD-Yeşiller iktidarı için yeterli çoğunluğun henüz oluşmadığı tespit edilebilir. Şansölye Merkel’in geleceği, KRV’da puan almasına rağmen, federal düzeyde zayıflayan FDP’ye bağlıymış gibi görünürken, siyasî retoriğini yeniden »sosyalleştiren« SPD ile kuruluş momentindeki bütün değerleri terk etmiş olan Yeşiller’in seçmen çoğunluğunu »Merkel’in alternatifi« olduklarına pek ikna edemedikleri dikkat çekiyor.

Bu açıdan bakıldığından KRV seçim sonuçlarının bir »sürpriz« olmadığı söylenebilir. CDU ve SPD-Yeşiller azınlık hükümeti seçim propagandalarını federal konulardan uzaklaştırıp, »lider karizması« temelinde kişiselleştirmeleri, araştırma kurumlarının işini kolaylaştırmıştı. Yapılan anketler seçim gününe kadar Eyalet Başbakanı Hannelore Kraft’ın (SPD) yüzde 59 ile CDU’lu rakibi Norbert Röttgen’den (yüzde 29) önde olduğunu ve SPD-Yeşiller azınlık hükümetinin seçimlerden güçlenerek çıkacağını öngörüyordu.

Nitekim SPD oylarını yüzde 4,7 artırarak yüzde 39’luk ve CDU yüzde 8,6 kaybederek yüzde 26,2’lik bir sonuç aldılar. Bir ara federal düzeyde yüzde 2’lere kadar gerileyen FDP ise, SH seçimlerinden sonra KRV’da da oylarını artırmayı ve yüzde 8,6 ile eyalet parlamentosuna girmeyi başardı. Yeşiller yüzde 11,4 ile oy oranlarını korurlarken, Sol Parti yüzde 2,5 (2010: yüzde 5,6) ile parlamento dışında kaldı. Yaygın medyanın desteğini alan Korsanlar ise, oy oranlarını 2010’a nazaran yüzde 6,3 artırdılar ve yüzde 7,8 ile KRV Parlamentosu’na 20 milletvekili sokabildiler. KRV seçimlerine katılım oranı yüzde 59,6 ile son derece düşük oldu. Yaklaşık 5 milyon seçmen sandığa gitmedi.

Yüzeysel bir bakışla CDU’nun puan kaybederek, Merkel Hükümeti’nin zayıfladığını söylemek olanaklı. Ancak KRV seçim sonuçları 2013 Eylül’ünde yapılacak olan Federal Parlamento Seçimleri’ne birebir yansıyacağını iddia edebilmek için henüz çok erken. Ren nehri 2013’e kadar daha çok su taşıyacak.

Zaten asıl mesele de Merkel Hükümeti’nin zayıflaması veya güç kazanması değil. Tam aksine, federal düzeyde olası bir hükümet değişikliği otomatikman politika değişikliğine yol açmayacak. Çünkü bugüne kadarki pratik, iktidardaki CDU/CSU-FDP Hükümeti ile SPD-Yeşiller anamuhalefetinin, aralarındaki tüm nüans farklarına rağmen özünde aynı politikaları takip ettiklerini ve edeceklerini gösteriyor. SPD ve Yeşiller içerisinde, »sosyal« olanı merkezine koyan bir politika takip edilmesini isteyen »sol kanatların« hâlen tamamen kaybolmamış olmaları, SPD ve Yeşiller’in neoliberal cephe içerisinde konumlandıkları gerçeğini değiştirmiyor.

Kapitalizmin 2009’dan bu yana derinleşen organik krizleri, krizlere verilecek yanıtlar konusunda egemen blok ve çeşitli sermaye fraksiyonları arasında çekişmelere yol açıyor. Neoliberal cephenin sağ kanadı (CDU/CSU-FDP) borç krizine, büyük tekeller ile bankaların çıkarlarını koruma amacıyla AB düzeyinde yerleştirilmeye çalışılan »malî pakt« (Fiskalpakt) sayesinde otoriter bir regülasyon rejimiyle yanıt vermek isterken, aynı cephenin »sol« kanadını oluşturan SPD ve Yeşiller krizi, hem borçlanmayı azaltarak, hem de iktisadî büyümeye yönelik belirli yatırımlarla geçiştirmeyi planlıyorlar.

