2007 yılında 11 yıl çalıştığım avukatlık bürosundan ayrılıp daha kurumsal görünen daha büyük bir firmada daha az bir maaşla işe başlamıştım. Bu firmada iki yıl çalıştığımda ofiste çalışan en eski 3-4 elemandan biri olmuştum. İş yeri çok huzursuzdu. İşe başlayanlar kısa sürede ayrılıyordu. Ben daha önceki çalıştığım avukatlık bürosundan ayrıldığımda iyi bir maaş alıyordum. Bir sebepten iki yıldan sonra buradan da ayrılmak zorunda kaldım… Birkaç gün aileme işten ayrıldığımı söyleyemedim. Tecrübelerime göre kısa sürede bir iş bulabilirdim ancak 11 yıl çalıştığım avukatlık bürosunda iken buradan ayrılırsam artık doğru dürüst bir iş bulamam diye düşünüyordum. Bir süre sonra daha da düşük maaşla bir başka avukatlık bürosunda iş buldum. Birikmiş işler, ofisteki düzensizlik sebebiyle çok iş birikmişti. Büronun ciddi bir şekilde toparlanması gerekiyordu. Ancak o kadar huzurlu bir çalışma ortamıydı ki az maaşa çok çalışmama karşın keyfim yerindeydi. Birlikte çalıştığım avukat Ali Hikmet Akıllı çok iyi biriydi, keyifli bir insandı. Siyasetle ilgileniyor, kitap okuyor, müzik dinliyor, sergilere gidiyor, resme ve geziye meraklı bir insandı. Ofisin dağınıklığı da biraz bu sebeptendi. Çok güzel iki yıl geçirdim, çalışırken keyfim hep yerindeydi. İşe giriş çıkış saatlerine patron karışmıyordu ama ben de ihmal etmiyordum. Asistan arkadaşım Cevahir Çınar kısa zamanda uyumlu bir ekip olmuştuk. Kısa zamanda ofisteki işleri toparladım. Dosyaları, vekâletleri düzene soktum. Birçok dosyada tahsilat yaparak iş yükünü azalttım. İşte 2008 de yazmaya başladığım Pir Sultan Abdal Sözlüğü’nü de burada çalışırken bitirdim. İlk baskısı ben bu büroda çalışırken yapıldı. Cumartesileri çalışmadığım için imza günlerine, toplantılara, söyleşilere rahatlıkla katıldım. Kitabımı ilk alanlardan biri patronumdu. Onun desteğini hiç unutamam, birçok kitap almıştır bana. Maalesef iki yıl sonra bu güzel yerden ayrılmak zorunda kaldım. Patrona kendim giderek “Benim işime son verin!” demek zorunda kaldım. 


Artık çalışıp çalışmama konusunda kararsızdım. Ancak hayat şartları hepimizin bildiği gibiydi. Bu arada imza günleri vs oluyordu, işsizdim ama yine de keyfim yerindeydi. 26 günlüğüne Almanya’ya gittim. Bu ikinci gidişimdi. Döndükten epey sonra bu defa babam bana bir iş buldu. Yine bir avukatlık bürosuydu. Ama ilk defa bir ceza avukatı ile çalışacaktım. İş saatlerim, maaşım günün koşullarında iyiydi. Patronum benden iki yaş küçük bir ceza avukatıydı. Başka bir şehirden Ankara’ya gelmiş, home ofis çalışıyordu. Konuşurken en hassas olduğum konuyu söyledim: Çocuk tecavüzleri… Bu türden bir dosya almayalım da… diye açıkça söyledim. İşe başlayalı iki ay olmuştu. Adli tatil dönemiydi. Bana verdiği işleri eksiksiz yapsam da bir eksiklik vardı. Huzursuzdum... Patron şehir dışına gitmişti. Bir süre gelmeyecekti. Ancak aradığımda telefonlara bakmıyor, sonrasında ise dönüş yapmıyordu. Bu arada ben ofisteki az sayıda dosyayı incelerken bir çocuk tecavüzü dosyasını aldığını gördüm. 14 yaşında bir çocuğa 17 kişinin tecavüz ettiği bir dosyaydı. Zor bela okudum: İfadeleri, suçlamayı, yaşananları vs vs. Çok kötüydüm. Babama artık orada çalışamayacağımı söylemiştim. İki gün sonra patron geldi. Direk odasına gidip ayrılacağımı söyledim. Anahtarlarını verdim ve çıktım. Moralim çok bozuktu: Hem küçük kızın böyle bir şey yaşamış olmasından hem işsiz kalmaktan…


