CANNES / ANF - ALİ GÜLER

Dünya sinema şöleni Cannes Film Festivali 6’ncü gününü geride bırakırken, ‘Palme D’or’ (Altın Palmiye) için yarışan 19 filmden birçoğu sinemaseverlerin karşısına çıktı. 2015 yılının başyapıtları sayılabilecek filmler ilgi odağı olurken, László Nemes’in Yahudi Soykırımı’nı anlatan filmi ‘Son Of Saul’ ise Cannes’da adeta deprem etkisi yarattı.


Uluslararası 68’nci Canes Film Festivali, tüm ihtişam ve görkemliliğiyle sürüyor. Kırmızı halı seremonisi, yıldızların geçişi, sokaklardaki film afişleri ve sinema motifleri, Akdenizin bu kıyı kasabasını tam anlamıyla bir açık hava sinema müzesine çevirmiş. Bütün bu hareketlilik içerisinde ihtişamlı görünümüyle denize sıfır olan ve bir kaleyi andıran Festival Sarayı’nın içerisinde bulunan birçok salonda oynayan filmler, eleştirmenler, sinema yazarları ve sinemaseverlerin gözdesi.

Bütün bu filmler 5 bin kişilik Grand Theatre Lumiere adlı salonun yanı sıra Claude Debussy, Luis Bunuel, André Bazin, gibi yönetmen ve sanatçıların isimleri taşıyan festival sarayındaki sinema salonlarında gösteriliyor.

CANNES’DA WOODY ALLEN RÜZGARI

Competition (Yarışma), Un Certain Regard (Belli Bir Bakış), Short Film (Kısa filmler) ve Klasik olmak üzere bu yılki festivalde toplam 53 film gösteriliyor. Bunlar içerisinde 19 film, festivalin en büyük ödülü olan Altın Palmiye için yarışıyor.

18 film de Belli Bir Bakış bölümünde gösteriliyor. Dünyanın birçok ülkesinden filmlerin gösterildiği Cannes’da özellikle yarışma bölümünde İtalya, Fransa ve Uzakdoğu’dan filmler yoğunlukta. Festivalde bu yıl jüri koltuğunda Joel ve Ethan Coen kardeşlerin oturduğu görülürken, dünya sinemasının usta isimlerinden Woody Allen’in “Irrational Man” filminin de programda olması da bu yılki festivalin önemini gözler önüne seriyor. Büyük bir ilgiyle karşılaşan usta yönetmen Cannes’in en gözdelerindendi.

KLASİKLER YENİDEN GÖSTERİLİYOR

Yine Cannes Klasikleri bölümünde ise bu yıl 20’nci yüz yıla damgasını vurmuş birçok film gösteriliyor. Costa Gavras’ın 1982 yılında Yılmaz Güney’in Yol filmiyle ‘Altın Palmiye’yi paylaşan “Mesaj” filmi ve 1976 yılında Altın Palmiye alan Taxi Driver filmi olmak üzere birçok başyapıt gösterilen klasikler arasında.

Cannes’da Dünyanın birçok ülkesinden sosyal sorunları irdeleyen filmlerin de yer alması, aslında festivale karşı oluşan önyargıyı da kırıyor. Cannes’ın yarışma bölümü kadar etkili diğer bir bölüm de Un Certain Regard, yani ‘Belli Bir Bakış’ adlı kısmı. Her ne kadar ismi pek öne çıkmasa da, bu bölümde gösterilen filmler en az yarışma bölümü kadar etkileyici ve kaliteli yapıtlardan oluşuyor.

‘HER YÖNETMEN KENDİNİ CANNES’DA İFADE EDEBİLİR’

Bu konuda, festival başlamadan önce bazı televizyon kanallarına röportajlar veren festival başkanı Pierre Lescure’nin Cannes’ın kimliğine ilişkin verdiği demeç oldukça açıklayıcıydı. Lescure,”Cannes, öyle uzaktan bakıldığı gibi bir festival değil. Dünyanın her yerinden yönetmenler, kendisini Cannes’da ifade etme şansını bulabilir. Buraya gönderilen bütün filmler, büyük bir titizlikle incelenip, değerlendiriliyor” belirlemesinde bulunmuştu.

Aslında bu Cannes’ın televizyonların magazin programlarına yansıyanların dışında başka bir tarafının daha olduğunu gösteriyor. Eğer 67 yıllık tarihinde hangi filmlerin ödüllendirildiğine iyi bakılırsa, Cannes Film Festivali’nin neden faşizme karşı kurulduğu da daha iyi anlaşılmış olur.