KRV’daki SPD-Yeşiller azınlık hükümeti iki yıllık iktidar döneminde, Sol Parti’nin de desteğiyle, eğitim alanında ve yerel yönetimler lehine bazı yatırım programlarını gerçekleştirmişti. Ancak Merkel Hükümeti’nin büyük bir olasılıkla (ve SPD ile Yeşiller’in de desteğiyle) AB düzeyinde gerçekleştirmesi beklenen Avrupa Malî Paktı, gerek eyaletlerin, gerekse de yerel yönetimlerin kredi alma olanaklarını daha da daraltacağından, yeni KRV Hükümeti’nin aynı çizgiyi takip etmesi son derece güç olacak. Sonucunda da yeni sosyal kısıtlamalar, yeni sosyal sorunlara yol açacak, ama gerçek bir muhalefetin olmadığı KRV Parlamentosu’nda, şimdiden SPD ve Yeşiller’e göz kırpan Korsanlar sayesinde sosyal yıkım politikaları için yeterli parlamenter çoğunluk sağlanacak.

Kısacası, eyalet düzeyinde kriz sonuçlarının sosyal sivriliklerini törpüleme iddiasında olan SPD ve Yeşiller, federal düzeyde borç krizinin olumsuz sosyal etkilerini artıran politikalara destek verdiklerinden, şu anki iktidarın yürüttüğü politikalar, SPD ve Yeşiller’in federal düzeyde hükümete gelmesiyle de değişmeyecek.

Kaldı ki, ufukta görünen yeni bir kriz dalgası ve borçlu ülkelerin olası iflası, Almanya’yı da derinden etkileyecek fırtınalara yol açma potansiyeline sahip. Tasarruf paketleri ile zayıflayan iç konjonktür ve faiz gelişimden olumsuz etkilenen ihracat piyasaları şimdiden Almanya ekonomisinin üzerinde kara bulutların toplanacağı sinyalini vermekteler. Bu çerçevede SPD’nin federal düzeydeki ekonomi politikalarına bakarak, 2013 Federal Parlamento Seçimleri’nin büyük bir olasılıkla CDU/CSU ve SPD’den oluşan bir »Büyük Koalisyon« doğuracağını söylemek, pek kehanet sayılmayacak.

Temsiliyet krizi

Son yıllardaki seçimler, Almanya siyasî sisteminin ve aktörlerinin halk nezdinde sürekli güven kaybetmekte olduğunu gösteriyor. Seçimlere katılım mütemadiyen azalırken, parlamentolardaki temsiliyet oranı giderek düşüyor. Parlamentolarda partiler tarafından temsil edilen seçmen oranları ile hükümetler tarafından temsil edilen seçmen oranlarını son 30 yıl aralığında karşılaştırdığımızda, şu tabloyla karşılaşıyoruz [1]:

1970li ve 1980li yıllarda Federal Parlamento’da partilerce temsil edilen seçmen oranı yüzde 89,5 iken, hükümetler ortalama olarak seçmenlerin yarısını temsil ediyorlardı. 1990-2002 yılları arasında ise seçmenlerin dörtte üçü parlamentoda, beşte ikisi de hükümetlerde temsil edilmekteydiler. Sadece 2005-2009 yıllarında iktidardaki CDU/CSU-SPD Hükümeti seçmenlerin yüzde 53,1’ini temsil etmekteydi. Parlamentodaki seçmen temsili ise yüzde 73,4’e gerilemişti. Buna karşın 2009 seçimleriyle iktidara gelen CDU/CSU-FDP Hükümeti seçmenlerin sadece yüzde 33,7’sini temsil ediyor. Federal Parlamento’da temsil edilen seçmen oranıysa yüzde 65,6. 2009’dan bu yana yapılan toplam 11 eyalet parlamentosu seçimlerini temel aldığımızda ise, ortalama olarak parlamentolarda seçmenlerin sadece yarısının ve hükümetlerde yüzde 30’unun temsil edildiğini tespit edebiliriz.

