Türkçe'de bir kelime var. İsmi şimdilik lazım değil, baş harfi „Ş“ Bu kelimeyi ne okumak, ne duymak, ne yazmak ne de konuşurken kullanmak istiyorum aslında. Çünkü sanki bu kelimeyi herhangi bir bağlamda kullandığımda hiç istemediğim halde onun manasını yayacakmışım gibi geliyor. Oysa ben kullanmasam da bu kelimenin manası hergün her yerde hayatın içinde yayılarak içimize siniyor zaten. Hani gözle görünmeyen ama sağlığmızı bozan kötü mini minnacık bakteriler vardır ya… Görmesek bile onların kapı kolunda, banyoda, kaldırımlarda, dışarıya bırakılan çöpte, toplu taşıma araçlarında yani her yerde olduğunu biliriz. Bildiğimiz için de onlardan korunmak için sık sık ellerimizi yıkarız, uzak durmaya çalışırız. İşte bu bakteriler nasıl beden sağlığımızı tehdit ediyorsa, sözünü ettiğim Ş harfiyle başlayan kelime de ruh sağlığımızı öyle tehdit ediyor. Bir kere bulaştığında etkisi kolay geçmiyor. Ayrıca bulaşıcı olduğu için de çok tehlikeli. Önlem almayınca bir bakıyorsunuz ki tüm toplumu etkisi altına almış, ya herkes ızdırap içinde kıvranıyor ya da bibirine saldırıyor. Peki nedir bu kelime? Bundan uzak durmanın, korunmanın yolu yok mu?...

Ş harfiyle başlayan kelimenin adı ŞİDDET. Bi zahmet bu kelimeyi elimize bir mikroskop alıp inceleyelim:

1. Şiddet sadece fiziksel değil, sözlü, yazılı, kurumsal, hukuksal, bürokratik, psikolojik, ekonomik ve hatta cinsel yollarla bile uygulanabilir // bulaşabilir.

2. Şiddetin hayat bulması için iki tarafa ihtiyaç vardır ve başta daha avantajlı olan taraf gücünü kaybedeceğini farkettiği anda şiddet uygulamaya başlar.

3. Avantajlı olan taraf gücünü kaybettiğini bir konflikt durumu ortaya çıktığında farkeder ve paniğe kapılır.

4. Eğer konflikti çözecek yeteneğe sahip değilse, önce üstünü örtmeye çalışır. Sonra daha da ileri giderek, konfliktten doğrudan etkilenen ve bu konfliktle yaşamak istemeyen dezavantajlı tarafa baskı ve zor kullanmaya başlar.

5. Baskı ve zor karşısında dezavantajlı taraf korkup geriye çekildigi anda şiddet meşrulaşır.

6. Karşı tarafın uyguladığı şiddetle korkup geri çekildiğini farkeden avantajlı taraf şiddeti istediği zaman -yani her konflikt durumunda- uygulayabilmek için aparatlar icad etmeye başlar. Bu ona göre tek „çözüm“´dür.

7. Avantajlı tarafın icad ettiği şiddet aparatlarına karşı dezavantajlı taraf da başka mücadele aparatları geliştirir. Derken yeni şiddet biçimleri ortaya çıkar ve böylece şiddet şiddeti doğurarak büyür.

Almanca'da Gewaltspirale diyoruz. Türkçe'ye şiddet sarmalı diye çevrilmiş. Adı üstünde sarmal yani… Saran, elini kolunu bağlayan, etkisiz hale getiren, çözümsüz bırakan, iki tarafı da içine alıp döndüren, ama konflikti ortadan kaldırmayan pis, mikrop gibi bir şey yani… İnsanlar hangi taraftan olursa olsun bu sarmalın içine girdiğinde, hayatta kalabilmek için huzursuzca, kan revan içinde debelenmek zorunda kalır. Şiddetten kurtulmaya çalışırlar. Oysa şiddetin şiddetle ortadan kalkması mümkün değildir. Şiddet sarmalını o sarmalın içinde dönüp dururken durdurmak mümkün değildir. Yeni başka bir çare aramak gerekir.

Türkiye

Şimdi bu şiddet sarmalının Türkiye'deki toplumsal-siyasal-tarihsel alanda nasıl döndüğünü anlamaya çalışalım:

Ta Osmanlı tarihinden beri devletin yönettiği halklar üzerinde açıktan uyguladığı bir inkar, imha ve yok sayma siddeti var. Bu şiddet hem fiziksel, hem sözel, hem de kurumsal/yasal bir şekilde bileşenlerini çoktan tamamlamış, o coğrafya üzerine çoktan yerleşmiş bir durumda. „Devletin kestiği parmak acımaz.“ sözü bile tek başına bu devlet şiddetinin rasyonal düşünmekten uzak, eğitimsiz kitleler tarafından nasıl kabul edildiğini ortaya koyar.

