Dağarcığım genişlediği halde sözcüklerim bitiyor. Yaş alıp gördükçe, gözleyip okudukça, velhasıl heybemdeki “bilgi ve hatıra yükü” arttıkça, “yeterince bilmediğimi” ve kullandığım sözcüklerin kuraklaştığını anlayıp daha az konuşur oluyorum. Yeni bir sözüm yoksa; kendimi tekrara yol açıyorsa dediklerim veya duvara konuştuğum, suya yazdığım hissine kapılıyorsam yazmaktan – konuşmaktan imtina edip ”susmayı” tercih ettiğim oluyor.

Uzun zaman önce Alan Parker’in yaptığı ‘Birdy’ adlı bir “suskunluk filmi” izlemiştim. Filmde, Vietnam Savaşı’nda birlikte olan iki arkadaş Birdy ve Al, savaşın ardından evlerine dönmüştür. Ama Birdy, Al gibi kendini toplayamamış, içine kapanmış ve giderek suskunluğa gömülmüştür. Savaş sonrası sağ kalanlarda görülen psikolojik yıkım, travma çok işlenen bir konudur. Erich Maria Remarque’un “Dönüş Yolu” adlı romanı da aynı temayı başarıyla işleyen bir eserdi. Filmi izlerken bu romanı anımsamıştım. İlk öykü kitabım ‘Mültecinin Bunalımı’nda da aynı temada birden fazla öyküm vardı. Çok uzun zaman geçti aradan ama yine de Birdy’deki suskunluğun gücünü unutamadım. Filmin sonunda, yanlış anımsamıyorsam, Al, Birdy’ye artık konuşması yoksa gerektiğini söyler.

Israrlar sonucu konuşan Birdy’nin verdiği yanıt etkileyicidir:

“İyi ama Al, kime nasıl ve niye konuşayım… Onlar beni – bizi anlamaz ki…”

Yakın zaman önce kaybettiğimiz son Abdal’lardan Neşet Ertaş, kendisiyle görüşmeye gelen bir gazeteciye, “Bende kelime az, azdan çok anlar mısın” demiş. Azdan çok anlayabilsek keşke. Suskunluğumuzun arkasında yatan tarihi bilebilsek.

Ya da sanatçıların az sözcükle, mısraıyla, notayla, taşla, boyayla, fotoğrafla, figürle çıkardıkları “Ses”i, “Gürültü Kirliliği”nde yitirmesek.

Yıllar önce, “Hatırlıyor musun, bazen birbirimizin gözlerine bakıp susardık. Seninle konuşmak da susmak da güzeldi. Şimdi olduğu gibi.” diye yazdığımda, bu “suskun” günleri mi sezmiştim bilemiyorum? Ama kimi zaman şiddetle ihtiyaç duyduğumuz suskunluk (ve sessizlik) hakkında o kadar çok aforizma var ki.

‘Varoluş’ hakkında yüz binlerce cümle kuran dönemin filozoflarına, “Bu kadar söze ne gerek var”, diye tepki gösteren Yunus Emre’ye, “siz olsaydınız ‘varoluşu’ nasıl anlatırdınız” diye sormuş müritleri.

O da iki tümceyle anlatmış: “Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm…”

Şems-i Tebrizi, “Sığ suları en hafif rüzgârlar bile coşturabiliyor. Derin denizleri ise ancak derin sevdalar. Anladım ki, derin ve esrarengiz olan her şey susuyor. Anladım ki susan her şey derin ve heybetli.” dedikten sonra, “Ne çok cümle kurdum meramımı anlatırken” diye üzülmüş müdür?

“Bazen susmak, söylenen bir sürü sözden çok daha fazlasını ifade eder” diyen Montesquieu, tamamen ve her konuda “susmayı” salık vermiyordu hiç kimseye. “Gibi yapmak” değil, iş işten geçtikten sonra değil, “zamanında konuşmak erdemdir” demek istiyordu kanımca. Ya da ben böyle yorumlamayı tercih ediyorum.

