Uludere'de 35 kişinin katledilmesiyle başlayan tartışma sürerken, yaşamlarını sürdürmek için kaçağa gidenler, suskunluklarını koruyorlar. Peki ya onların yaşamlarına tanıklık edenler, gazeteciler ne diyor? İşte sizin için üç gazeteciye 'kaçak' anılarını sorduk.

Şırnak'ın Uludere İlçesi sınır bölgesinde Türk savaş uçaklarının neden olduğu talihsiz olay sonrasında yaşananlar, hem bölgeyi, hem sınırı hem de bölgenin geçim kaynağı olan kaçakçılığı bir kez daha gündeme getirdi. Kimi kaza derken, kimi daha da ileri gidip 35 insanın vurulmasının güvenlik gereği olduğunu savundular. Kazara da olsa yaşanan katliamın hem askeri, hem siyasi sorumlularının açıklamalarının vicdanları rahatlatıp, acıları dindirmesini beklemenin zorluğu kadar, bölgenin gerçeğinin 'kaçak' olduğunu anlamak da o kadar kolay aslında. Sadece göğü kanatırcasına yükselen gökdelenlerimizden uzaklaşıp, zırhlı otomobillerimizden inip, steril yaşamlarımızdan bir an sıyrılmamız gerekiyor. Bir de hem bilenin, hem yapanın hem de duyurmayanın vicdanıyla baş başa kalıp, utancıyla yüzleşmesi...
Kamuoyu bu kanlı hesabın müsebbibini ararken bize yine olayın perde arkası, yaşamın normalliği kaldı. Sınırda olanın kaderini, kaçağın nedenini bölgede görev yapan, hatta kaçağa karışıp habere giden habercilere sorduk. Hepsini çok yakından tanıdığınız bu haberciler yaşadıkları deneyimi ve 'kaçağın' sınırdaki normalliğini anlattı... İşte suskun medyanın konuşan temsilcilerinden kaçak öyküleri.