Bu arada Ali Haydar Avcı ile yayınevi kursak nasıl olur diye konuşuyorduk. Kendisi yurtdışında yaşadığından fiili olarak böyle bir şeyin içinde bulunması mümkün değildi ancak kitaplarını yayınevine vererek olabilirdi. Ben bu işe tamamen yabancı olduğumdan iş ile ilgili hiçbir şey bilmediğimden yazar arkadaşlarıyla beni tanıştırıp yayınevini tavsiye edebilirdi. Ancak benim bu konuda hiçbir şey bilmediğimden erken olur, belki sıkıntılı şeyler olabilir demişti. Bu işi de bir kenara koymuştum. Eski işlerimden ayrılırken aldığım tazminatlar vardı. Arabamı satmıştım. Biraz param vardı Sincan’dan küçük bir ev alabilirdim. Kendime üç bin lira ayırdım. Gerisini ev almak için bankaya yatırmıştım. Böylece kira ile bir süre idare eder, yine bir iş bakardım. Ancak çalışmaktan soğumuştum. 


Bu arada halamların bir adağı varmış. Babama söylemişler. Babam, “Biz Çankırı-Şabanözü’ndeki Yahya Dede Türbesi’ne gideceğiz, sen de gel.” demişti. Ben moralsizdim, gitmek istemiyordum. Babam kalabalığın içinde biraz açılacağımı düşünerek onlarla gitmem için ısrar ediyordu. Ben kabul etmeyince “Bak sen kitabını yazarken Abdal Musa Dergâhına gittin, sabah bizimle türbeye gel, hem araştırmaların için bir gözlem olur vs” diyordu. Ben yine de gitmeyecektim. Yahya Dede benim ilk gençlik dönemlerinde yaşıyordu. Yahya Dede, çocuk felci geçirmiş gibi bir durumda engelliydi. Çok zor yürüyordu. Konuşması nasıldı hatırlamıyorum. Ancak bildiğime göre bu durumu doğuştanmış. Tanıdığım bildiğim insanların çoğu onun keramet sahibi olduğuna inanmışlardı. Bazıları buna tanık olduklarını söylüyorlardı. Bazıları ise onun çok zor yürümesine karşın hareket halindeki bir otobüste hiçbir yere tutunmadan ayakta yolculuk ettiğini ifade ediyorlardı. Çok ilginç şeyler de anlatılıyor elbette. 


Ben türbeye gitmeyeceğime kesin karar vererek yattım. Gece müthiş bir rüya gördüm: Fötrlü, bastonlu, üzerine giydiği elbise beyaz mı desem, tarif edemediğim göz alıcı bir renk mi desem, genç görünümlü ancak yaşlı bir adam kollarını açarak beni kolunun birinin altına alarak sarıldı. Öteki kolunun altında başka bir erkek vardı, kimdi bilmiyorum ama ikimize de sarılarak “Kızım o işi yap başaracaksın.” dedi. Çok sarsıldım, çok garip duygular içindeydim. Rüyanın etkisinden kurtulamıyordum. Ki ben rüyalarıma çok inanırım. Hemen kalkıp bir duş aldım. Bu arada babamlar da kalkmışlardı, onlarla yola düştüm. 


