Son birkaç yıldan beri Avrupa’da ve özellikle Federal Almanya’da  giderek yoğunlaşan  islam düşmanlığının (islamifobi)  gelişmesinde ırkçı partilerin payı olmakla birlikte, 2012 yılından sonra Suriye ve Irak başta olmak üzere ortadoğu’daki siyasal  gelişmeler, IŞİD ve radikal dinci grupların terör eylemleri ve Avrupa’daki  salafist islami hareketin müslüman gençlik üzerinde küçümsenmeyecek oranda artan etkisi nin büyük bir payı vardır. 

Bütün bu gelişmelere paralel olarak özellikle 2014 sonrası Erdoğan Türkiye'sinin giderek Avrupa’dan ve Avrupa’nın humanist değerlerinden, demokrasiden uzaklaşması, Erdoğan’ın tek adam diktatörlüğünü temel alan totaliter bir sistem inşaası islama olan hoşgörünün giderek islama karşı önyargıların gelişmesine ve dolayısıyla Müslüman göçmenlere , en başta da Türkiyeli Müslümanlara karşı ırkçılığın gelişmesine zemin yarattı. 

Erdoğan’ın 16  Nisan 2017 referandum süreci öncesi ve sonrasında Federal  Almanya, Hollanda, Fransa ve birçok Avrupa Birliği üyesi ülkelerde etkisi altında olan camii ve dini kuruluşları kullanarak, başta DİTİB olmak üzere yaratmaya çalıştığı kargaşa ortamı Müslüman göçmenlere karşı ırkçılığın gelişmesinde önemli etkenlerden biridir. 
 

Bir diğer önemli etken ise Suriye ve Irak’taki gelişmelerin Avrupa’ya mülteci akını üzerinden yansıması ve bunun sonucu olarak Fransa,Belçika, Almanya, İsveç ve son olarak Barcelona’daki terör eylemleridir. 

Bütün bunlar Almanya’da AfD (Almanya için Alternatif), Fransa’da Marine LE PEN öncülüğündeki Front National  ( Ulusal Cephe ) ve Hollanda’da sağ popülist Geert Wilders’in etkisindeki popülist özgürlük partisi gibi kısmen ırkçı, yabancı düşmanı radikal  hareketlerin 2015 sonrası mülteci sorununu ve islam düşmanlığını da  kullanarak Avrupa Birliği ülkelerinde toplum içinde ğüçlenmelerine yol açtı. 

2014 yılında PoliTeknik gazetesinin Haziran / Temmuz sayısı için kaleme aldığım aşağdaki yazı bugün de günceliğini koruduğundan dolayı Avrupa Postası okurlarına ulaşmasını yararlı buluyorum.

Paralel Toplumun alternatifi ortak toplumsal yaşam ve toplumsal katılımcılıktır

Göç alan toplumların ortak sorunlarının başında, göçmenlerin eşit şartlarda ve eşit haklarla toplumsal yaşama katılımlarının sağlanmasında yaşadıkları sosyal ve siyasal sorunlar gelmektedir. Göçün ilk yıllarında göçmenlerin kendi aralarında bir arada yaşama istemi doğal olmakla birlikte, göç alan ülke tarafından ekonomik, sosyal ve kültürel olarak toplumsal yaşamdan dışlanmaları, göçmenlerin ve onların aile bireylerinin zorunlu olarak belirli semtlerde bir arada yaşamalarına ve yoğunlaşmalarına yol açmıştır. 1960’lı ve 70’li yıllarda Federal Almanya’nın uyumu temel alan politikalarının olmayışı, özellikle Türkiye’den gelen göçmen işçilere misafir gözü ile bakılması, biriken sosyal sorunları günümüze kadar taşıdı.

