»Çözüm süreci« ve Kobanê tartışmalarındaki yanılgılar üzerine

Sırrı Süreyya Önder’in , Nuray Mert ve Hasan Cemal’e yanıt olarak Radikal gazetesinde yayınlanan yazısı sağlam bir eleştiriyi hak ediyor. Ancak Nuray Mert’in Diken dergisinde haklı olarak yazdığı gibi, Önder’in asıl sorulara yanıt vermemesi nedeniyle ve ikinci bir yazıyla bu soruları yanıtlayacağı varsayımından hareketle, yazılanlara yönelik görüşlerimizi sonraya bırakmak durumundayız.

Gene de bir iki laf söylemeden edemeyeceğiz: Sevgili milletvekilimize ilk önerimiz, »barış teorisyenliğine« soyunmaktan imtina etmesidir. Savaş ve barış üzerine, hatta »iyi« savaş ve »kötü« barışın elbette olabileceğine dair hayli büyük bir külliyat var. İyi niyetle, salt söylemlere dayanarak teori kurgulanamaz. Tarihsel koşulları ve maddi şartları kaale almadan ve egemenlerin söylemlerine göre yapılan analizlerin yanılgı payı çok yüksek olur. Savaş ve barış, kişisel arzulara veya iyi ve güzel olacağı düşünülenlere göre değil, somut koşullara, güç ilişkilerine ve çıplak çıkarlara göre şekillenirler. Bir savaşın veya bir barışın »iyi« mi, yoksa »kötü« olarak mı değerlendirileceği, savaşın veya barışın hangi çıkarlara yaradığına göre ve o çıkarların sahipleri tarafından belirlenir. Dünya görüşümüze göre ezilenlerin ve sömürülenlerin kurtuluşuna yol açan bir savaş veya bir barış »iyidir«, aksi ise »kötü«. Bu, işin bir yanıdır.

Diğer yanı ise, ezilen ve sömürülenleri temsil iddiasında bulunan siyasetçiler için belirleyici olan, eleştiriyi yapan kişi veya kişilerin özel konumları falan değil, eleştirinin içeriğidir. Bilhassa vicdani davrandıklarını ve mağdurun yanında durduklarını kanıtlamalarına gerek olmayan entelektüel çevrelerden gelen eleştirileri – yanlış, hatta incitici olduğu düşünülse dahi - »aşağıdan, yukarıdan« biçiminde kişiselleştirmek, önce eleştirileni, ardından eleştiri konusunu ciddiyetsiz kılar. Hele hele »isyanın siyasetini ve diplomasisini« yapanların sorumluluğu, kendilerine yöneltilen eleştirileri »daha adil ve dikkatli olunmalı« yaklaşımıyla karşılık vermelerine izin vermeyecek derecede büyüktür. Kaldı ki, bir entelektüelin görevinin doğru bulduğunu söylemek ve eleştiri yapmak olduğu da unutulmamalıdır.

Bu nedenle eleştiri ve özeleştiri mekanizması bir »üslup meselesi« olarak görülmemelidir. Entelektüel eleştiri, eleştirilenin canını acıtsa da, duygusallığa yol açmamalıdır. Eleştirileri toplumsal dayanağı olan kaygıların ifadesi olarak görmek, anlamaya çalışmak ve genelleme yapmadan yanıtlamaya çaba göstermek gerekmektedir. Eleştirilere yanıt verilirken yapılan genellemelerin yeni eleştirilere yol açacağı unutulmamalıdır. Verdiği mücadelesine, yaptığı parlamenter çalışmalara, gösterdiği özveriye ve tutarlı duruşuna her zaman saygı duyduğumuz Sırrı Süreyya Önder’in üstlendiği sorumluğun hakkını verecek biçimde gerekli yanıtları vereceğine inanıyoruz. Görüşlerimizi ondan sonra kaleme alacağız.

Önce kafa karışıklığından kurtulmak lazım

Gerek »çözüm süreci« olarak nitelendirilen müzakereler, gerekse de Kobanê direnişi çerçevesinde yürütülen tartışmalara bakıldığında, kafa karışıklıklarının ve duygusal yaklaşımların hayli yaygın olduğu tespit edilebilir. Örneğin bir taraftan Kobanê direnişine sahip çıkan sokağa yönelik devlet terörüne lanet okunurken, hemen akabinde devlet terörünü bizzat onaylayan karar vericilerin taktik olduğu belli olan söylemlerine bakarak, »sokağın ehlileştirilmesi« olarak anlaşılabilecek tavırlar sergilenebilmekte, »çözüm istiyorsak, AKP iktidarda kalmalıdır« yaklaşımı gösterilebilmektedir. Sadece bu örnek, kafa karışıklığının HDP milletvekilleri arasında ne denli yaygın olduğunu kanıtlamaktadır.

