11 Mayıs 2016’da Doğan Özgüden ve İnci Tuğsavul’un sürgünde 45. yılları doluyormuş. Özgüden ve Tuğsavul 12 Mart 1971 darbesinin ardından ülke dışına çıkmak zorunda kalmıştı.

Böyle bir konuda ne yazılabilir, diye düşündüm. Sürgünle ilgili bilinenleri tekrarlamak yerine, sürgüne gitmelerinde ve orada da TC devletinin kendilerini unutmamasında önemli payı bulunan 1970 yılının ANT dergisi hakkında yazmak daha uygun geldi.

15-16 Haziran 1970 işçi eylemlerinin ardından İstanbul’da sıkıyönetim ilan edilmiş, DİSK yöneticileri ve işçi önderleri mahkemeye verilmişti. Mihri Belli ekibinin yönettiği bir dergi –yanlış hatırlamıyorsam Türk Solu idi- “sıkıyönetim tarafsız olmalıdır” diye başlık atmış ve yıllardan beri zaten gündemden inmeyen silahlı kuvvetler konusu devrimciler arasında tartışılan başlıca konu durumuna gelmişti.

1970 yılı yaz aylarında çok sayıda devrimcinin okuduğu iki kitap vardı: Lenin’den Devlet ve İhtilal ile Taner Timur’un Türk Devrimi ve Sonrası. İlkinde ordunun burjuvazinin baskı aygıtı olduğu açıklanıyordu. İkincisinde ise, kemalist devrimin gerçekte bir burjuva devrimi olduğu anlatılıyordu.

Aramızda özellikle büyük kent kökenli olanlar orta öğretimde sıkı bir kemalist eğitim görmüş, o yılların tek kanal televizyonunu izleyerek bu eğitimini perçinlemişti. Böyle bir sosyalizasyonun ardından çok sayıda devrimcinin kemalizmin güçlü etkisi altında olması kaçınılmazdı. Öğrendikçe ve yaşadıkça bu etkiden kurtulmaya başlayacaklardı.

Bu ayların birinde çıkan ANT Dergisi’nin kapağını hatırlıyorum: kapitalistleşen subaylar işçileri yargılayamaz! Konu, OYAK ile ilgiliydi ve ordunun üst kademesinin sermayeyle iç içe girmiş ilişkileri anlatılıyordu.

Burada yazılanlar ordu hakkında yepyeni bir değerlendirme sayılırdı. Ne milli ordusu, ordu sermayenin ordusuydu; bu kadarını Devlet ve İhtilal’i okuyup belirlemek kolaydı ama ilgili yazıda başka bir noktaya daha dikkat çekiliyordu.

Ordu bilinen tanımıyla sermayenin vurucu gücü olmanın ötesine geçiyor, sermayenin bir parçası oluyordu. Sonraki yıllarda Lenin’in tanımının bizim için yetersiz olduğunu, bu ülkede ordunun rolünün “sermayenin vurucu gücü”ne indirgenerek anlaşılamayacağını düşünebilecek birikime ulaşacaktık. Ordunun subay kademesi sermayenin üniformalı kesimiydi. (Mısır ordusu bu konuda bizdekinden daha ileri bir örnektir.)

Aslında bu da yetersizdi. Bu yetersizlik aradan yıllar geçtikten sonra Serdar Şen tarafından yazılan “Silahlı Kuvvetler ve Modernizm” kitabında görülebilecekti. Şen’e göre silahlı kuvvetler devletin ideolojik aygıtlarından bir tanesiydi. Aile, okul, dini kurumlar gibi düzeni ideolojik olarak koruyan ve yeniden üreten önemli bir kurumdu.

Askere giden herkesin katılmak zorunda olduğu eğitim seminerlerinin ötesinde basında ve televizyonda da orduyu ve onun toplum için vazgeçilmez koruyucu rolünü öven yayın bolluğundan geçilmiyordu. (AKP iktidarı altında ordunun bu rolünü Diyanet İşleri Başkanlığı üstlenecekti.)

Ülkede gittikçe büyüyen silah sanayisi kurulmuş durumda… Eskiden sadece hafif silah üreten bu sanayi büyüyerek orta ve giderek ağır silahlar da üretmeye başladı. Böyle bir sanayinin olmazsa olmazı üretilen silahın pratikte denenmesidir ki bu da Kürt yerleşim birimlerindeki savaşta yapılıyor.

Bir nikah töreni devletle silah sanayisi arasındaki ilişkiyi güzel örnekliyor: Cumhurbaşkanının kızı önemli bir silah firmasının sahibinin oğluyla evleniyor. Devlete uygun bir evlik!

Silah üretimi ve ihracatı konusunu sürekli gündemde tutan yayınlar bulunmuyor denilebilir. Silah sanayisi hakkında bazen açıklamalar ve rakamlar yayınlanıyor ama bunlar “şunu da ürettik, bunu da ürettik” övgüleri arasında geri planda kalıyor.

Türkiye’nin Katar’da kurduğu tugay düzeyindeki askeri üs, Somali ve diğer Afrika ülkelerinde bulunan askerleri ise pek konu olmuyorlar.

TC ordusunda profesyonellik oranının yüzde 41’e ulaştığını başlıklarda değil haberlerin içinde okuyabiliyoruz. Çok sayıda uzman er ve çavuş yetiştirilmiş, özel kuvvetler neredeyse ayrı bir ordu olacak kadar gelişmiştir. Burjuvazinin bölgeye yönelik büyük ihtirasları bulunuyor ve bunların da ancak etkili silahlarla desteklendikleri oranda hayata geçebileceklerine inanıyor.

ANT benzeri bir yayın şimdi bulunmuyor.

Ordunun az bilinen yönleri hakkında yayın yapmak, devletin hışmını hemen üzerine çekmek ve dahası asla unutulmamak demektir.

Kendi yazdıklarından anlaşıldığı kadarıyla devlet Özgüden ve Tuğsavul’la sürekli uğraşmış. İkide bir hedef göstermenin yanı sıra iltica etmelerini zorlaştırmaya çalışmış, ardından vatandaş olmalarının sürüncemede kalmasını sağlamış…

1971 sürgünlerinin sayısı azdı, bu nedenle de dikkat çekmek kolaydı ama bu durum sonraki yıllarda da sürmüş… Bunun önemli nedenlerinden birisi Avrupa Birliği’nin başkenti sayılan Brüksel’de aralıksız yürütülen politik faaliyet ise, bir başka önemli neden de 1970’den kalan öfke olsa gerektir.

Orduyu Devlet ve İhtilal’deki tanıma indirgeyerek hakim sınıfın baskı aygıtı olarak değerlendiren anlayışın ülkeyi anlaması mümkün değildir. Silahlı kuvvetlerin burjuvazinin bir parçası olması bize özgü değil; Mısır’da ve bazı Latin Amerika ülkelerinde de bulunuyor.

ANT’ın o sayısı kendi özgünlüğümüzün anlaşılmasında önemli bir adımdı.

Ve 45 yıllık sürgünlük…

Sosyal araştırma konusunda güçlü bir ülke olsaydık, sürgünlük tarihi şimdiye kadar çoktan yayınlanmış olurdu. 20. yüzyılın en büyük sürgününü yaşamış Almanlarda bunu görebilmek mümkün… Kim nerede ne yapmış, hepsi var. Sürgünde edebiyat, doğa ve sosyal bilimlerde ne üretilmiş; hepsi var.

Bizde de günün birinde olacak… Bu konuda küçük de olsa çabalar bulunuyor, henüz çok yetersiz ama başlamış durumdadır.