26 Ocak Cumartesi günü Hamburg, Artı TV ve ekibini ağırladı.

“Artı Buluşmaları” adı altında gerçekleştirilecek toplantılar serisinin ilk ayağı olarak Avrupa Postası’nın düzenlediği panelde, izleyicinin yoğun ilgisi dikkat çekti.

“Türkiye’de Basın Özgürlüğü ve İnsan Hakları” konulu panelin başlamasından önce Avrupa Postası’ndan Adil Yiğit ve Artı Media Koordinatörü Erdal Boyoğlu,

Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu koşullarda özgür basın mücadelesini desteklemenin önemini vurgulayan konuşmalar yaptılar.  

Süheyla Kaplan’ın moderatörlüğünde başlayan panelde ilk olarak Artı TV Yayın Yönetmeni Celal Başlangıç, Türkiye’de basının ve medyanın nereden nereye geldiğini özetledi ve bugünkü durumu açıklayabilmek için çarpıcı bir örnek verdi: Birkaç gün önce Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ndeki Duhok’ta, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sivilleri öldürmesi üzerine halk TSK karargâhını basmış, Irak Türkiye’ye protesto notası vermişti. Ancak bu olay Türkiye basınında haber olmadığı gibi, Cumhurbaşkanı Erdoğan da, sivillerin öldürülmesi olayına bir konuşmasında “terörü ininde vurduk” sözleriyle değinmekteydi.

Celal Başlangıç, bundan 32 yıl önce Mehmet Ali Birand’ın, TSK harekâtlarından söz ederken, başka ülkelerin toprağında askeri eylemlere girişmenin tehlikelerine dikkat çektiğini, bunun ülkeye felaket getireceğini yazdığını, “ayrımcı [ayrılıkçı] Kürt gerillaları” diye bir dil kullanabildiğini hatırlatarak haber üslubundaki çarpıcı değişime dikkat çekti.

Daha sonra, Artı TV programcılarından Erdoğan Aydın, Türkiye’de basın ve ifade özgürlüğünün içler acısı durumunu özetleyerek halen 147 gazetecinin içeride olduğunu, iktidarın ya korkutup sindirerek, gazetecileri içeri atarak, tehdit ederek ya da medya kuruluşlarının satın alınması yoluyla medyanın %95’ini ele geçirdiğini vurguladı.

En son Cumhuriyet gazetesinin de el değiştirmesiyle neredeyse bütün basının iktidarın sözcüsü olma durumuna doğru gittiğine dikkat çekti. Türkiye’nin basın özgürlüğü açısından her zaman sorunlu bir tarihi olduğunu ifade eden Aydın, buna rağmen, 12 Eylül cunta dönemi dahil hiçbir zaman basının durumunun bu kadar rezalet boyutlarına varmadığını hatırlattı.

Artı TV’de programcı olarak çalışan tarihçi Ayşe Hür de aynı görüşü tekrarladı:

Türkiye’de basın üzerinde her dönemde baskı ve sansür olmuştu. Sırf Cumhuriyet dönemine bakacak olduğumuzda bile daha 1925’te çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu’yla hükümete tanınan olağanüstü yetkiler arasında elbette basının susturulması da vardı. Ayşe Hür, Cevat Şakir Kabaağaçlı ve Zekeriya Sertel’in başına gelenleri örnek olarak gösterdi, hatta o dönemde de adalet mekanizmasının emirle çalıştığını, Sertel’in davasında Ankara’dan talimat gelene kadar hâkimin ne karar vereceğini bilemediğini anlattı.

Savaş yıllarında öyle yoğun bir sansür uygulandı ki gazetelerin tam boş sayfa veya bazı haberlerin büyük bölümü karalanmış olarak çıktığı görülüyordu. Sindirme, hapse atma, sansür gibi bu olağan yöntemlere bir de bugün hâlâ geçerli olan reklam baskısı ve kâğıt tahsisatını kısıtlama eklenmişti. Ayşe Hür, 61 Anayasası’nın basında tartışılamadığını, sözgelimi Türkiye’de grev hakkının ve toplu sözleşmenin fiilen uygulamaya geçmesini sağlayan Kavel Direnişi’nin gazetelerde anlatılamadığını hatırlattı. 12 Eylül dönemi ise zaten yüzlerce gazetecinin hapse atılması, gazete ve dergilerin kapatılması, çok yoğun bir sansür eşliğinde yaşanmıştı.

Böyle bir tarihten gelen Türkiye haberciliğinin günümüzde belki de en sıkıntılı dönemini yaşamakta olduğu teması, konuşmalarda sık sık öne çıktı. Celal Başlangıç, bir noktanın da gözden kaçırılmaması gerektiğini vurguladı: Medyanın %95’inin hükümetin eline geçmiş olması, muhalif medyanın %5 olduğu anlamına gelmiyor, çünkü kalan %5’in içinde Sözcü başta olmak üzere Kürt meselesine bakışıyla hükümetten bir farkı olmayan, hatta konu bu olunca hükümete açık destek veren unsurlar da var. Bu koşullarda, gerçekten çok büyük özveriyle mücadele veren Artı Gerçek gibi bir medya kuruluşunun desteklenmesinin ne kadar önemli olduğu panel boyunca sık sık dile getirildi.

 

Nitekim, panelden sonra izleyicilerle interaktif bölüm, beklendiği gibi bir soru-yanıt şeklinde geçmek yerine, Artı  TV'yi yaşatmak için neler yapılabileceğine dair bir tür “beyin fırtınası”na dönüştü. Tiyatro oyuncusu bir izleyici, dayanışma geceleri yapmayı önererek, kendilerinin de Artı TV'nin yararına oyun sahneleyebileceğini belirtti.

Üniversitelerde öğrencilerle tartışma programları yapma, demokrat-sol iş dünyasından maddi destek toplama, dijital medyayı daha etkili kullanmak üzere bir “app” hazırlama gibi çok çeşitli başka öneriler de getirildi.

Ancak okur ve izleyici katkılarının bu aşamadaki payı gerçekten çok önemli. Örneğin Birleşik Krallık’ta Guardian gazetesi, tamamen okurlarının yaptığı bağışlarla hayata tutunabildi ve yakın bir zamanda 1 milyonuncu bağışçısının katkısını aldı – üstelik Guardian’a yapılan bağışların yüzde 30’u düzenli olarak tekrarlanıyor. Panelistlerin de vurguladığı gibi maddi destek çok önemli, ama Artı Gerçek’in ihtiyacı olan desteğin tamamı bu değil. Erdoğan Aydın’ın ifadesiyle “pozitif katkılar” da çok önemli; okurların görüşleri, eleştirileri, haber ve sözlü tarih biçimindeki katkıları, eşe dosta sözlü tanıtım... bunların hepsinin yeri büyük. Ayşe Hür’ün de dediği gibi artık yerel bölge ayrımı pek yok, bir yerde yangın varsa her yer etkilenir, bir yerde basın özgürlüğü saldırı altındaysa, başka yerlerde özgür kalmak kolay değildir.

Sonuçta Artı TV yaşayacaksa, okurlarının, izleyicilerinin katkılarıyla yaşayacaktır ve Türkiye, bütün kaynaklarının yağmalandığı, barış umudunun boğulduğu, en ufak muhalif sesin vahşice susturulduğu bu korku dönemini aşacaksa, Artı Gerçek gibi gerçeği halka duyurmak için özveriyle mücadele eden habercilerin bunda büyük payı olacaktır.