Yakın Cumhuriyet tarihinde askeri darbelerden, işkencelere, cezaevlerinden, kanunlara, medyada paylaşılan yalan haberlerden, doğru haber vermeye çalıştıkları için kapatılan radyo, televizyon , gazete ve dergilere kadar her türlü uygulama devletin yönettiği halkları nasıl bir şiddet sarmalına çektiğinin ispatıdır. Devlet bu şiddeti sıraladığı şu teklerle meşru göstermeye çalışır. „Tek millet, tek bayrak, tek devlet, tek din!“ Böyle dendiği vakit, akan sular durur. Diyecek tek bir kelime kalmaz. „Vatanın bölünmez bütünlüğü“ korunsun diye, en doğal hakkını ifade etmeye çalışan her etnik grup „terörist“ ya da „bölücü“ ilan edilir.

Güncel haberler artık tarihsel devlet şiddetinin üç-dört misli arttığını, o şiddet sarmalı içinde kıvranan insanların en ufak bir çelişkide bile nasıl kibrit çakılmış gibi birbirlerine saldırdığını ortaya koyar nitelikte. Hani Anadolu insanının kendi arasında „gücü gücü yetene…!“ dediği, entellektüellerin „orman kanunu“ diye tarif ettikleri toplumsal ruh hali var ya… İşte o şimdi en üst noktada. Nasıl mı?

Şöyle:

Hadi her fırsatta çoluk çocuğa, kadınlara, özürlülere tecavüz edilmesini bir kenara bırakalım. Yokluk-yoksulluk-işsizlik içindeki milyonların maddi sorunla cebelleşirken birbirine ettikleri eziyet, ihbarcı olmaları, yozlaşmaları, toplumsal değer yitimi de şurda dursun. Bırakalım geleceği, gün içinde bile herhangi bir terör olayı yaşamadan işten-evine varabilme korkusu yaşayan insanların paranoyasını da görmezden gelelim. Kalkıp Türkiye Büyük Millet Meclisi´nin kürsüsüne varalım. Orada yani koca TBMM´de ŞİDDET en agresif biçimde, çıplak kürsünün etrafını sarmış halde duruyor. Kendini avantajlı olan tarafın yani iktidarın temsilcisi sayan bir grup milletvekili, onlar gibi düşünmeyen yani dezavantajlı durumda olan başka bir grup milletvekilinin konuşmasına, milleti temsil etmesine izin vermiyor. Şiddet sarmalını belki durdurabilecek olan demokratik kurallara // söz söyleme hakkına tahammül edemiyor. Özetle, uyguladığı şiddeti devam ettirebilmek için yine şiddet kullanıyor. Çünkü şiddet sarmalı durduğunda çözemediği, başedemediği bir sürü konflikt ortaya çıkacak. O konfliktler kendi güçsüzlüğünü ortaya koyacak, hakim olma durumu // avantajlı yanı ortadan kalkacak. Yani şiddet sarmalı -kısa süre için bile olsa- durduğunda ortada ne varsa su yüzüne çıkacak.

İşte iki gün önce medyaya yansıyan meclis görüşmelerinde -bir kadın olarak utançla takip ettiğim- bir kadın milletvekilinin(Gökçen Enç), kendisi gibi düşünmeyen başka kadın milletvekillerine uyguladığı şiddetin arka planı şiddet sarmalının nasıl hat safhada // fiziksel görünümüyle meclise kadar çıktığının açık bir kanıtı.

Şiddet sarmalında insanların döndüğü kıvrımları anlamak için AKP Antalya milletvekili Gökçen Enç'i düşündüm. Sözde o da yaralanmış. Hastahaneye götürmüşler. Doktor izin vermediği halde yaralı bir halde tekrar meclise gelip oyunu kullanmış. Büyük ihtimalle kendini yaptığı işten dolayı kahraman olarak görüyor şimdi. Hatta belki gururlanıyor. Kürsüde öteki kadın milletvekillerine saldırırken çekilmiş olan fotoğrafları var. Saçları dağılmış, negatif bir enerjiyle alt dudağını ısırarak vuruyor. O fotoğraflara bakarken, Enç'in çocukluğunu gözümün önüne getirmeye çalıştım. Şimdi dağınık olan saçlarına, çocukken kırmızı kordela bağlayıp, siyah önlüğünü giyip okula gitmiş midir? Gitmiştir. Okulda teneffüs zili çaldığında koşarak bahçeye çıkıp „yağ satarım, bal satarım, ustam öldü ben satarım...“ oynamış mıdır? Oynamıştır. Okuldaki bir erkek çocuğa aşık olup, ona gizli gizli bakmış mıdır? Tabi, büyük ihtimalle… Ne güzel, ne sevimli... Oysa şimdi şu fotoğraflarda ne kadar çirkin görünüyor. Üzüldüm…

Yanlış anlaşılmasın, o şiddet sarmalının içine çekilen diğer milletvekillerinin durumuna da çok üzüldüm. Ama nedense Gökçen Enç'e üzülmem daha farklı oldu. Çünkü şiddet sarmalının kıvrımları arasında kendinden öyle uzaklaşmış ki…

Rakel Dink on yıllık acısının ta en başında şunu söylemişti; „...bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılmaz kardeşlerim.“ Haklı... Bence de Gökçen Enç ve onun nezdinde tüm karanlık bekçilerinin bu şiddet sarmalından kurtulmalarının çaresi Rakel Dink´in bu derin sözünde gizli.

Köln, 21.01.2017