50 yıllık göç sürecine bakıldığında federal hükümetlerin göçmenleri sosyal, siyasal ve ekonomik alanlarda topluma entegre etme politikaları değil – son 15 yıldaki olumlu gelişmeler hariç – hep dışlayıcı ve geriye dönüşü teşvik politikaları ağırlıktaydı. Bu durum ister istemez toplumsal yaşamda ayrışmalara ve kutuplaşmalara yol açmıştır. Göçmenlerin birlikte ortak yaşamı temel alan hak talepleri dikkate alınmadığından, bazı büyük şehirlerde aynı kültürel kimlikten ve aynı dini inanca sahip göçmenlerin yoğun olarak birarada yaşama ve kısmen de olsa “gettolaşma” koşulları oluştu. Özellikle de Türkiyeli göçmenler yoğun oldukları şehirlerin terk edilmiş harabe semtlerinde kahvehanelerini, spor kulüplerini, derneklerini ve işyerlerini vb. kurarak kendi yaşam alanlarını oluşturdular. Bütün bunların oluşmasında en belirleyici etkenlerden biri de hiç şüphesiz konut sorunudur. Göçmenlerin uygun fiyatlara ev bulamamaları, onların kısmen de olsa Almanlar tarafından terkedilmiş semtlerde bir araya gelmelerine yol açtı. Bu duruma yerel yönetimlerin konut politikaları ve konut alanındaki dışlamalar da etkin bir şekilde yol açmıştır. Fakat bundan hareketle bu semtlerde paralel bir toplumsal yapının oluştuğundan bahsedemeyiz.

Son yıllarda “paralel toplum” kavramı üzerinde sıkça tartışılıyor olmasına rağmen, bu kavramın ne anlama geldiğine ne Alman ne de göçmen toplumunun kitle örgütleri tarafından henüz net bir yanıt verilmiş değil. Bu kavram daha çok ırkçı ve yabancı düşmanı çevrelerce suistimal edilmektedir. “Paralel toplum” kavramı şu sıralar en çok akademik boyutuyla tartışılıyor olmasına rağmen, bu alanda da henüz ortak bir konsensüse varılmış değil.

Bu tartışmalarda cevaplanması gereken ana soru etnik kimliği ve inancı temel alan, kendi toplumsal yaşamını kendisinin yarattığı ekonomik, sosyal ve kültürel kurumlarla düzenleyen ve kendisine uygun hukuk normlarının geçerli olduğu, kendisini tümden çoğulcu toplumdan ayıran bir yapının oluşturulup oluşturulmadığıdır. Bugün kendisine has işlerliği olan kurumsal ve toplumsal bir yapılaşmanın “toplum içinde toplum” benzeri bir yapının inşasının varlığından bahsedemeyiz. Göçmenlerin yoğun olduğu şehirlere bakıldığında bile – daha çok Türkiyeli göçmenlerin yoğun yaşadıkları Berlin, Hamburg, Frankfurt, Köln ve Ruhr Bölgesi’ne – bazı semtlerde aynı kültürel kimliğe ve dini inanca dayanan, ulusal ve dini kimlik etrafında şekillenen örgütsel paralel bir yapının olmadığı net bir şekilde görülmektedir.

Avrupa’nın çokkültürlü göçmen toplumlarında bu tür kavramlar üzerinde tartışılırken yaratılan bu suni tartışmaların uyuma katkı sağlayıp sağlamayacağının bilimsel verilere dayanarak tartışılması ve birlikte yaşamı temel alan perspektiflerin geliştirilmesi en doğru yöntemdir. Aksi taktirde Müslüman göçmenler ırkçı ve milliyetçi gruplar tarafından dini duyguları suistimal edilerek, eşit şartlarda topluma uyumu ve toplumsal yaşama katılımları engellenerek paralel yapıların oluşturulmasının birer aracına dönüşür. Bu konuda Müslüman göçmenlere ve onların örgütlerine önemli görevler düşmektedir.

En önemli tehliklerden biri ise demokrasi kültürünü özümseyememiş ve eğitimde henüz çokkültürlülüğü ve çokdilliliği bir tehlike olarak gören ülkelerin eğitim sistemiyle (özellikle Türkiye ve Suudi-Arabistan’ın kendi eğitim programlarını Almanya’ya ihraç etme girişimleri) olsa olsa yalnızca etnik ve dini kimlikleri temel alan ve bunun sonucu olarak paralel yapılar oluşturularak kendisi ile de barışık olmayan sorunlu bir toplum yaratılır.

Birinci nesil göçmelerin “nasıl olsa döneceğiz” perspektifinden hareketle kendi aralarında yoğunlaşmaları, göçün ilk dekadesinde (1960-1970) doğal karşılanmakla birlikte, 50 yıl sonra ikinci, üçüncü ve okul çağındaki dördüncü neslin hala toplumsal yaşama katılımlarında sorunlar yaşanması, ister istemez sosyal ve toplumsal bölünmelere ve ayrışmalara yol açmaktadır. Bu sorunların en önemlisi ise eğitim sorunudur. Eğitim kültürleri birlikte ortak bir yaşam için yönlendirmede en önemli etkendir.