TÜRK MEDYASININ VEBALİ BÜYÜK
Serdar Akinan
AKŞAM Gazetesi Yazarı

Benim iki tane geçişim var...      2003 yılı Mart ayı başında tezkere reddedildikten hemen sonra bir muhabir ekibin Kuzey Irak'a geçmesi gerekiyordu, 'Ben geçiririm' dedim. Silopi'ye gittim. 400'e yakın gazeteci bekliyordu sınırda. Güvenlik güçleri yolu kesmiş Habur tarafına geçişe izin vermiyorlar. Bir kaçakçı buldum; anlaştık. Bir sabah Silopi'de arazide yol üzerinde metruk bir eve yanaşıp beni aldı. Dorsenin içine bir yer yapmış, oraya girdim. Habur'u geçtik, gümrüklü bölgeye girdik. Orada araç tartılıyor ve gümrük kontrolünden geçiliyor. Araçtan indim, fakat gümrükçüler gelmedi. Kaçakçı, kamyonu bırakıp dönmemiz gerektiğini, sabah yine gelebileceğimizi söyledi. Ama çevrede MİT var JİTEM var, polis istihbarat, hepsi oradalar. Çıkarsam bir daha giremeyeceğimi bildiğim için, çıkmayacağımı söyledim. Hatta, 'Ben buradan kesin geçeceğim, eğer yakalanırsam beni en fazla sınırdan geri atarlar, bir daha giremem ama sen işini kaybedersin' diye üstü kapalı gözdağı da verdim. Bunun üzerine kendi köyünden bir çocuk buldu. Anlaşmamıza aracı oldu, onun kamyonuna bindim ve Kürt tarafına geçtim. Bir taksi bulup Erbil'e gittim. Orada üç ay kaldım. Üç ay sonra Habur'dan döndüm. Çıkış vizem olmadığını görünce beni gözaltına aldılar. Özel kuvvetler ve JİTEM sorguladı. Nasıl çıktığımı sordular, 'yüzerek geçtiğimi' söyledim. Yaklaşık 13-14 saat sorgulandıktan sonra serbest bırakıldım. İkincisi çıkışım da aynı dönemlerde oldu.
Bağdat'ın düştüğünü öğrenince İran üzerinden geçmek için hazırlığa başladım. Nevin Sungur o zaman Kuzey Irak'a girmişti. Ona sordum nasıl geçtiğini. Nevin, İran üzerinden geldiğini söyleyip, geçişine yardımcı olan kaçakçının telefonunu verdi. Ben de yanımda kameraman Mesut Gengeç'le birlikte o akşam İstanbul-Tahran, Tahran-Tebriz arası uçtum. Tebriz'den bir araba kiraladık, Piranşehir'e vardık.
GEÇİŞ İÇİN 100 DOLAR
Akşam olmuştu. Aradığımız numaralardan kimseye ulaşamadık. Sıkıntılı olduğumu görünce bir Türkmen geldi, biz durumumuzu anlatınca  yardımcı olabileceğini söyledi. Bizi alıp Piranşehir'in dışında, dağların yamacında 15-20 hanelik bir köye götürdü. Bir evin içine girdik. Yaşlı bir adam, bir kadın, genç bir çocuk ve avluda katırlar var. Oturup konuştuk, geçiş için 100 dolar istediler. Bizi hemen geçireceklerini öğrenince kabul ettim. Malzemeleri katırların sırtına yükledik ve hemen yola çıktık. O katırlarla son derece dik ve sarp bir yerden ve İran askerlerini 'sözde' kollayarak yaklaşık üç-dört saat tırmandık. Üç-dört saat sonra ufak ufak kar parçaları, buzul parçaları çıkmaya başladı karşımıza. Orada PKK'nın bir kontrol noktasına takıldık. Çok düzgün Türkçe konuşan PKK'lılar tarafından dört saat sorguladıktan sonra serbest bırakıldık. Oradan inip bir minibüse atladık ve günbatımına doğru da Erbil'e ulaştık.
KAÇAKÇILIK HEP VARDI, PKK RESME SONRADAN GİRDİ
Bu bölgelerde, kaçakçılık normal. Herkes hem yolları hem de kimlerin geçip gittiğini iyi biliyor, sınır bölgelerinde bu bir sır değil. Bir kere PKK'dan önce de olan bir şey kaçakçılık. Evet, sınırlar yüz yıl önce çizildi ama Osmanlı'dan beri orada aşiret yapısı var ve coğrafi şartlar aynı şekilde duruyor. PKK sonradan girdi resmin içine. Daha 30 yıl oldu ama onlar da sonuçta bölgenin insanı ve o yolları biliyorlar. Üç patika varsa o da mecburen o patikayı kullanacak. Başka bir yolu kullanma şansı yok ki.
Uludere'de insanların öldürüldüğü yeri de gittim gördüm. Patika yol, köyün içinden geçiyorsun bir-iki saat sonra öbür taraftasın. Bir sınır çizgisi falan yok. Suriye gibi değil yani. Oraya tel çekemezsin, mayın koyamazsın. Sadece iki kilometrede bir, bir tane taş var. Sınır taşı...
PKK'LI MI BUNLAR?
Bizim medya yol kenarında insanları görse 'PKK'lı mı bunlar?' diyor. Kafada poşu, yerel halkın kıyafeti o. Oysa oranın yaşlı köylüsü ya da genci öyle... Anlayamazlar bile, o kadar uzağız biz bu gerçekliğe. Diyarbakır'da büyük gazetelerin bürosu var. Peki, Süleymaniye, Cizre, Erbil'de var mı? Kaç tane köşe yazarı atlayıp gidiyor böyle bir şey olduğunda. 35 adam öldü, 'Irak sınırındaki olay' diye veriyorsun. Büyük vebali var Türk medyasının. Anlatmıyor, anlamaya da uğraşmıyor. Kaçakçı, kaçakçı ama kaçakçı da oranın gerçeği. Orada şeker fabrikası var da yine kaçakçılık mı yapıyor?