Temsiliyet krizinin neoliberal dönüşüm ile doğrudan bağlantılı olduğunu söylemek olanaklı. Dönüşüm sürecinin her etabında seçimlere katılım düşüyor. Araştırma kurumları empirik verilere göre seçimlere katılmayan seçmenleri üç gruba ayırıyorlar [2]:

-          Siyasetin ve seçimlerin küresel iktisadî gelişmelere etkisi olmadığına inananlar;

-          parlamenter siyasî sistemden hayal kırıklığına uğrayıp, seçimlere katılmanın bir önemi kalmadığına inananlar ve

-          kendilerinin hiç bir parti tarafından temsil edilmediklerine ve güncel yaşamdaki deneyimlerinden yaptıkları çıkarsamalarla, siyasette kendi çıkarlarına yer verilmediğine inananlar.

Burada asıl dikkat çeken nokta, genel olarak seçimlerden ümit kaybetmenin yaygınlaşmasının yanısıra, sınıfsal bölünmenin derinleşmesidir. Yapılan araştırmalar, seçimlere katılma oranlarının alt sınıflarda daha yüksek bir oranda gerilediğini gösteriyor. Seçim bölgelerine bakıldığında, yoksul semtlerdeki seçimlere katılmama oranı, görece refah semtlerdekilerinden yüzde 25 daha yüksek. Düşük gelir düzeyi, yüksek işsizlik ve yüksek sosyal yardım alan oranları ile karakterize edilen bölgelerdeki seçmenler, sayıları giderek artan bir biçimde sandıklara uzak durmaktadırlar. Bunun sonucunda da alt sınıfların parlamentolardaki otantik temsilcilerinin sayısı giderek azalmakta ve siyasî karar mekanizmalarını etkileme olanakları yok olmaktadır.

16 Mayıs 2012 tarihinde www.tagesschau.de sitesinde yayınlanan bir haber-analiz bunu teyid ediyor. Siyaset bilimci Roland Roth seçime katılmayanların oranının giderek arttığını belirterek, »seçime katılmayanların üçte ikisini az eğitimliler ve yoksullar oluşturuyor. Bu oran 30 yaş altı erkeklerde daha da yüksek« tespitini yaptıklarını söylüyor. Seçim araştırma kurumu Infratest Dimap’ın temsilcisi Heiko Gothe de sonuçları teyid ediyor ve »insanlar giderek seçimlerle hiç bir şeyi değiştiremeyeceklerini hissediyorlar ve siyasetin artık malî piyasalarca belirlendiğine inanıyorlar« diyor. Başka bir araştırma da partilerin giderek üye kaybettiğine işaret ediyor. Araştırmaya göre partiler tarafından temsil edildiğine inanan seçmenlerin oranı yüzde 25’e düşmüş. 20 yıl önce bu oran yüzde 50’den fazlaydı.

Sol görevini unutursa...

Siyasî, ekonomik ve toplumsal sorunların böylesine çetrefilleştiği, sınıf çelişkilerinin keskinleştiği ortamlarda genellikle sol partilerin güçlenmesi beklenir. Nitekim Yunanistan ve Fransa’da yapılan seçimler bu beklentiyi doğruladı. Ancak yazıya konu olan Almanya’da bu kural tersine işliyor. 2005 sonrasında birleşerek, emekçi halkın umudu hâline gelen Sol Parti giderek zayıflıyor, umut olmaktan çıkıyor. Son seçimlerin (Saarland yüzde 5,1, SH yüzde 3,8 ve KRV yüzde 3,1 kayıp) sonuçları bunu gösteriyor. Bu gelişmenin belirli bir kaç nedeni var.

Birincisi, Sol Parti’nin doğal seçmen potansiyelinin seçimlerden uzak kalmasıdır. Yapılan seçmen araştırmaları, son üç seçimde özellikle SPD’den kopup Sol Parti’ye oy veren 45-60 yaş arası seçmen grubunun büyük bir bölümünün artık Sol Parti’ye oy vemeyip, sandığa uzak durduğunu gösteriyor. İşçiler, işsizler, güvencesiz çalışanlar ve eğitim düzeyi düşük olanlar arasında Sol Parti’den kopan ve sandığa gitmeyenlerin oranı ise daha yüksek. Bertelsmann Vakfı’nın yaptırdığı bir araştırmaya göre, bu kesimlerin Sol Parti’ye verdikleri mesaj çok açık: »Siz de bizim için bir şey yapamadınız!«.