ALTIN PALMİYE’NİN İDDİALILARI 

Bu yıl da yine farklı sosyal sorunları irdeleyen birçok film Cannes’da gösteriliyor. Bunlardan Altın Palmiye için en iddialı olanlar, bir bir gösteriliyor. Şimdiye kadar gösterilen filmler arasında Altın Palmiye’ye en yakın duranlar, ise ‘Son Of Saul (Son’un Oğlu)’, ‘The Lobster’, ‘Our Little sister’ (Küçük Kız Kardeşimiz), ‘My Mother’ (Annem) ve Carol gibi filmler öne çıkıyor.

BİR YAHUDİ SOYKIRIM HİKAYESİ 

Festivalde Macar yönetmen László Nemes’in filmi ‘Son Of Saul’ de büyük ödül olan Altın Palmiye için yarışan yapıtların başında geliyor. Belki de şimdiye kadar gösterilen filmler arasında ödüle en yakın olanı.

Festivalin politik içeriği en yoğun filmi olan ‘Son Of Saul’, İkinci Dünya Savaşı’nda Yahudi Soykırımı’nın (Holocoust) yapıldığı Auschwitz Toplama Kampı’nda geçiyor. Şimdiye kadar bu konu üzerine onlarca film çekilirken, ‘Schindler’in Listesi’, ‘Hayat Güzeldir’, ‘Piyanist’ ve ‘Çizgili Pijamalı Çocuk’ soykırıma dair en çok iz bırakanlar olmuştu. Her biri de kendi dönemine damga vuran filmler oldu.

“Son Of Saul” de bu etkide bir film. İnsanın yüzüne nereden geldiği belli olmayan sert bir tokat gibi olan film, o dönemde kampta yaşanan vahşeti konu ediyor. Cannes’da gösterildiği gün adeta deprem etkisi yaratan film, şu ana kadar ödüle en yakın filmlerin başında geliyor. Gerek konusu gerekse sanatsal estetiğiyle göz dolduran film, bundan sonra da çok tartışılacağı benziyor.

Avrupa sinemasının usta isimlerinden Bela Tarr’ın da iki yıl asistanlığını yapmış olan László Nemes, basın toplantısında yaptığı konuşmada, bu konunun tartışılması gerektiği için böyle bir film yapma gereğini duyduğunu söyledi. Nemes, amacının bunu ahlaki bir şekilde tartışmak olduğunu söylüyor.

Toplama kampında öldürüleceği günü bekleyen esirlerin hikayesinin anlatıldığı film, dehşet dolu işkence ve baskıları irdeliyor. Dram ve kurtulma hayallerinin bir birini kovaladığı film de yönetmen İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi Almanyası’nın vahşetini bir kez daha bize farklı bir dil ve yöntemle anlatıyor.

LANTHİMOS’DAN FARKLI BİR HİKAYE 

Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos’un “The Lobster” filmi, festivalin ilk günlerinde gösterilen filmlerden oldu. İnsan ilişkilerini sıra dışı bir öyküyle perdeye yansıtan yönetmen, “Altın Palmiye”nin en iddialıları arasında gösteriliyor.

Başrollerini Colin Farrel ve Rachel Weisz’ın paylaştığı film, ıssız bir bölgede kurulan hotelde geçiyor. Adeta bütün dünyayla ilişkisi kopuk olan bu hotel, bir çift tarafından yönetiliyor. İlişkileri yolunda gitmeyen insanları hotele kapatıp zorla eşleştiren bu hapis ortamında, dayatılan bu yaşama gelemeyenler ise farklı cezalarla karşı karşıya kalıyor.

Film her ne kadar dramatik bir ortamda ilerlese de, zaman zaman ise komedi duraklarında seyirciye nefes aldırtıyor. Kaçmanın bile imkansız olduğu bu ortamda adeta “ölümlerden ölüm beğen” tarzı uygulamalarla karşı karşıya kalıyorsun. Ya böyle bir ilişki içerisinde olacaksın ya da polyanacılık oynayacaksın.

İşte David, bu girdapta böyle bir ilişkiye giriyor. Ancak yürütemeyince, çareyi kaçmakta buluyor. Daha önce kaçıp ormanlarda yaşayan gruba dahil oluyor. Bu ise hoteldekiler tarafından avlanmak anlamına geliyor. Yaşam mücadelesinin bütün çetinliğiyle başladığı hikayenin bu yönünün dışında dram ve komediye aşk ile duygusallık da ekleniyor.