Yazar Ümran Düşünsel’in, “O kadar ağır ki günler, bir cümle kursam sahtekârlık yapmış sayacağım kendimi, susmam ondan.” demesinin nedeni ne olabilir? Günlerin, kangünler’e dönüşmesi midir sadece suskunluğunun nedeni veya öykülerindeki damıtmayı günlük hayatta da uygulamaya başlaması mı? Yoksa biriktirdiği hatıraların – hayatların ağırlığı mı?

Şeyh Şadi Şirazi, “İki şey insanı çileden çıkarır; söylenecek yerde ağız açmamak; susulacak yerde lakırdı etmek…” derken hangi birikimden yola çıkmış ve bu sonuca varmıştır?

“Sanat acılardan besleniyor, ölümler harf ve sözcüklere, cümlelere ekleniyor. Aşk ve yalnızlığı anlatan iç döküşler ne kadar zavallı kalıyor.” diye seslenirken yazar Göksu, Iris Murdoch, “Denize yumurtlamak için dönen canlılar gibi, her sanatçı girmek zorunda olduğu bir suskunluğun hayalini kurar” derken imkânsızı mı düşlüyordu.

Peki, edebiyat tarihinde sözcükleri damıtma aşamasından, tamamen suskunluğa geçen yazarların, örneğin: Arthur Rimbaud, J. D. Salinger, Clement Cadou, Robert Walser, Juan Rulfo, Felipe Alfau, Bobi Bazlen, Ferrer Lerin, Joseph Joubert, Herman Melville, Edmundo de Bettencourt, Jacques Vaché’nin gizemi nedir.

Derida, “Modern zamanlarda, susmak da bir konuşma biçimidir” derken, zulüm erkine güzelleme yapmak yerine, susmak daha değerlidir diye düşünmüş müdür?

Benliği benzer sözcüklerden örülü insanların ‘diyalog’ adı altında ‘monolog’larını dinlemek ne kadar yorucu değil mi? Halil Cibran, “Gevezeliği bilgi, susmayı cehalet ve yapmacıklığı sanat zannedenlerden uzağım…” derken, “ben’ ile başlayan fotokopi sözcükleri dinlemekten, soru sormayı bilmeyen ve biteviye konuşan insanlardan yorulduğunu mu anlatmak istemiştir.

Susmayı – dinlemeyi bilmeyen insan, yalnız kalmayı da beceremez değil mi? Richard Sennett, “Bir insan yalnız olmayı beceremiyorsa, başkalarıyla bir arada olmayı da beceremez” derken; Andre Gide de, “Kendilerini tek başına kalmış bulmaktan korkan insanlar, kendilerini hiç bulamazlar” der.

Oscar Wilde’in, “Her zaman yararlıdır soru sormak ama her zaman yararlı değildir yanıt vermek.” saptaması da salt bir aforizma değildir. Önünde arkasında atılmış, yontulmuş, damıtılmış binlerce sözcük vardır.

Sahi ya artık herkes “Hayatım roman!” diyor ve anlatmaya başlıyor.

Velhasıl “Bir sor, bin ah işit” hali.

Roman olabilmek… ne kadar da göreceli değil mi?

“Kelam mı, suskunluk mu” sorusu gibi.

Bu ‘kangünler’de, ‘kan’ı ve ‘kandöken’i işaret edebilmek, betimleyebilmek, eğer bunu yapamıyorsak -havadan sudan konuşmak yerine- “susmak”, asıl bilgelik bu değil midir?

Deniz Faruk Zeren’in, “Evreka” adlı şirinden iki mısra yanıt veriyor kendime yönelttiğim sorulara: “Uzun lafın kısasıyım komşular / Dillenirim konuşkanlar susarken.”

Ve en nihayet bir Kızılderili atasözüyle toparlamaya çalışayım diyeceklerimi:

Dur dinle. Hep konuşursan hiçbir şey duyamazsın.”

Adil Okay
[email protected]

Not: Bu yazı, Sancı Kültür Sanat Dergisi,Mart- Nisan 2016 sayısında yayımlanmıştır.