Gene aynı araştırmaya göre, daha önce Sol Parti’ye oy veren örgütlü sendikacılar da son seçimlerde Sol Parti’ye büyük oranda oy vermemişler. Bertelsmann Vakfı, sendikacıların bu şekilde »Sol Parti, siyasî etkinliğini kullanamıyor« mesajını verdiklerini ileri sürüyor. Infratest Dimap ise, önceleri Sol Parti’ye oy veren, ama KRV seçimlerinde sandığa gitmeyenlerin büyük bir kesiminin »Sol Parti’ye verdiğimiz oylar boşa gitti« inancında olduğu görüşünde.

Sadece KRV seçimlerine baktığımızda, 2010’da 435.627 seçmenin oyunu (yüzde 5,6) alan Sol Parti’nin, 2012 Mayıs’ında 194.539 oy (yüzde 2,5) aldığını ve 241.088 seçmeni kaybettiğini görürüz. Tüm bu sonuçlar Sol Parti’nin özellikle Batı eyaletlerinde aynı seçmen tarafından yeniden seçilme oranının son derece düşük olduğunu göstermektedir. Örneğin SH’da daha önceki seçimde Sol Parti’ye oy verenlerin sadece yüzde 17’si 2012’de yeniden Sol Parti’yi seçmiştir (Kaynak: Infratest Dimap). Almanya solu, potansiyel seçmen gruplarına ulaşmada başarısız olmaktadır.

Sol Parti’nin seçim yenilgisinin ikinci nedeninin sol karşıtı medya propagandasının olduğu söylenebilir. Kurulduğu günden bu yana mütemadiyen yaygın medyanın karşı propagandasına maruz kalan Sol Parti, kamuoyunda yaygınlaştırılan »sol, günümüzün sorunlarına yanıt verebilecek olgunlukta değil« resmini değiştirmeyi başaramadı.

Özellikle malî ve ekonomik kriz çerçevesinde yürütülen tartışmalarda, »hepimiz tasarruf etmeliyiz« masalı egemen görüş hâline getirildiğinden, Sol Parti’nin krizin aşılmasına yönelik tüm önerileri susuş kumkuması ile kaale alınmadı ve solun parlamenter çalışmaları medya bariyerine takıldı. Bunun yanısıra neoliberal cephe ve yaygın medya Sol Parti’nin »akıllanmaz komünistlerden oluştuğu«, »sorumluluk almak istemediği«, »programının gerçekçi olmadığı«, »sadece popülist söylemlerde bulunduğu« ve »Doğu Almanya’yı batıran partinin devamı olduğu« kampanyasını başarıyla işledi.

Egemen görüşün baskın olduğu kamuoyu, çoğunlukla »devlet giderleri azaltılmalı« (yüzde 81), »borçlar azaltılmalı« (yüzde 80), »kamu çalışanlarının sayısı düşürülmeli« (yüzde 53) gibi yaklaşımları desteklediğinden, bu kampanya solun seçmen potansiyelini de etkiledi ve benzer yaklaşımların Sol Parti seçmenleri arasında da yaygınlaşmasına neden oldu. Bunların yanısıra medya Sol Parti ile ilgili haberlerinde sadece parti içi akımların çekişmelerini konu aldı ve partinin »reformistler«, »köktenci radikaller« arasındaki kavgalarla boğuşan »kaotik ve gereksiz / geçmişte kalmış sekter formasyon« resmini çizdi.

Bu resmin etkin olmasında Sol Parti’nin günahı büyük, ki bu da seçim yenilgisinin üçüncü ve kanımca en önemli nedenidir. Partinin sorumlu aktörleri uzun zamandan beri parti içi egemenlik kavgalarıyla gündemdeler. Geçen yıl Erfurt’ta (Almanya soluna göre) nispeten radikal bir parti programı kabul edilmesine rağmen, SPD ve Yeşiller ile ortaklık arayan »reform sosyalistleri« ile diğer parti akımları arasındaki »parti yönetimi kimden oluşacak« kavgası, Sol Parti’nin siyaset yapmasını engelledi.

