Öncelikle ve kesinlikle -İsmet Konak’ın ifadesiyle-, “Ortadoğu’da Kürt halkı Türkiye, Rusya, ABD ve diğer kolonyalist güçlerin ‘menhus’ vekâlet savaşına kurban gitmektedir. Kendi geleceğini tayin etmek isteyen Kürt toplumunun bu güçlerden bir kısmına gösterdiği ‘taktiksel’ yakınlığı, ‘emperyalistlerle işbirliği’ adı altında yaftalamak ise iyi niyet taşıyan bir yargı değildir. Afrin Savaşı’nın toplumsal barışa bir katkısı olamaz. Eduardo Galeano’nun deyimiyle ‘Savaşlar yalan söyleyerek satılır’...” gerçeği “es” geçilmemelidir…

Ama bu kadar yetmez; “Ölü insan zeytin ağacı dikemez!” diyerek bir adım daha atıp, “İşçi sınıfı ve emekçiler yayılmacı savaşları reddetmeli, halkların kardeşliğini savunmalıdır.”

Ve bir de savaş sorunsalına, sınıfsal olarak kafa yorulmalıdır!

Evet, şu günlerde, savaş çığlıklarıyla yetinilmeyip, bizatihi savaşa girilen bir ortamda, savaş politikasını eleştirmek zordur. Çünkü kitle psikolojisi savaş ortamında kendi safını mutlaklaştırır ve kutsarken; tek sese biat ediliyor, sonu ölümden, kandan, gözyaşından ibaret olan yolda uygun adımlarla ilerleniyor.

Tam da bu tabloda ‘Apocalypse Now’un jeneriğindeki sözü hatırlıyorum: “Savaşta ilk kaybedilen masumiyettir”; Francis Ford Coppola söylemiş bu sözü.

Evet savaşta ilk kaybedilen masumiyettir; ardından da her şey!

Milyonlarca ölü, sakat, yersiz yurtsuzla hayatlar, gençlik, kadınlar, çocuklar, insan(lık) kaybediyor; zenginler kazanırken!

Tam da bunun için kazanan zenginler “Susun, ses çıkarmayın,” diyorlar…

Bilinir: Savaş başlar başlamaz, iktidarın ilk yaptığı şey, muhalif sesleri kısma çabasıdır. Ana akım medyaya başbakan aracılığıyla verilen brifingde gazetecilere, nasıl gazetecilik yapacakları öğretilir…

A. Hicri İzgören’in ifadesiyle, “Bilinen bir yöntemdir. Önce düşman tespit edilir. Onun ne kadar büyük bir tehdit oluşturduğu işlenir hafızalarda, sonra gerilim yaratılır ve bu durum ‘tutmayın beni lan’ noktasına evrilir. Bu savaş çığırtkanlığı süresi boyunca eldeki tüm imkân ve aygıtlar devreye sokulur. Medya, bu aygıtların temel taşıdır.

Van Dijk medyanın bu konudaki işleyişini şöyle ifade eder: ‘Seçmeci kaynak kullanımı, tekdüze haber temposu ve haber başlığının seçimi yoluyla, haber medyası hangi haber aktörlerinin kamuya yeniden sunulacağına, onlar hakkında neler söyleneceğine karar verir.’

Althusser’in deyişiyle söylersek; medya da devletin birçok kurumu gibi ‘ideolojik aygıtları’ndan biridir. Dördüncü kuvvet diye de tanımlanan medya, geçen zaman zarfında diğer aygıtların da önüne geçerek artık yöneten konumuna geldi.

Kararı iktidarlar ve muktedirler verir, onlara bir şey olmaz ama cepheye sürülen garibanlar ölür. Ölüm o kadar sıradanlaşır ki toprağa düşenin bir can olduğu bile unutulur. Neruda’nın savaşta ölenler için yazdığı dizelerinde ifade ettiği gibi: ‘Sanki hiç kimse ölmüyordu/ Sanki bunlar toprak üstüne düşen taşlardı…

Her şey malumun ilamı üzereyken; görmezden gelinebilir mi?

Afrin’e yönelik harekâtı eleştiren, siyasi iktidarın söylemlerine katılmayan herkes iktidar tarafından akıl almaz söylemlerle hedef gösteriliyor. Gazeteciler, yurttaşlar, siyasiler sosyal medya paylaşımları nedeniyle gözaltına alınıyor, “terörist”lerle yan yana düşmekle itham ediliyor.

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki görevinden KHK ile ihraç edilen Doç. Dr. Murat Sevinç bu duruma tepki gösterdi. Siyasi iktidarın kullandığı söylemlerin pozitif hukukta dahi yer almadığını kaydeden Doç. Dr. Sevinç, “Afrin Harekâtına karşı çıkan kim var kim yok, milyonlarca insanı, ‘harekâta karşı çıkanlar terör örgütlerinin yanındadır’ diyerek terörist ilan ediyorlar. Bunun pozitif hukuk tartışmasıyla bir ilgisi yok. Böyle bir terminolojiye izin veren bir hukuk metni de yok. Askeri harekâta çeşitli gerekçelerle karşı çıkmak neden terörizm olsun? Terörizm başka şeydir. Bu yapıldığında, ‘Aman bir şey demeyeyim, sorgulamayayım başım belaya girmesin’ der insanlar ve nitekim hemen herkes de şu an bu ruh hâlinde.” diye konuştu.

