İnsan-Makan-Hafıza başlığıyla yaptığım bir röportaj 12 Nisan´da yayınlandı. Üç gün sonra yani 15 Nisan akşamı tv haberlerini izlerken Notre Dame'ın yandığını gördüm, olduğum yerde kurudum kaldım. Ertesi gün uyanır uyanmaz aklıma ilk gelen sadece bir kaç kere turist olarak gezmeye gittiğim Notre Dame oldu. Mesele tarihi-turistik-gotik bir mimari eser değildi. 12. y.y.'dan bugüne kadar bir çok tarihsel olaya tanıklık etmiş olan katedral bir kaç saatte yanmıştı. Hem de içinde toplumsal hafızamızı aydınlatan en önemli belgelerle birlikte...

Tarih

Tarih önemlidir. Ama tarihten öğrenip ders çıkarmak çok daha önemlidir. Sanırım bunu içselleştirdiğimden olsa gerek, haberleri okuyup-izlerken ya da sosyal ağda paylaşılan yüzeysel yorumlara bakarken şu anda tarif edemediğim derin bir karamsarlığa kapıldım.

Beni en çok üzen Paris'in sembollerinden biri olan bu katedralin sırf bir katedral olmasından dolayı -sağ ya da sol farketmez- siyasal çevreler tarafından değerinin düşürülmesi, öneminin görmezden gelinmesi oldu.

Sağ görüşe sahip kişi ve gazetelerin bu yangın karşısında kullandığı başlıklar ve yaptıkları paylaşımlar bildiğimiz sözlü-psikolojik şiddet. Onun üzerinde durmaya bile gerek yok. Ama sözde sol görüşe sahip olup da Notre Dame'ın bir „inanç merkezi“ olmasından dolayı yanmasına siyasal açıklamalar getirenler beni şaşırttı doğrusu.

"Demek ki biz (Türkçe düşünen ve konuşan insanlar) hala sadece görmek istediğimizi göstermeye, duymak istediğimizi söylemeye çalışıyoruz.“ diye düşündüm. Tarihin gerçekliği siyasi görüşümüzün yönüne göre değişiyor, ya sertleşiyor ya yumuşuyor, sürekli renkten renge giriyor, hatta bulanık bir hale geliyor. Derken görme kabilyetimizi yitiriyoruz.

Dersim

Daha bir kaç gün önce yayınlanan röportajda 1994'de Dersim'de köyler yakıldığı zaman bölgedeki insanların ne hisstettiğine, mekanla olan ilişkisine, mekanın hafızayla olan bağlantısına değinmiştik. Bindokuzyüzdoksandört adını taşıyan o belgesel filmde konuşanların hepsi yakılan evleriyle ilgili neler düşündüklerini bir bir anlatmışlardı. Filmin rejisörü Devrim Tekinoğlu ile geçmişle insan arasındaki bağın nasıl mekan ve eşyalar üzerinden bilince çıktığı üzerine sohpet etmiştik. Ama yetmiyor... Bu röportajı okuyup Dersimli köylülerin acısına empati duyanlar, aynı empatiyi Parisliler´in acısına göster(e)miyor. Peki neden?

Bence işin aslı şu; ne tarihi bilmek ne de tarihsel olayları doğru, yani olduğu gibi değerlendirip ondan öğrenmek diye bir derdimiz var. İddia etsek de rasyonal ve nesnel düşünemiyoruz. Avrupalı´nın yaşadığı aydınlanma çağını yaşayıp aydınlanmamışız. Buyüzden kendimizi de tanımlayamıyoruz. Ne istediğimizi bilmiyoruz. Çok üzücü bir durum aslında.

Tramvayda

Belki tesadüf... Bu düşüncelerle derine inip kendimi ve çevremi anlamaya çalışırken bir adam dört yaşındaki oğluyla tramvaya bindi, karşıma oturdu. Bir süre sonra çocuk heyecanla; „Baba dedenin durağına geldik.“ dedi. Baba da oğluna; „Söyle bakalım dedenin durağının adı ne?“ diye sordu. Onlar bu şekilde konuşurken, ben ister istemez gülümsedim. „Bak şu çocuğa, mekanla bütünleşmiş. İneceği durak dedesinin eviyle aklına geliyor. Okuması yazması olmadığı halde gözleriyle o mekanın fotoğrafını çekiyor.“ diye içimden kendimle konuştum.

Herbirimiz bu çocuk gibiyiz işte. Herbirimiz hem bireysel hem de toplumsal olarak mekanların içinde büyüdük. O mekanlarda sevindik, güldük, ağladık, korktuk, kaçtık, kovaladık, seviştik, kavga ettik, öldük, dirildik... Kısacası yaşadık! Fransızlar da Paris´te Notre Dame´da böyle yaşadı, yaşıyor.

Şimdi hal böyleyken bir mekanın katedral, kilise, cami, havra, lokanta, lunapark ya da hadi bilemedin(!) hayvanat bahçesi olmasının bir önemi var mı artık…?! Yaşanan acı da sevinç de hafızamızda mekanla birlikte yer etmiyor mu? O mekan „yandı bitti kül oldu...“ dediğimizde, yaşanan acı-tatlı tecrübe ortadan kalkıyor mu? En iyi örnek bizde 2 Temmuz 1993. Sivas'ta Madımak otelini içindekilerle birlikte yakıp yok ettiler, yerine bir lokanta diktiler! O acı oradan çekip gitti mi peki?! Tabi ki hayır… Hatta daha çok depreşmedi mi?! Neden? Çünkü birilerinin niyeti mekanı başkalaştırıp yaşanan katliamı unutturmaktı! Mekanın başkalaşmasını istemedik. Hatta müzeye çevrilmesini talep ettik ki, o katliam bir daha yaşanmasın, akıllarda kalsın.

Mekan yok olduğunda insan hafızasında karanlık bir kuyuya yuvarlanır. O karanlık kuyudan çıkabilmesi için aynı mekana tutunması şarttır. Bu da onun en doğal hakkıdır.

Notre Dame'ın Külü

Hak demişken, sabah televizyonda Notre Dame haberlerinde kendisine mikrofon uzatılan Fransız kadın bir avuç kül alıp kavanoza koyduğunu söyledi. Küle dönmüş de olsa o mekana tutunmak istediğinin bilincindeydi.

Hani dinlerken kıskanmadım desem yalan olur. Benim kül bile olsa tutunabileceğim bir mekanım hiç olmadı. Babamın da yoktu, dedemin vardı muhtemelen, ama yok ettiler. Belki de yakıp küle çevirdiler de haberimiz yok. Bu makalenin başında bahsettiğim şu an tarif edemediğim derin karamsarlık ondandır belki.

İnsan-Mekan-Hafıza ilişkisi önemli. Bu üçünden birine müdahale etmek, bu üçünden birini yok etmek ya da yok saymak doğanın en mühim dengesini bozmak gibi bir şey. Yapmayın.