Dışardan bakınca, elbette yaygın medyanın da etkisiyle, hükümetlere ortak olma – mutlak muhalefet olma kavgasından başka tartışmaların yapılmadığı bir resim görülüyordu. Halbuki eyaletlerde, özellikle KRV parlamentosunda yürütülen çalışmalar, ufak da olsa halkın lehine elde edilen iyileştirmeler kayda değerdi. Haklı talepler ve emekçi halkın lehine olan öneriler bu kavgaların gölgesinde görünmez kılındı.

Diğer yandan partinin, özellikle Batı eyaletlerinde yerelde kökleşmekte zorlandığı ortaya çıktı. Parti yönetimi, partinin ülke çapında örgütlemesini gerekli ve yeterli düzeyde yönetemedi. Parti içindeki çeşitlilik bir avantaj olarak kullanılamadı ve parti içi akımların hegemonya mücadelesi bir örgütlenme blokajı hâline dönüştü.

Belki Haziran başında Göttingen’de yapılacak olan parti kurultayı yeni yönetimi seçerek, bu ihtilafın hafiflemesine katkı sunabilecektir, ama sol görevini yapmadığı ve geniş halk kesimleri için etkin bir değer teşkil etmediği müddetce, Sol Parti’nin zayıflaması devam edecektir.

Parti’nin içinde bulunduğu durum ve krizin sonuçları, solun temel görevlerini yeniden hatırlamayı gerektiriyor. Neoliberalizme, militarizme, müdahale savaşlarına,emperyalist politikalara, refah şövenizmine, ırkçılığa ve milliyetçiliğe karşı, barış, sosyal adalet, demokrasi ve özgürlükler için verilmesi gereken mücadele, salt parlamenter çoğunluk elde etmeye çalışmakla başarılı olamayacaktır. Almanya solu, »neyin ne olduğunu« söyleme, verili koşulları eleştirme ve emekçi halkın çalışma ve yaşam koşullarını bugün ve burada iyileştirebilecek konseptlere sahip olduğu yetisini yeniden gösterebilmelidir. Erfurt Programı, Sol Parti’nin toplumsal ve parlamenter muhalefeti örme becerisini gösterebilmesi için yeterli bir temel sağlamaktadır. Yeni parti yönetimi kendi parti programına ve solun öz görevlerine sahip çıkma basiretini gösterebilirse, sol kendi yarattığı krizini aşabilecektir.

Pek uzaklara bakmaya gerek yok: Yunanistan solunun başarısı, Almanya solu için örnek teşkil edebilir. Almanya solu, Yunanistan veya diğer ülke sollarından çok şey öğrenebilir – parlamentarizm takıntısını ve »Avrupa merkezciliğini« aşabildiği takdirde...

Peki, ya Korsanlar?

KRV seçimlerinde parlamentoya giren Korsanlar, Almanya partiler yelpazesinde yeni bir fenomen sayılabilir. Seçim başarıları, Almanya solunun zayıflığını göstermekle beraber, parlamenter sisteme duyulan güvensizliğin önemli bir göstergesi. Yaygın medyanın yelkenlerine »rüzgâr« olduğu Korsanlar, parti kararlarını alırken uyguladıkları »taban demokrasisi« ile geniş kesimlerin sempatisini toplandılar. Korsanlar’ın başarısını bir şekilde halkın demokratik işleyişlere ve siyasette saydamlığa yönelik özleminin bir ifadesi olarak da okumak pek yanlış olmaz.

Infratest Dimap’ın 2011 Ekim’i ve 2012 Nisan’ında yaptığı araştırmalar, Korsanlar’ı seçenlerin bu şekilde etabile partilere »ders« vermek istediklerini ortaya çıkardı. Araştırmaya göre »Korsanlar, diğer partilere ders vermek için seçiliyor« tespitini 2011 Ekim’inde yüzde 73 ve 2012 Nisan’ında da yüzde 67’lik bir kesimi doğruluyor.