Halbuki bilimsel, soyutlayıcı ve tarihsel koşulları, maddi şartları, güç dengelerini, sınıfsal çıkar farklılıklarını, iktidar ve mülkiyet ilişkilerini ve uluslararası stratejileri temel alan küresel bir bakışa dayanan bir analiz, Türkiye ve Kürdistan’ın merkezinde bulunduğu coğrafyanın karmaşık durumunu açıklamaya yardımcı olacaktır. Sakın HDP’li milletvekillerimiz »bunu biz de biliyoruz demesinler«, yoksa biri çıkıp, »e o zaman niye uygulamıyorsunuz?« diyebilir. Kapalı kapılar ardında yürütülen ve komplo teorilerine hayli açık görüşmelerin bir çok kesimde soru işaretlerine yol açtığı bir ortamda bilimsel analize dayanmayan siyasi stratejilerin yol açabileceği hataların ne denli büyük olacağı unutulmamalıdır.

Meramımızı örnekleyerek somutlayabilmek için, analizlerinin ciddiye alınması gerektiğini düşündüğümüz bir yazar arkadaşımızın tespitlerini ele almalıyız. Araştırmalarıyla dikkatimizi çeken Dr. Mustafa Peköz, 24 Ekim 2014 tarihinde sendika.org sitesinde »Ortadoğu’da yeni güç dengeleri: Kobani öncesi ve sonrası« başlıklı bir yazı yayınladı. Peköz, yazının sonunda altı noktada tespitlerini özetliyor. Bunları yukarıda belirttiğimiz biçimde teker teker irdeleyelim. Peköz’ün birinci tespiti şöyle:

»Türkiye, Ortadoğu’da bir kere daha kaybetti. Oluşan yeni dengelerde Türkiye bulunmuyor. Kaybeden devlet, gün birlik politikalarla kendisine alan açma çalışsa da sürecin dışında kalıyor. Erdoğan, ‘Kobani düştü düşecek’ diyerek IŞİD’in zafer kazanmasını çok istedi, ama bu kez de olmadı. Tıpkı ‘Esad, iki ayda gidecek’ dediği gibi.«

Peköz, »Türkiye, Ortadoğu’da bir kez daha kaybetti« diyor. Sahiden öyle mi? Bir kere hiç bir kapitalist devlet stratejilerini »günü birlik politikalarla« belirlemez. »Günü birlik« gibi görünen, uzun vadeli stratejilerin, duruma göre gerileyerek konsolide edilen taktiksel adımlarıdır. Türkiye’nin »sürecin dışında« kaldığını gösteren bir emare yok. Çünkü, birincisi, Türkiye NATO üyesidir ve NATO’nun ortaklaşa aldığı kararlara göre hareket eder. İkincisi, »kaybeden devlet« henüz tüm olanaklarını kullanmamıştır ve hâlen bölgesel güç olarak tanımlanabilecek, modernize edilmiş ve küresel operasyon yetisi olan silahlı güçlere sahip ve müttefiklerinin vazgeçemeyeceği stratejik konumu olan bir devlettir. Nitekim üçüncüsü, Türkiye Avrupa’ya giden enerji taşıyıcılarının en önemli nakliyat hatlarının bulunduğu ve Batının »enerji güvenliğine« katkı sağlamakla mükellef kılınan bir devlettir. Bu nedenle Türkiye, her zaman emperyalist plan ve stratejilerin değişmez bir parçası olacaktır.

AKP hükümeti ile ABD veya AB yönetimleri arasında olan çelişkiler ve kimi çıkar farklılıkları, bu gerçeği değiştirmemektedir. Kaldı ki, »Türkiye sürecin dışında kaldı« çıkarsaması, Türkiye’nin »yanlış«, ABD ve AB’nin ise »doğru« siyaset izledikleri düşüncesini telkin etmektedir. Bu ise külliyen yanlıştır. Türkiye burjuvazisinin, yani farklı sermaye fraksiyonlarının temel çıkarları ile ABD ve AB burjuvazilerinin temel çıkarları öz itibariyle örtüşmektedir.