Bugün okul çağında sayıları yüz binleri bulan Türkiye kökenli göçmen emekçi çocuklarının – kimi büyük şehirlerde bu oran ilk ve orta dereceli okullarda yüzde 50’nin üzerindedir – eğitimdeki en temel sorunlarından biri Almanca dil sorunudur. İki kültür arasında büyüyen ve ailelerinden Türkçe dil öğreniminde yeterli derecede destek alamayan bu çocuklar, anadillerini iyi öğrenemediklerinden Almancayı da eksik öğrenmektedirler. Bir dili iyi öğrenmenin en temel şartlarından biri anadilini pedagojik eğitim alarak öğrenmekten geçer. Gerek aile içinde ve gerekse okul öncesinde, anaokulundan başlamak üzere bu çocukların her iki dili – Almanca ve Türkçe – iyi öğrenmeleri ivedi bir zorunluluktur. Başarılı bir eğitimin temel taşı anadili öğreniminin eğitim dili Almanca olan Alman eğitim sistemine entegre edilmesidir.

Bir göçmen toplumu olarak Federal Almanya toplumsal uyum ve birlikte yaşam için bugünkü eğitim sistemini etnik kimlikten arındırarak bir an önce çokkültürlü ve çokkimlikli, bugün varılan toplumsal yapının gereksinimlerini de dikkate alarak, eğitimde çokdilliliği temel alan bir eğitim sistemine geçmek zorundadır.

Eğitimde çokdillilik okullarda yalnızca anadilinin öğrenilmesine indirgenmemelidir. Eğitimde anadili derslerinin yanı sıra, Federal Almanya’da yaşayan göçmenlerin kültürel kimlikleri, dini inançları, tarih ve geldikleri coğrafya da işlenmelidir. Toplumsal uyum ve toplumda var olan önyargıların giderilmesi eğitim sisteminin bir bütün olarak ırkçı, etnik – milliyetçi etkilenmelerden ve söylemlerden arındırılmasını zorunlu kılmaktadır. Bu noktada bazı çevrelerce yalnızca etnik ve dini kimliğe dayalı eğitim talebi yabancı düşmanı, ırkçı ve sağcı Alman parti ve gruplarının işine yaramakta, bu grupların ırkçı ve İslam düşmanı söylemlerine malzeme sağlamaktadır. Çokdillilik giderek yaşlanan Avrupa toplumu için sosyal, ekonomik ve kültürel bir zenginliktir. Eğitimde çokdillik eğitim sonrası meslek ve iş yaşamının yanı sıra, kültürlerarası diyalog ve ortak sosyal yaşamda da önemli bir köprü oluşturmaktadır.
 
Federal Almanya’da yaşayan Türkiye kökenli göçmenlerin sorunları Almanya dışından önerilen ve gündeme getirilen yapay tartışmalarla da çözülemez. Sorunların çözümü burada yaşayan göçmenlerin ve onların göçmen örgütlerinin – buna İslami örgütler de dahildir – Alman eğitim kurumları, sendikalar, dilbilimciler ve akademik çevreleri ile birlikte sürdürecekleri ortak tartışmalarla doğru çözüm yolları bulunarak giderilir. Bugünkü çokkültürlü ve çokkimlikli Almanya toplumunda eğitimdeki eşitsizliğin giderilmesinin ve eşit eğitim şansının yaratılmasının yolu çokdilliliğin var olan eğitim sistemine entegre edilmesinden geçer. Genç nesillerin eğitim, meslek ve iş yaşamlarındaki başarı oranı arttıkça Alman toplumu ile bütünleşmeleri de o oranda başarılı olur. Bu durumda “paralel toplum” gibi yapay tartışmaların etkisi de zayıf kalır.