Ormanda yaşam mücadelesi veren grup hoteli basarak, bu ilişkiler girdabındaki mekanizmayı dağıtıyor. Oyunculuk, senaryo ve kurgusuyla bir şiir tadında olan film, oldukça etkileyici. Orijinal hikayesiyse Yunan yönetmenin filmini sıra dışı kılıyor.

PATRİCİA HİGHSMİTH’İN CAROL’U CANNES’DA 

Önceki gün Festival Sarayı’nın 5 bin kişilik salonunda gösterilen Amerikalı yönetmen Todd Haynes’ın filmi ‘Carol’ ise Cannes’da bulunan sinema yönetmenlerinden şimdiye kadar gösterilen filmler arasında en yüksek notu aldı.


Bir dönem filmi olan Carol’un başrollerinde ise ünlü oyuncular Cate Blanchett (Carol) ve Rooney Mara (Therese Belivet) oynuyor. 1950’li yılları anlatan Carol filmi, bir roman uyarlaması. Yazar Patricia Highsmith’in milyonlarca satan aynı isimli romanından uyarlanmış. 

Bir aşk hikayesini anlatan film, Carol ile Therese Belivet’in ilişkilerini anlatıyor. İki kadın arasında başlayan lezbiyen ilişki onları inanılmaz bir yolculuğa çıkarıyor. Toplum içerisinde saygınlığı olan yaşamlarını geride bırakıp, yeni bir yaşam yolculuğuna çıkan bu iki kadının birbirleriyle bağlılıkları sıkışmış hayatlarından ne kadar uzaklaştıklarını da gösteriyor.

Filmde kullanılan kostümler ve seçilen mekanlar seyirciyi adeta 1950’li yılların New York’unun içine çekiyor. Cannes’da büyük beğeni toplayan film, şimdiye kadar gösterilen filmler arasında en güçlü aday.  

MORETTİ İKİNCİ ‘ALTIN PALMİYE’ PEŞİNDE

Cannes’da büyük beğeni alan diğer usta isim olan İtalyan yönetmen Nanni Moretti ise, 2’nci ‘Altın Palmiye’nin peşinde. Bu yıl 3 film ile Cannes’ın ana yarışma bölümünde yer alan İtalyan filmleri arasında Nanni Moretti’nin ‘My Mother’i (Annem) gösterildi. 2001 yılında ‘Oğul Odası’ ile Altın Palmiye alan Moretti, yine oldukça iddialı bir filmle karşımızda.

Kendisinin de bizzat oynadığı film, duygusal sahnelerden oluşuyor. Adeta film içerisinde bir film olan ‘My Mother’, ölüm döşeğinde yaşlı bir anne ile yönetmen kızı arasında geçiyor. Hayatı film setiyle hastane odasındaki annesini ziyaretle geçen yönetmen Margherita (Margherita Buy), bu şekilde annesine karşı olan vefasını gösteriyor.

Oldukça duygusal anlar yaşatan film, el değiştiren fabrikalarında yeni patronun dayattığı işten çıkarmalara karşı isyan eden işçileri ve mücadelelerini irdeliyor. Yönetmen Margeritha, film seti ile ölüm döşeğindeki annesinin arasında mekik dokuyor. Bunun verdiği sıkıntı, stres ve duygusallık mesleğini etkiliyor.

Oyuncuların gösterdiği performans ve sanatsal estetik ile film Altın Palmiye için en şanslılar arasında. Altın Palmiye olmasa da Moretti, bu festivalde mutlaka bir ödül ile ülkesine döner...

Yönetmen Hirokazu Kore-Eda ise, ‘Our Little Sister’da (Küçük Kız Kardeşimiz) ise bir aile dramını perdeye yansıtıyor. Japon bir ailenin geleneksel yaşantısını konu alan film, parçalanmışlık üzerinde duruyor. Evlilik, dramın anlatıldığı filmde, hikaye 3 kız kardeş üzerine odaklanıyor.

Geçtiğimiz yıllarda iki Kürt gencin aşkını anlatan ‘Welcome’ filminin başrol oyuncularından Vincent Lindon’un oynadığı Fransız filmi, ‘The Mesaure Of A Man’ filmi de, bu yılki Cannes’da Altın Palmiye adaylarından. İşsiz bir adamın hikayesinin anlatıldığı filmde yönetmen Stephane Brize, sistemde çöküntüye uğrayan toplumsal ahlak ölçülerine gönderme yapıyor.

Öte yandan ünlü yönetmen Gus Van Sant, bu yıl ‘The Sea Trees’ (Ağaçların Denizi) isimli filmle istenilen beklentiyi vermeyerek, sinemaseverleri hayal kırıklığına uğrattı.( ANF)