Bununla birlikte Erdoğan’ın Kobanê’nin düşmesini ve »IŞİD’in zafer kazanmasını« çok istediğini söylemek, önemli bir yanılgıya yol açmaktadır. Sadece AKP hükümeti değil, ABD’si, AB’si ve Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi dahil bölgesel güçleriyle herkes hesabını DAİŞ çetelerinin Kobanê’yi kısa zamanda düşüreceği üzerine yapmıştı. Özünde kriminal bir organizasyon, İslam’ı kendi talan ekonomisine kisve olarak kullanan bir taşeron suç şebekesi olan DAİŞ’in Kobanê’ye saldırması ve ele geçirmeye çalışması, Rojava Devriminin kazanımlarının egemenlerin çıkarları ile temelden çeliştiği içindir. Asıl mesele Erdoğan’ın, DAİŞ teröristlerinin veya emperyalist ülke yöneticilerinin »kötü insanlar« olup olmadıkları değil, adımlarını jeostratejik, jeoekonomik ve jeopolitik çıkarlarına göre atmakta olduklarıdır. Yapılan tüm hesaplar, Rojavalı yoksulların devrimlerine sahip çıkarak, olağan üstü bir direniş göstermeleri nedeniyle bozulmuştur. Ama bu gerçek, yeni hesapların yapılmadığı anlamına gelmemektedir. Aksine, sadece Kobanê değil, Rojava değil, Rojava Devriminin şimdiki ve gelecekteki olası tüm kazanımları çok daha büyük tehlikelerle karşı karşıyadır. Ortadoğu üzerindeki uzun vadeli planları bilinen emperyalist güçler bozulan hesapların yerine, yeni hesaplar koymakta, farklı senaryolar üzerine çalışmaktadırlar. Ve Türkiye, AKP hükümetine rağmen, bölgede uygulamaya sokulacak her senaryoda başrollerden birisini oynama yetisine sahip olan bir aktördür. AKP hükümetinin siyasî hatalarına ve geri adım atmaya zorlanmasına bakarak, »Türkiye sürecin dışında kalıyor« tespitini yapmak, bu gerçeği görmemektir.

Büyük resme bakmadan olmaz

Peköz’ün birinci noktadaki tespiti, yazısının bütününde bir kırmızı çizgi gibi yer alan başka bir tespite dayanmaktadır. Bunu da yazının ilk cümlesinde okumak olanaklı: »Kobani savaşı, Ortadoğu’nun geleceğini belirleyen, toplumsal dinamiklerin ve bölgesel stratejilerin bir bakımdan yeniden çizileceği bir süreç olarak kabul görüyor.« Bu ana fikir hayli sorunlu, sorunlu olduğu kadar da yanlıştır. Kobanê savaşı Ortadoğu’nun geleceğini belirleyen bir süreç değil, sadece bir sonuçtur. Çünkü Ortadoğu’nun geleceğini belirleyen asıl süreç, ABD’nin Pasifik’e yönelme stratejisidir.

7 Şubat 2014 tarihinde yayınladığımız »Pasifik’te hegemonya savaşları« başlıklı yazıda şu sonuca varmıştık, anımsatalım
:

»ABD’nin bu stratejik yönelimi doğal olarak Kürdistan ve Türkiye’nin merkezinde bulunduğu coğrafyayı doğrudan etkileyecek. Etkileyecek, çünkü bu stratejik yönelim aynı zamanda Ortadoğu’daki dengelerin değişmesine neden olabilecek bazı adımları içermektedir. Bunların başında 5+1 grubu ile İran arasındaki nükleer program konusunda varılan uzlaşı ve bu çerçevede belirli bir ABD-İran yakınlaşması gelmekte, ki Washington’daki kimi strateji uzmanı bu uzlaşının ABD ve İran arasında uzun vadede stratejik yakınlaşma politikasına dahi yol açabileceğini tahmin etmektedir.

(...) Askerî ağırlığını Pasifik’e kaydırmayı planlayan ABD açısından İran ile varılan nükleer program uzlaşısı hayli önem taşıyor. Orta vadede bölgedeki askerî varlığını en aza indirgeyerek, görevi ›stratejik partnerlerine‹ bırakmayı isteyen ABD açısından, Suudi despotları ile Körfez emirlerinin körüklediği bir Sünnî-Şiî çatışması istenilen ›istikrarı‹ tehlikeye düşürecek bir gelişme olduğundan, ABD’nin işine gelmiyor.

Buna karşın İsrail ve Suudiler hayli kaygılı. İsrail hâlâ İran’ın nükleer silaha sahip olma iradesinden vazgeçmediği görüşünde ve Tahran’ın güçlenmesinin kendi askerî üstünlüğünü tehlikeye düşüreceğini biliyor. Suudiler ise, bölgedeki jeopolitik trendlerin kendi iktidarlarını tehlikeye düşürebileceği ve özellikle iç politikada ciddi ihtilaflarla karşılaşacaklarından kaygı duyuyorlar. Diğer yandan öğrenimi yüksek 80 milyonluk bir nüfusa sahip olan İran’ın zengin doğal gaz ve petrol kaynaklarıyla bölgede hiç küçümsenmeyecek bir güç potansiyelini elinde tuttuğu da şüphe götürmez.