Türbeye geldiğimizde ellerinde son model olanların telefonu bile çekmiyordu. Benim 6700 bir Nokia telefonum vardı. Birkaç kere tamir görmüştü. Ancak randımanı pek iyi değildi. İşte benim bu kırık dökük telefonum çekiyordu. Aynı hattı kullandığım akrabalarımın da telefonu çekmiyordu. Ben bunun bir işaret olduğunu düşündüm. Pazar günü olmasına karşın bir kitabevinde çalışan arkadaşımla bir muhasebeci arkadaşımı oradan arayıp konuştum. Yayınevi kurmaya karar verdim. Pazartesi günü hemen işlemlere başladık. Zaten önceden yayınevi kuralım mı diye düşünürken epey isim aramıştık.

“La Kitap Yayınları”

La: Leyla Akgül’ün baş harfleri

Lantan elementinin simgesi

La notası

Arapça’da “yok”luk “hiç”lik
 

Dört anlamını biliyordum. Dört başı mamur bir yayınevi olsun istiyordum. Ancak daha sonra insanlar yayınevini öğrendikçe birçok anlamı olduğu ortaya çıktı. Logosunu Murat Aydın Doma hocam yaptı. Çok beğendim.
 

Gerçekten de pazartesi günü elimdeki üç bin liranın; bin lirasını kredi kartıma ödedim, bin lirası ile kuruluş işlemlerini yaptırdık. Evi adres gösterdik, vergiye kayıt oldum. 16 Eylül 2013 tarihinde LA KİTAP YAYINLARI kurulmuş oldu. Bazı arkadaşlarımla konuştum. Bir arkadaşımın öykü kitabını yayınlayacaktım. Son anda bir anlaşmazlık oldu, vazgeçildi. Elimde basacak kitap yoktu. Bu sırada Ali Haydar Avcı, İlhami Yazgan’a bahsetmiş. İlhami Yazgan, çevirisini yaptığı “19. Yüzyılda Alman Şarkiyatçıların Bektaşilik Serüveni” isimli kitabı yayınlamamız için “La Kitap Yayınları”na verdi. Sayfa düzenlemesini, kapağını yaptırıp matbaaya verdik. Bandrollerini alıp matbaaya teslim ettik. Bu arada bilmediğim birçok şeyi bu ilk kitapla öğrendim. Bir hafta sonra matbaadan telefon ettiler saat 12’de gelin kitaplarınızı alın diye. Ettiler ama ben kara kara düşünmeye başladım. Cebimde bin lira var. Matbaaya ödenmesi gereken ücret 1180.TL Ayrıca ilk defa iş yaptığımız için parayı peşin istiyorlar. Bir de nakliye ücreti var ki o da ayrı bir sıkıntı. Babamdan da isteyemedim, emekli maaşının durumu hâlâ ortada. Yine de o saatte matbaaya gittim. Gittim ama kitaplar hazır değil. Sorumlu kişi “Kusura bakmayın bir yanlışlık olmuş akşam beşte verebiliriz.” dedi. Aklıma hemen bir cinlik geldi. “Nakliye tutmuştum kitaplar Sincan’a gidecek onu ne yapacağız.” dedim. Sorumlu kişi “Nakliye ücretini bizden kes.” dedi. Ben oradan ayrılıp bir arkadaşımın ofisine gittim. Beşte tekrar matbaaya gittim ama kitaplar hâlâ hazır değil. O sırada arkadaşım Haydar Caferoğlu aradı sana bir yemek ısmarlayayım diye. Bulunduğum yerin karşısındaki alışveriş merkezinde buluştuk. “Sen bana yemek ısmarlama araban müsaitse kitapları eve götürelim.” dedim. Sağ olsun “Yemek de yeriz, kitapları da götürürüz.” dedi. Yemek yedikten sonra saat yedide kitapları alıp eve götürdük. 1100 kitap. Arabanın bagajı, koltukları hatta kucağım bile kitap doluydu. Arabayı evin önünde boşalttıktan sonra yeğenlerin Yusuf ve Beril ile taşıdık üçüncü kata. Ben 75 lik paketler halindeki kitaplardan iki paket taşırken onlar küçük olduğu için tek paket taşımalarına izin veriyordum. Saat 9’a kadar taşımayı bitirdik. 
Ertesi gün dağıtım firmasını aradım tekrar. Basılmadan alırız dağıtırız hocam derken kitap basılınca alamayız dediler. Ortada kalmıştım kime satacaktım şimdi kitapları. Bazı arkadaşlara elden, bazılarına da posta yoluyla göndermiştim. Onlar da ücretini hesabıma yatırıyor ya da elden bana veriyorlardı. Ancak dağıtıma kitap veremiyordum.