ANTAKYA'DAN IĞDIR'A TÜM SINIRDA BİR YAŞAM BİÇİMİ
Coşkun Aral (Gazeteci)

Benim, kaçakçılık mefhumuyla tanışmam çocuk yaşlarımda oldu. Çünkü Siirtliyim, bazı illerin konumları değişikti 60 ve 70'lerde. Siirt'te kaçakçılık yapılırdı. İstanbul'a giderken Siirt'ten Diyarbakır çıkışına kadar aramalardan geçilirdi. Hep eşya ararlardı. Yani kaçakçılığa yabancı değiliz. Ayrıca evde kullanılan eşyaların bir kısmı kaçakçılık yapılan ülkelerden, Suriye'den, İran'dan gelirdi. Kaçakçılık bizim günlük yaşantımızda hep var. Çocukluğumdan itibaren sınır bölgelerine gittiğimde en dikkatimi çeken şey, tek bacaklı, tek kollu insanlardı. Bunlar da mayın tarlalarının mağdurlarıydı. Getirilen dönem dönem malzemeler değişirdi ama değişmeyen tek şey, sigara ve çaydır. Bunlar temel maddeler. Akaryakıt olayı, araç sayısına ve kullanımına endeksli olarak artmaya başladı. Antakya sınır bölgesinden Iğdır'a kadar uzanan neredeyse bir yaşam biçimi kaçakçılık. Çocukken hep merak ederdim: Bunlar nasıl geçiyorlar? Rivayetler vardı, 'Önce eşekler gönderilir, arkasından insanlar geçer' diye. 90'lı yıllarda Kuzey Irak'ta Saddam Hüseyin'in o bölgedeki insanlara yönelik kimyasal silah tehditleriyle yaşanan sınır geçişlerinde ben de kaçak yoluyla geçtim. Rehberlik yapanlar kaçakçılardı. Bizim silahlı kuvvetlerimizin mensuplarının kontrolü altındaki bölgelerden geçiş yolları belliydi. Askerle de karşı karşıya geliyorlardı. Hatta askerler onların bölgelerini çok iyi biliyordu ve katalizör gibi o bölgeden geçtikten sonra terör örgütüyle karşılaşmaya başlamıştık. Yani herkes kendi katmanını, geçiş bölgesini bilir. O yüzden münferit olaylar dışında, o yollar adeta doğal yollar gibi karşılanır. Tabii ki taşınacak malzemelere göre değişiyor. Yani katır taşıma aracı olarak kullanıldığında farklı oluyor, insan sırtında geçişlerde farklı oluyor.
1990'lı yıllarda kocaman televizyonu sırtında taşıyan kaçakçılarla da karşılaştık. Kaçak mal olayında masumiyet meselesi tartışılır. Sonuçta o bölge insanına başka iş alternatifleri verilse niye hayatını tehlikeye atacak böyle bir şey yapsın? Yıllardan beri bildiğim büyük sorunlarımızdan biri Güneydoğu ve Doğu bölgelerindeki istihdam sıkıntısı. Bakıldığı zaman çok iş var. Hayvancılık ve tarımda çok ciddi alanlar boş, bakir duruyor. Ama bir dönem eşkıya, bir dönem kaçakçılık, bir dönem de terör yüzünden hep erteliyoruz bu konuları.
Bir dönem mayından temizlenmiş arazilerin organik tarıma açılması için tekrar sınır bölgelerine gittim, çay kaçakçılarıyla karşılaştım. Piyasaya kaçak çay, bu yollarla giriyor.
Bu bölgelerde lokal birtakım kahvelere gidildiği veya sizin gazeteci kimliğiniz birtakım insanlar tarafından onaylandığı zaman, bu insanlara ulaşmanız mümkün. Ardından sizi günün veya gecenin belli bir saatinde bir yerde bekliyorlar, ondan sonra onlarla uzun bir yürüyüş başlıyor. Sınır bölgelerinde olay, sadece askeri operasyonlar değil. 90'lı yıllarda yaşadığım bir tecrübeyse şöyle oldu. Mart ayıydı, kış şartları hüküm sürüyordu, kar vardı. Kuzey Irak'tan Türkiye'ye gelecek grupları karşılamak üzere gittiğimizde trajikomik bir olay, yani sırtında televizyonlarla Türkiye'den ekmek götürenleri görmüştük. Bize eşlik edenler onlardı. Bölge insanımızın bütün karakterleri onlar için de geçerli; insancıl, art niyeti olmayan, her şeyini paylaşmaya hazır olan bir toplumuz sonuçta. Uludere'de böyle bir olayda, böyle bir şeyin başlarına gelmesi hakikaten korkunç.