“Paralel toplum” gibi kavramlar üzerine sürdürülen tartışmalarla asıl toplumsal ve sosyal sorunlar gizlenmeye çalışılıyor. Bu tartışmalar da Federal Almanya’nın son elli yıl boyunca göçmenleri dikkate almayarak, Almanya’nın göçmen ülkesi olduğu gerçeğini göz ardı etmesinin de payı büyüktür. Son on beş yılda, Sosyal Demokrat Parti ve Yeşiller Partisi koalisyon Hükümetiyle (SPD/Bündnis90/Die Grünen,1998) başlayan ve yetersiz de olsa 2005’te kurulan ilk CDU-CSU/SPD kaolisyonuyla devam eden (bugünkü CDU-CSU/SPD koalisyonunun hükümet programı yetersizliklerine rağmen, göçmen örgütlerinin büyük bir kısmı tarafından olumlu görülmektedir) yeni göç politikasındaki olumlu açılım, toplum içinde hoşgörünün gelişmesine, karşılıklı önyargıların giderilmesine katkıda bulunmaktadır. Bu durumdan rahatsız olan ve toplumun bölünmesinden beslenen sayıları az da olsa aşırı politik gruplar bulunmaktadır. Bu gruplardan bir kısmı (Pro.NRW, NPD vb.) Alman toplumu içinde ırkçılığı İslam düşmanlığı ile bütünleştirerek göçmenlere karşı ırkçılık yapmaktadırlar ve diğer bir kısmı ise (Selefiler vb.) İslam dinini emelleri için kullanarak Alman ve Hristiyan düşmanlığını Müslüman göçmenler arasında, özellikle de gençler arasında yayarak, toplumda yaşanan hoşgörü havasını bir anda kültürleri birbirine karşı kışkırtıcı, ırkçı ve dışlayıcı bir kampanyaya dönüştürmektedirler.

Müslüman göçmenlerin kitle örgütlerinin en önemli görevlerinden biri toplumsal sorumluluk içinde hareket ederek, Alman toplumuna ve diğer kültürlerden ve inançlardan insanlarla bütünleşerek ortak ve somut talepleri için her türlü ırkçılığa ve dışlamalara karşı mücadele etmektir. Çokkültürlü bir toplumu ayakta tutan birlikte yarattıkları ve üzerinde anlaştıkları ortak değerlerdir. Federal Almanya Cumhuriyeti Anayasası’nın 1. Maddesi: İnsanın onur ve haysiyetinin korunması, 2. Maddesi: Yaşam hakkı, kişiliğin korunması, kişi özgürlüğü 3. Maddesi: Yasa önünde eşitlik, kadın ile erkeğin eşitliği, ayrım yasağı, 4. Maddesi: Din, vicdan ve inanç özgürlüğü…., 5. Maddesi: Düşünce ve basın özgürlüğü, sanat ve bilim özgürlüğü gibi tüm toplumun üzerinde bütünleşecekleri ortak değerlerdir. Bu değerler bizi birarada tutmakla birlikte aynı zamanda her birey ve inanç grubunun da yaşam güvencesidir.

“Paralel toplum” tartışmaları çerçevesinde yaratılan siyasal bulanıklık her türden ve milletten ırkçı kesimlerin işine gelmektedir. NPD/DVU ve Republikaner (Cumhuriyetçiler) gibi ırkçı çevreler, sistemli olarak İslam düşmanlığı yayarak ırkçılığı teşvik etmektedir – açıkça söylenmese bile, muhafazakar çevrelerce de toplumda İslam korkusu teşvik edilerek Müslüman göçmenlere karşı ve özellikle de Türkiyeli göçmenlere karşı yoğun bir düşmanlık körüklemekteler. Bunlara karşı tek güvencemiz Almanya Cumhuriyeti Anayasası olmalıdır. Aynı paralelde sürdürülecek karşı kampanyalarda – Alman ve Hristiyan düşmanlığı – bir o kadar tehlikeli ve toplumu bölmekten başka bir işe yaramayacaktır. Bu konuda göçmen örgütleri kendi kitlelerini provokasyona gelmemeleri, özellikle de genç kuşağı yapacakları somut projelerle eğiterek aşırı güçlerin etkisinden koruma sorumluluğu taşımaktadır.

Bir arada yaşam için her ne kadar Alman toplumuna büyük sorumluluklar düşüyorsa da, göçmenler ve onların örgütleri de toplumsal sorumluluk içinde hareket ederek, toplumun bir parçası olmak ve eşit şartlarda söz sahibi olmak için kendi kabuklarından çıkarak, sosyal ve siyasal yaşamın her alanında Alman toplumuyla bütünleşmeleri de bir o kadar zaruridir. Bunu başardığımız oranda da “paralel toplum” gibi yaratılan tartışmalar etkisiz kalacaktır. (23.06.2014)

(Bu yazı: PoliTeknik gazetisinin Haziran / Temuz 2014 sayısında yayınlanmıştır.)