İstanbul Kitap Fuarı’na birkaç gün vardı. Güzel insan Ragıp Zarakolu, İlhami’ye “Gelin bizim stantda kitapları imzalayın.” demiş. Ne müthiş bir haberdi. Kendi kitabımı basan yayınevini arayıp İstanbul’da bir arkadaşımın adresine 50 kitap göndermesini rica ettim. Fuardan iki gün önce 200 kitabı iki valize yerleştirip, elbiselerimin olduğu spor çanta ve kol çantamı da alıp İstanbul’a gittim. Bir buçuk metre boyla bu kadar şey taşıdığımı görenler hemen yardım ediyorlardı. 


İstanbul’da eski iş yerinden bir arkadaşım arabasıyla gelip beni aldı ve dağıtım firmasına gittik. Sorumlu müdür Vezir Bülent Sarıyer yoktu. Ben masasına 100 adet kitap bırakarak muhasebeye gittim. “Vezir bey diyor ki, ‘Tanesi 10 liradan 100 adet kitap için fatura kesilecek’ dedim.” Muhasebedeki arkadaş “Hocam yazın verin” dedi. “Ellerim çok kirli kitap taşıdık siz yazar mısınız?” dedim. Hâlbuki fatura yazmayı, daha doğrusu hesaplarını yapmayı bilmiyorum. Arkadaş yazdı verdi. Ben hızlıca oradan ayrıldım. Arkadaşım beni başka bir arkadaşımın iş yerine bıraktı. Onunla birlikte 2 valiz, bir spor çanta ile Tüyap Fuar alanına gidip kitapları Belge Yayıncılığın standına bıraktık. 
Ertesi gün fuar açılışı gerçekleşti. Öğlen İlhami Almanya’dan geldi. Cumartesi Pazar fuar alanında Belge Yayınları standı kalabalık olduğundan daha çok koridorda bekleyerek kitaplarımızı imzaladık. İki günde epey bir satış gerçekleştirdik. İdefix temsilcisi ile yine fuarda görüşüp yayınevinin yayın politikasından, basacağı kitaplardan konuştuk. Yayınevimizin kitaplarından temin edileceği sözünü aldık. Kalan kitapları İlhami Yazgan, Almanya’ya götürdü. Ben, Ankara’ya döndüm. 
Döner dönmez de dağıtım firmasından Vezir abi arayıp 50 tane daha sipariş verdi. Bu sipariş benim için yayınevinin ileriye doğru kesin olarak yürüyeceğinin işareti oldu. İlhami Yazgan’ın Almancadan çevirdiği 19. Yüzyılda Alman Şarkiyatçıların Bektaşilik Serüveni bana/bize/La Kitap Yayınları’na uğur getirdi. 