Başka iş olsa neden hayatını tehlikeye atsın?
SIRTINDA TELEVİZYON VE EKMEK GÖTÜRENLERİ BİLE GÖRDÜM. İSTİHDAM SIKINTISI ÇÖZÜLMELİ AMA BİZ HEP ERTELİYORUZ.

HAYATTA BÖYLE BİR ŞEY, BİR KEZ YAŞANIR
Nevin Sungur (Serbest Gazeteci)

ABD'nin Irak'ı işgali sırasında bütün televizyon kanallarında olduğu gibi NTV de adam göndermek istiyor bölgeye. 2003'te hatta 2002'nin sonlarında başladı bu telaş. Bizim Bağdat'ta adamımız vardı. Yunus (Şen) oradaydı. O dönemde Amerikalıların İskenderun'dan gelip Kuzey'den Kürt bölgesine girmeleri söz konusuydu. Bütün kanallar yarış halindeydik. Hatta kendi içimizde bile bir yarış vardı. Türkiye sınırlarını kapatmış, gazetecilerin geçişine izin vermiyordu. Tek yol İran'dan gitmekti. Önce resmi yolları denedik. Olmayınca Almanya üzerinden KDP'yle bağlantı kurdum. İran'daki Kürtlerle ve Türkmenlerle yazıştım. Bu durum yaklaşık bir ay sürdü. Kanal yönetiminden izin alıp, Tahran'daki KDP'nin adamıyla bağlantı kurdum. İlk zamanlar pek yardıma yanaşmasalar da sürekli taciz edince geçiş için yardım edeceklerini söylediler. Yol hazırlığına başladık. Kameraman Cumhur Ayar'la birlikte İran'a uçtuk. Önce Tahran'a oradan uçakla Urumiye'ye sonra da otomobille Nagadeh'e KDP'nin bürosuna gittik. Orada, Muhammed diye bir çocukla tanıştık. Muhammed Kürt. Daha önce Diyarbakır'da kalmış, çat pat Türkçe biliyor. Bizi aldı ve Irak sınırına, Piranşehir diye bir şehre getirdi. Yaklaşık 45 kilometrelik bir mesafeydi. Orada bizi abisinin kayınvalidesiyle kayınpederinin evine götürdü. Dikkat çekmememiz için çabalıyordu. Hemen yola çıkmak istiyoruz ama hava koşulları el vermiyor. Sınırı geçmek için çeşitli alternatiflerimiz var. Ya atlarla gideceğiz ki o zaman mayınlı bölgeden geçmemiz gerek ya da yürüyerek gideceğiz. Her şey tamamen hava durumuna bağlı. Muhammed'in ailesi kaçakçı. Herkes gibi onlar da Piranşehir'de bu işi yapıyorlar. Neyse o gece, iki-üç gibi harekete geçmek üzere hazırlığımızı yaptık. Bize iki taşıyıcı tahsis etti Muhammed. Bütün eşyalarımızı bu çocukların taşıyacağını söylediler. Üzerimizde kimlik bile bırakmadık. Yakalanırsak, Muhammed bizi Erbil'deki Türkmenler olarak tanıtacağını söyledi. Bizim Türk ve gazeteci olduğunuzu anlarlarsa hapse atacaklarını da hatırlattı.
Yani İran ordusu da kaçakçılara göz yumuyor ama bizi casus olarak görme ihtimalleri yüksek.
Muhammed çok yakalanıp serbest kalmış. O geceyi hayatta unutamam. Kapının önüne bir araç geldi. Zifiri karanlık, ışık yok etrafta. Dışarıda arkası brandayla kaplı bir kamyonet gibi bir şey var. Arkayı açtılar, içeriden sesler geliyor ama hiçbir şey görmüyoruz. Belli ki diğer kaçakçılar da orada oturuyorlar. Beni arkaya attılar, Cumhur'u öne oturttular. Kamyonetin kasası insanla doldu bir zaman sonra. Servis gibi alıp, son noktaya kadar bırakıyor, sonra dönüyor. Araç son kaçağı da alınca köyden tepeye doğru yol almaya başladı. Tepede herkes indi. Yaklaşık on beş kişi vardık aracın içinde. Herkes sırtında çantalarla tek sıra halinde yola koyuldu. Bizim ekip toplandı Cumhur, iki tane taşıyıcımız, Muhammed ve ben başladık yürümeye.