İlginç olan bir diğer nokta ise, seçmenlerin Korsanlar’ı partiler koordinatları arasına yerleştirmede zorluk çekmeleri. Alman devlet televizyonu ARD’de yayınlanan Politbarometer programının 27 ve 29 Mart 2012’de yaptırdığı bir araştırmaya göre seçmenlerin yüzde 31’i Korsanlar’ı solda görürlerken, yüzde 35’i »ortada« konumlandırıyor ve yüzde 30’luk bir kesim ise bu partiyi hangi şema içerisine koyacağını bilemiyor (Kaynak: Forschungsgruppe Wahlen).

KRV seçimleri esnasında Politbarometer tarafından yaptırılan bir diğer ankete göre, Korsanlar’a oy veren seçmenler sosyal adaleti (yüzde 34), internet politikalarını (yüzde 26), okul politikalarını (yüzde 24) ve istihdam politikasını (yüzde 21) önemli etken olarak görmüşler. Infratest Dimap ise Korsanlar’ı seçenler arasında 45 yaş altı erkeklerin oranının son derece yüksek olduğunu tespit ediyor.

Korsanlar’ı seçenler iktisadî ve sosyal durumu değerlendirirken, ortalamanın üzerinde olumlu bir bakış sergiledikleri göz çarpıyor: Buna göre iktisadî gelişmeden faydalandıklarını söyleyenlerin oranı yüzde 29 iken, yaklaşık yüzde 50’lik bir kesim toplumsal gelişmenin »kazançlılar« tarafında olduğu görüşünde. Diğer tarafta »demokrasiden hoşnut musunuz« sorusuna CDU seçmeninin yüzde 80’i ve Yeşiller seçmeninin yüzde 73’ü »evet« yanıtını verirken, Korsanlar’ı seçenlerin sadece yüzde 43’ü »evet« diyor (Kaynak: Infratest Dimap).

KRV seçimlerinde toplam 608.957 seçmenin oyunu alan Korsanlar, siyasî söylemlerinde »internetin özgürleştirilmesi«, »telif haklarının kaldırılması« ve »herkese önkoşulsuz temel gelir« taleplerinden başka somut bir talep öne sürmüyorlar. Basının »dış politika, iktisat politikaları, sosyal politikalar veya malî politikalar konusunda partinizin görüşü nedir« sorusuna parti yöneticilerinin verdiği yanıt hep aynı: »partimizin bu konuda somut bir görüşü yoktur«.

Bu açıdan bakınca, soldan gelen »Korsanlar, siyasetin siyasetsizleştirilmesi, ideolojisizleştirilmesi anlamını taşıyor« eleştirisi haklılık kazanıyor. Siyasetsizleştirilen, ideolojisizleştirilen siyaset de yaygın medyanın Korsanlar’a bu denli destek çıkmasının temel nedeni olarak görülebilir, ki Korsanlar’ın yerel örgütlenme ağının böylesine zayıf olmasına rağmen, bu derecede seçim başarıları elde etmelerinin en önemli etkeni yaygın medyada aldıkları yerdir.

Tekil çıkarlar çerçevesinde örgütlenen Korsanlar’ın neoliberal blok partilerince hemen hemen hiç bir şekilde eleştirilmemeleri ve somut programları olmamasına rağmen, şimdiden »SPD ve Yeşiller’le hükümetlere katılabiliriz« açıklamasında bulunmaları, Korsanlar’ın toplumsal direniş ve protesto potansiyellerini sistem içi konformizm kanallarına yönlendiren bir faktör olduğunu gösteriyor.