Aralık ayında Milli Piyango satışında babama yardım ederken Sıhhiye’de hukuk kitapları satan bir kitabevinin önünden geçerken babama “Baba burada bunun dörtte biri kadar bir yerimiz olsa daha iyi olurdu.” dedim. Babam da “Daha çok yeni, o da olur.” dedi. Birkaç gün sonra facebookta “Ankara’da kitap fuarı” diye bir ilan gördüm. Hemen aradım. Görüşmeye gittim. 2014 yılının Ocak ayında tek kitapla fuara katıldık. Çok küçük bir standımız vardı ancak çok güzel bir fuar geçirdik. 
Artık 2. kitabı basacaktık. Bütün sermaye Ankara Kitap Fuarı’nda kazanılan 1500 TL idi. Ben düşünürken babam “Ben sana para veririm düşünme.” dedi. Ben ev almak için ayırdığım paraya dokunmak istemiyordum. Olur ya bu işi başaramazsam o benim garantim olsun istiyordum. O sırada İlhami Yazgan, Almanya’ya götürdüğü kitapları imza gününde tükettiği için ücretini bana gönderdi. Oysa o kitapları bir nebze telif ücretini karşılasın diye vermiştim. Bu parayla birlikte babamdan para almadan 2. kitabımız “Şah Kalender İsyanı”nı yayınladık. Bu kitap beklenen bir kitaptı. Pir Sultan Abdal Kültür Derneği’nin Başkanlar Kurulu toplantısı vardı. O dönem Başkan Kemal Bülbül beni bu toplantıya davet etti. Burada da Türkiye’nin değişik yerlerinden gelen Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Şube başkanlarının hemen hepsi kitap aldılar. 


Bu arada lisede okuduğum Memet Türkkan’ın Güneş’in Katli isimli romanını yayınlamak istiyordum. Memet Türkkan’a ulaşmak için birçok yeri, birçok kişiyi aradım. En sonunda İsmail Çolak, bana bir numarasını buldu. Memet Türkkan hocamla konuştuktan sonra bir akşam kendisi aniden Ankara’ya geldi ve sözleşme imzaladık. Bu benim için çok heyecan vericiydi. En kısa sürede Güneş’in Katli’ni yayınlayacaktım. Bu arada Facebookta, liseden bir arkadaşımla karşılaştık. Konuşurken ne iş yaptığımı vs sordu. Bu kuruluş hikayesini anlatınca bir kitabına sponsor olayım dedi. 3. kitabımız da böylece yayınlanmış oldu. 4. Kitabımız Faruk Demirel’in “Tanktan Tomaya Direniş”, 5. kitabımız Ali Haydar Avcı’nın “Konargöçer Toplumlar ve Osmanlının Kuruluşu – Osmanlının Gayriresmi Tarihi” oldu. Kitapların sayfa düzenini ben yapıyorum. Kapağı grafikere ben tarif ediyorum. Kağıt ve bandrol almaya ben gidiyorum. Matbaaya kitapları almaya ben gidiyorum. Babam ve abilerim zaman zaman arkadaşlarım da bu anlamda çok yardımcı oluyorlar. 


Bu sıra Tüyap’ın İzmir’de Kitap Fuarı yapılacaktı. Deniz Kavukçuoğlu hocama bir mail yazdım. Bana bu konuda görüşebileceğim bir isim verdi. Ancak bu görüşme sonrası fuara katılamadım. Çok üzülmüştüm. Yine yayınlayabileceğim kitapları seçmeye çalışırken çeşitli yerlerden imza gününe davet ediliyordum. Ancak gittiğim yerlere yayınevinin diğer kitaplarını da götürüyordum. Didim Yazarlar Festivali ve Silivri’de yapılan imza günüm bunlardan sadece ikisi. 


İstanbul Kitap Fuarı yaklaşıyordu. Biraz utanarak Deniz Kavukçuoğlu hocama bir kez daha mesaj yazdım. Deniz hocam “……. ara.” diye bir numara verdi. Ben, hocama sanki abimle, babamla, aileden biriyle konuşuyormuş gibi “Ama onu arayınca iş olmuyor.” demişim. Bunu gerçekten farkında olmadan samimiyetle söyledim. Sanırım bu samimiyetimi hocam da anladı “Ara sen.” demekten başka bir şey söylemedi. Hocamın söylediği kişiyi aradığımda “Leyla Hanım, yeriniz hazır.” diye cevap verdi telefona. Çok sevinmiştim. 2014 Tüyap İstanbul Kitap Fuarı’na La Kitap Yayınları olarak katıldık. Benim için çok güzel, çok sevindiriciydi. 6-7 kitapla başka bir şehirde fuara katılınca masrafların karşılanması mümkün değil o sırada yardıma Gülşen Aksoy yetişti. Tüyap'a yürüme mesafesindeki evinin kapılarını açtı sonuna kadar. 