Kısacası, ABD’nin uzun vadeli küresel planları orta vadede Ortadoğu’da güç dengelerinin değişmesine neden olacak. Bunu engellemek isteyen güçler ise, ki tarihlerine baktığımızda neler yapabileceklerini görebiliriz, Ortadoğu’yu ateşe atmaktan çekinmeyebilirler. Öyle ya da böyle, Kürdistan ve Türkiye’de siyaset yapmak isteyen her formasyon kafasını önündeki ›tabaktan‹ kaldırmak ve etrafına iyice bakmak zorundadır. Küresel stratejileri değerlendirmeden, salt kendi sınırları içerisinde siyaset geliştirmeye çalışmak, her türlü hesabın geçersiz kılınacağını kabullenmekle eş anlamlı olacaktır. Unutulmamalı: Pasifik’te suların ısınması, Ortadoğu’da yangın çıkmasına yeterli olabilir!«

Bu uzun alıntıyı, Peköz’ün yazısında dikkat çeken, ama aynı zamanda yaygın bir kanı olduğuna inandığımız temel yanılgının altını çizmek için yaptık. Burada şunu da itiraf etmeliyiz: Şubat ayında yaptığımız tahminlerin bu kadar kısa bir sürede gerçekleşebileceğini açıkçası beklemiyorduk. Bu da bizim yanılgımız oldu.

Şimdi, tekrar konuya dönecek olursak; Ortadoğu’nun şu anki durumuna baktığımızda gördüklerimiz şunlardır: Ortadoğu yangın yerine dönmüş, her türlü hesap geçersiz kılınmış durumda. ABD ve İran, Irak merkezi hükümetindeki değişikliği birlikte sağlayarak, belirli bir istikrarı yakalamışken, Suudi Arabistan, Körfez despotları ve Türkiye’nin maddi, lojistik ve siyasî desteğini alan DAİŞ bu istikrarı tehlikeye sokuyor. Esad rejimi hâlâ ayakta ve düşecek gibi görünmüyor. Suudiler İsrail’le yakınlaşarak Müslüman Kardeşler geleneğini tasfiye ediyor, ama Katar ve Türkiye’nin direnişi ile karşılaşıyorlar. Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY) »bağımsız ulus devlet« kurma planlarını sürdürüyor, ama gerek Irak merkezi hükümetinin kurulması, gerekse de DAİŞ saldırıları nedeniyle bağımsızlık referandumunu »şimdilik« ertelemek zorunda kalıyor. Küresel çapta askerî operasyon yapma ve müdahale savaşı yürütme yetisine henüz yeterince sahip olamayan AB, ABD’nin BM Şartı’nı çiğneyerek kurduğu sözde »Anti-İD-Koalisyonunu« destekliyor ve koalisyon Suriye ve Irak’ta DAİŞ mevzilerini bombardımana tutuyor. Ancak toplam hava saldırılarının 5’te birini Kobanê’yi kuşatan DAİŞ güçlerine yönelterek, Rojavalıları kendisine biat ettirmeye çalışıyor. Bununla birlikte ABD, IKBY’den Güney Kürdistan’da, Kosova’daki »Camp Bondsteel« benzeri bir üs kurmak için izin alıyor, AKP hükümetini hizaya çekiyor. Katar ve Türkiye ise ÖSO’nun Kobanê’ye gitmesini sağlamaya ve koalisyonu Esad rejimini yıkmayı asıl görev olarak görmeye ikna etmeye çalışıyorlar. Ve yoksul Kobanê’liler direniyor, hem de beklenmedik bir biçimde. Kuzey Kürdistan Kobanê’ye sahip çıkıyor, Türkiye sokakları protestolara sahne oluyor. Türkiye kendi sınırları içerisinde »güvenli bölge« kurma çabasına girer ve PKK güçlerini bombalarken, »süreç« tartışmaları hızlanıyor, AKP hükümeti Kürt sokağını »Kürt polisleri« ile ehlileştirme çabasına giriyor. Çelişkiler derinleşiyor, dengeler sallanıyor, yangın hızla yayılıyor.

ABD politika değişikliğine mi gidiyor?