 “Ulusal meselelerde insanlar farklı düşünebilir, farklı çözüm önerileri öne sürebilir. Anayasa’da ‘düşünce hürriyeti,’ ‘ifade hürriyeti’ ilkeleri yer alıyor” vurgusuyla İsrail gibi en katı ülkelerde dahi devlet politikasına karşı çıkılabildiğini kaydeden Doç. Dr. Sevinç, “Dışişleri Bakanı, ‘Karşı çıkan herkes teröristlerin yanındadır’ dedi ama çok sayıda yurttaş böyle düşünmüyor. Gösteri yapanlara ya da sosyal medyadan karşı çıkanlara gözaltılar başladı. Toplumda birilerinin çıkıp, ‘Şöyle olsa daha iyi olur’ demesi bile riskli bir şey hâline getirildi. Devletleri böyle durumlarda eleştirenler mutlaka olur. En katı devletlerden İsrail’e bile karşı çıkan çok sayıda İsrail yurttaşı var” ifadelerini kullanıyor.[152]

SAVAŞ FASLI

Ataol Behramoğlu’nun, “Savaşın yüceltilmesi eninde sonunda ölmenin ve öldürmenin yüceltilmesi anlamına gelir. Bu da kendine, insanlığa, varoluşa karşı bir nefret suçudur. Savaş zorunluysa yapılır... Fakat yüceltilmesi bence anlamsızdır, kötülüktür,” notunu düştüğü savaşa ilişkin olarak Desiderius Erasmus, “Savaş, savaşmayana hoş gelir”; Albert Einstein, “Propagandayla zehirlenmedikleri sürece, kitleler asla savaş düşkünü değildir”; Winston Churchill, “Savaşta, gerçek o kadar değerlidir ki, her zaman yalanların koruması altında tutulmalıdır,” uyarılarını dillendirirken Emma Goldman da haykırır:

Ben inanıyorum ki, dünyanın özgürlüğe âşık ruhları, efendilerine, ‘Cinayetlerini kendin işle! Senin savaşlarına kendimizi ve sevdiklerimizi yeterince feda ettik! Sense bu fedakârlıklarımız karşılığında bizden, barış zamanında asalaklar yarattın... Kardeşlerimizden ayırıp dünyayı insan mezbahasına döndürdün. Hayır, senin cinayetlerini işlemeyeceğiz ve senin bizden çaldığın topraklar (ülke) için savaşmayacağız!’ dedikleri gün militarizmin sonu gelecektir.”

Kapitalist vahşet açısından bir birikim modeli olan “militarizm”, emperyalizmin saldırı hattını oluştururken; onlar için savaş, öldürmek ve öldürülmek demektir. Savaşmaya giden ya da gönderilen emekçiler, en alttakiler bu gerçeğin ne ölçüde bilincindedir?

Oysa kapitalizm yapısı gereği tek sözle savaş demektir; dünyanın yeniden yeniden paylaşım savaşıdır.

Kapitalizmin emperyalist aşamasında savaşlar aynı zamanda silah üretimine pazar açmak için çıkarılırken; V. İ. Lenin, “Savaş ekonomisi, kapitalist üretim sisteminin kendi çöküş evresinde bulduğu temel ikame politikalarını temsil eder” diye hatırlatır.

Evet, savaşın kapitalist/ emperyalizmle bağı unutulmadan; “silent leges inter arma/ silahların konuştuğu yerde kanunlar susar” gerçeğinin altı çizilmelidir.

Yani savaşın kuşatıcı ve kapsayıcı bir kapitalist/ emperyalist politika olduğundan hareketle, “barış” talep etmek de, “barış siyaseti” de alternatif politikanın hareket noktası olmalıdır.

Bu yolda barışı politikleştirmek ise onu naiflikten, sadece vicdana indirgenmiş bir bakış açısından, apolitik hümanizmden kurtarmak, içini siyasetle doldurmak ve savaş siyasetini izleyen öznenin bütün politikalarının kayıtsız şartsız karşısında durmak demektir. Çünkü savaş aslında sınırların dışına değil doğrudan içeriye ve toplumun kendisine açılmış durumdadır, toplumu savunmanın tek çaresi de budur.

O hâlde temel olan halklar, ezilenler, en alttakiler için barıştır.

Çünkü barış, bir insan hakkıdır. 

Kapitalist/ emperyalist savaş ile soru(n)ları “çözmeye” kalkışmak ise hak ve özgürlüklerin reddidir!

O hâlde, coğrafyamızda ve Ortadoğu’da kapitalist/ emperyalizmin savaşına karşı barış talebi, acil bir devrimci gereksinimdir.

6 Mart 2018 11:45:20, Ankara’dan.