İşte La Kitap Yayınları böyle kurulmuş oldu. Her aşamada Ali Haydar Avcı ile görüş alışverişinde bulunuyoruz. Sık sık İlhami Yazgan ile yayınlar, yazarlar, kitaplar üzerine konuşuyoruz. Yayınevi her geçen gün biraz daha büyüyor. Küçük ama sağlam adımlarla yürümek istiyorum. Bu sırada anne ve babamdan başka adını anmadan geçemeyeceğim birçok arkadaşım var. Annem sıkıştığım dönemlerde bütün yastık altı birikimini bana vermiştir. Bununla ilgili ileride bir yazı yazacağım. Özellikle Ercan Akgül, Hüseyin Akgül ve Nevriye Kurt... Paha biçilemez destekleriyle her zaman yanımda oldular. Yine birçok arkadaşım taşımada, beni getirip götürmede vs her zaman omuz verdi. Bazı arkadaşlarım kitapların tanıtılması için elinden geleni yapmaya devam ediyor. Mesela sevgili Burcu Otman Taşdan doğum günü vs gibi özel günleri olan her arkadaşına bir La Kitap hediye ediyor. Yine Leyla Kancı bütün kitaplardan aldığı yetmiyor gibi bir de fuarlarda askıda kitap projemizi destekliyor. 
Bu arada ev alacağım diye ayırdığım parayla bir arkadaşımın tavsiyesi ile Almanya’da bir yatırım yapmıştım. O yatırım sayesinde elimdeki para iki katına çıktı. Böylece 2014 Eylül ayında Sıhhiye’den 1+1 bir ofis aldım. 2015 yılının Ocak ayında La Kitap Yayınlarının adresini buraya taşıdım. Bir odasında ben oturuyorum bir odasını şimdilik depo olarak kullanıyorum. İşte 18 yıl çalıştığım hukuk alanından yayıncılık hayatına böylece geçmiş oldum. Kitapları, kolileri taşırken, maddi ya da manevi bir sıkıntıya düştüğümde Yahya Dede’yi hatırlayıp of bile demiyorum. Böyle şeylere inanan olur, inanmayan olur bir şey diyemem. Ancak bu rüya bütün zor zamanlarımda bana bir kılavuz oldu. Çok çalışmama sebep olup beni motive etti. İşte üç yıl bitti. Üç yılda 27 kitap yayınladık. 3 kitabımızın 2. Baskıları yapıldı. Bir kitabımızı tükettik. Bundan sonra yayınlamayacağız. Benimle birlikte bu yolda yürüyen yazar dostlarıma, emeği geçen, omuz veren tüm arkadaşlarıma aileme çok teşekkür ederim.

Yayınevimizin adı neden "La Kitap”

1. Leyla Akgül’ün baş harfleri
2. La notası
3. Yokluk, hiçlik (Arapça)
4. Karanlığa düşen ışık 
5. Sonsuzluk (Lâ)
6. Boşluktaki nokta (Akadca)
7. Tanrı gözü (Mısır’da)
8. Uzun etki 
9. Evrenin notası
10. Yeni bir başlangıç yapmak
11. Yeni doğan bebekler la notasıyla ağlar
12. Lantan elementinin simgesi
13. Müzik dilinde Samanyolu yıldız kümesini simgeler
14. Dişil kelimeler “la” ile ifade edilir (Fransızca, İspanyolca ve İtalyanca)
15. Los Angeles’ın kısaltması
16. Ankaralıların çok kullandığı bir seslenme