»Likid demokrasi« ve »siyasette saydamlık« kulağa hoş gelse de, daha fazla demokrasi anlamına gelmiyor. Gerek bu konuda söyledikleri, içi boşaltılan ve siyasî karar alma mekanizmaları uluslararası malî piyasaların diktası altına alınan burjuva demokrasinin eleştirisine yönelik olmaması, gerekse de parti içindeki »Sosyal Korsanlar« grubunun talep ettiği »herkese önkoşulsuz temel gelir« konsepti bugün sosyal tranfer almak zorunda olanların durumunu daha da kötüleştirecek olması nedeniyle, Korsanlar’ın neoliberal egemenliğin devamına yarayan bir faktör olarak değerlendirilmelerini zorunlu kılıyor. Aslında, iktisat liberalizmine yakın görüşleriyle dikkat çeken Korsanlar’ın pek de yeni bir şey olmadığı söylenebilir. »Tuzu kuru« internet kullanıcılarının çıkarlarını ön plana çıkaran Korsanlar’ın siyasî yaklaşımının, 1990’lardaki »ideolojiler öldü« yaklaşımından hiç bir farkı yok.

Sonuç yerine

Almanya’da yapılan son seçimler, Almanya toplumda gerçekleşen ciddî bir yarılmanın işaretcisi oldular. Seçmenlerin yüzde 40’ının sandığa gitmediği, yerel yönetimlerin ve eyalet hükümetlerinin en temel konularda dahi demokratik mekanizmalar çerçevesinde karar almalarının son derece zorlaştığı, Federal Parlamento’nun giderek işlevsizleştirildiği ve en son Frankfurt’taki kapitalizm karşıtı protestolarda (16 – 19 Mayıs 2012) görüldüğü gibi, temel yurttaşlık haklarının rafa kaldırıldığı bir ülkede gerçekleşen bu toplumsal yarılma, hiç de iyiye alamet değil. Şu an için aklı başında olan hiç kimse, küresel krizin Almanya’yı da etkilemeyeceğini iddia edemez. Ama olası yeni bir kriz dalgasının yaratacağı sosyal fırtınaların, refah şövenizminin ve ırkçılığın olağanlaştığı Almanya gibi kapitalizmin merkez ülkelerinde aşırı, sağ popülist ve otoriter politikaların parlamenter çoğunluk sağlayabilme olanaklarını artıracağı rahatlıkla söylenebilir.

Federal Parlamento Seçimleri’nin yapılacağı 2013’e kadar olan süreçte, neoliberal cephenin iki kanadı »Alman başarı modeli«nin (Angela Merkel) devamını sağlamak için birbirleriyle »reçete yarışına« gireceklerse de, iki kanadın da tek başına çoğunluk elde etmeleri zor olacak gibi. Korsanlar’ın, kimi araştırma kurumunun öngördüğü gibi, Federal Parlamento’ya girmeleri durumunda oluşacak olan 6 partili meclisin (CDU/CSU, FDP, SPD, Yeşiller, Sol Parti ve Korsanlar) sunacağı en büyük olasılık CDU/CSU ve SPD’nin oluşturacağı bir »Büyük Koalisyon« olarak gözükmekte.

Böylesi bir »Büyük Koalisyon« ancak bütçe konsolidasyonu ve tasarruf politikaları temelinde ayakta kalacaktır. Sol Parti haricinde bütün partilerin üzerinde anlaştığı »borç freni«, malî piyasaların çıkarlarının hükümet politikalarını uzun vade belirleyecek olan en temel etken olmasını sağlayan bir araç olacak. Tekeller ve bankalar lehine olan konsolidasyon ve tasarruf politikalarının faturası ise gene emekçilere ve yoksullara çıkartılacak.

Böylelikle Almanya’da da sınıf çelişkileri daha belirgin hâle gelecek, ama bu çelişkilerin toplumsal direnç mekanizmalarını nasıl etkileyeceklerini şimdiden öngörebilmek çok zor – hele hele geniş emekçi ve yoksul kesimlerin giderek daha çok seçim sandıklarından uzak durdukları ve refah şövenizminin daha da yaygınlaşacağı bir durumda. Otoriter neoliberalizme karşı gerekli olan geniş toplumsal direnişi örgütleyebilecek olan Almanya solu henüz kendi krizini aşabilmiş değil. Yani görülen o ki, önümüzdeki 17 ay Almanya emek güçleri, toplumsal ve politik solu için son derece çetin geçecek.

***

23 Mayıs 2012


[1] Bkz: Benjamin Hoff / Horst Kahrs, http://www.horstkahrs.de/wp-content/uploads/2012/05/2012_NW_LTW_WNB.pdf

[2] Aynı yerde.