Yaklaşık 15-20 dakika yürüdük. Bir süre sonra karşıdan gelen başka gruplarla karşılaşmaya başladık. Bayağı bir trafik vardı. Sırtlarında ağır yükleri, iki büklüm, eşyalarla bu tarafa geliyorlar. Arada tanıdıklarıyla selamlaşmalar, kısa konuşmalar oldu. Köylüler alışkın pire gibi aşıyorlar tepeleri. Biz de iki büklüm giderken bir süre sonra karşıdan gelenler, 'Acem, Acem' diye bağırmaya başladılar.
ATEŞ AÇMASINLAR DİYE DİZ ÇÖKTÜM
Muhammed, İran askerlerinin geldiğini, dağılmamız gerektiğini söyledi. İçimden yakalanacağımızı ve yolculuğun buraya kadar olduğunu düşündüm. Fakat çok enteresan öyle bir noktada kaldık ki askerlerin geldiği anda o alanda yaklaşık elli kaçakçı vardı. Dört-beş tane de asker... Şansımıza ay da batmıştı hava daha da kararmıştı. Durum böyle olunca az sayıdaki askerin kalabalığa hakim olması mümkün olmadı. Asker gelince durdu herkes. O sırada bir grup kaçmaya başladı. Kaçan grubu gören diğer kaçakçılar da kaçınca asker havaya ateş açtı. Önümüzü kesti. Kadın olduğum anlaşılmasın diye kalın giyinmiştim. Diz çöktüm ateş açmasınlar diye, o sırada arkamdan geçen askerin biri sırtıma yumruk indirdi. Ama gıkımı çıkaramıyorum. Sesimi çıkarsam kadın olduğum anlaşılacak, kadın olduğum anlaşılırsa da bir sürü saçmalıklar yaşanacak. Neyse o arbedede baktım herkes kaçışıyor, ben de birilerinin peşine takılıp yola devam ettim. Ama Cumhur'u, Muhammed'i ve taşıyıcı çocukları kaybettim. En sonunda Irak'a geldiğimizi söylediklerinde rahat bir nefes aldım. Sınırı geçtikten sonra takip ettiğim kaçakçıları bırakıp, bizimkileri beklemeye başladım. Sınırın Irak tarafında Hacı Ümran diye bir köydeyim. Biraz sonra baktım Cumhur geliyor karşıdan. Birbirimize sarılmamızı görmeliydiniz. Asker  kaçakçıları biliyor, durduruyorlar ama onların da derdi rüşvet almak. İsteseler bütün Cumhuriyet Muhafızlarını yığarlardı oraya ama, istemiyorlar.  Uludere'yi ilk duyduğumda hissettiğim acıyla birlikte kaçakçıların o gece yollardaki manzarası geldi aklıma, çok üzüldüm. Herkesin bildiği bir gerçeği yeniden keşfetmiş gibi davranıyorlar insanlar. Ayrıca bazıları, 'O yollar teröristlerin güzergahı' diyorlar ama o yolu keşfedenler sadece onlar değil eminim on yıl önce de o yollar kullanılıyordu. Kolay coğrafyalar değil bunlar, o coğrafyanın yönlendirdiği ölçüde gidiyorsun. Hepsi bu yolları kullanıyorlar. E-5 gibi olmuş...
Bir kere yaşarım böyle bir şeyi. O yoldan geri dönmeyi göze alabilir miydim bilmiyorum. Onlar için çok normaldi ama hayat koşulları çok zor.

DİNÇ ÇOBAN