Kobanê direnişi ile Kürdistan, Türkiye ve Avrupa sokaklarında direnişe sahip çıkan kitlesel protestolar ve bunların Batı kamuoyundaki algıyı değiştirmesi, her ne kadar ABD’ni taktik değiştirmeye zorlasa da, Kürt kamuoyu içerisinde yaygın bir kanı olduğu görülen »politika değişikliği« kesinlikle söz konusu değildir. ABD açısından, aslında tüm emperyalist güçler ve bölge egemenleri açısından Rojava, demokratik özyönetimi ile bir »stratejik düşman«, planları tehlikeye sokan bir engeldir. Doğru, bir ölüm kalım mücadelesi veren YPG ve YPJ güçleri açısından koalisyonun Kobanê’yi kuşatan DAİŞ mevzilerine sınırlı sayıda hava saldırısı gerçekleştirmesi, Kobanê direnişine nefes aldırmış, moralleri yükseltmiştir. Kenti savunan öz savunma birlikleri için, DAİŞ çetelerinin başlarına kimin bombasının düşeceği önemli değildir. Gerek siyasî öncü PYD’den, gerekse de YPG/YPJ komutanlığından gelen açıklamalar, reel durumun »stratejik düşmanla, taktiksel işbirliği« yapılmasını dayattığını göstermektedir. Bu, bir zorunluluktur ve bu nedenle PYD, YPG ve YPJ her türlü eleştiriden muaftır. Bu zorunluluk nedeniyle Rojavalılara »emperyalizmin dümen suyuna girdiler« suçlamasını veya »Kobanê siyaseten düşmüştür« tespitini yapanlar, ulusalcılar ve nasyonal bolşevik şarlatanlardır.

Ancak bu gerçek, çoğu yorumcu gibi Peköz’ün de yanılmadığı anlamına gelmiyor. Peköz şöyle devam ediyor (dördüncü ve altıncı tespitlere sonra değineceğiz):

»İkincisi, ABD, IŞİD’i ‘terörist’ ilan ederken, Erdoğan ‘IŞİD neyse PKK de odur’ diyerek ABD’nin politikasını onaylamadığını ifade etti. ABD, PYD’yi ‘terörist görmüyoruz’ mesajıyla PKK’ye yönelik politika değişikliğine gideceğinin işaretini verdi. Erdoğan buna karşılık: ‘PKK de, PYD de terörist’ dedi. ABD ise, YPG’ye askeri yardımda bulunarak, Türkiye’ye yanıt verdi.

Üçüncüsü, ABD ve AB, IŞİD’e karşı mücadeleyi, gerilla savaşında oldukça başarılı olan HPG-YPG’yi değerlendirmek istiyor. YPG’ye Koalisyon güçlerinin komuta kademesinde yer vermesi, önümüzdeki savaşın YPG-HPG üzerinde yürütüleceğine dair işaretlerden biridir.

(...) Beşincisi, IŞİD’in Kobani’ye yönelik çok kapsamlı saldırısında ABD merkezli uluslararası güçlerle PYD arasında zorunlu bir ittifak oluştu. Bu konjonktürel koşulları ortaya çıkardığı fiili bir durumdur.«

Üç tespitte belirgin olan okuma, asıl arka planı dikkate almayan ve maddi temelleri olmayan bir tasavvura dayanmaktadır. Önce »terörist ilan etme« meselesine değinelim. Gerek ABD’nin, gerekse de AB’nin DAİŞ’i »terörist örgüt« olarak ilân etmeleri, DAİŞ vahşetinden ürken Batı kamuoyunda değişen algılara, bu algıların reel siyaset üzerindeki baskılarına ve önceki hesapların Kobanê direnişi nedeniyle bozulmasına dayanmaktadır. ABD’nin PYD’yi »terörist örgüt« olarak görmemesi, PYD’nin henüz »listede« yer almaması nedeniyledir ve bu söylem ile PKK ve PYD’nin ABD’ne biat etmeleri gerektiğini vurgulanmaktadır. Burada ABD’nin »PKK’ye yönelik politika değişikliğine gideceğinin işaretini« gösteren herhangi bir emare yok. Aksine, PKK hâlâ »terörist örgütler« listesindedir ve örneğin Almanya’nın PKK yasağını kaldırmaya hiç niyeti yoktur. ABD’nin YPG güçlerine gönderdiği hafif silahlar ve cephane – ki bunlar ABD’nin değil, Irak Kürdistanı’ndan gönderilen silahlardır – ile hava saldırıları Türkiye’ye verilen bir yanıt olarak değil, Kürt Özgürlük Hareketine »bana biat edersen, yardım ederim« sinyali olarak okunmalıdır. Ayrıca YPG’ye koalisyon güçlerinin »komuta kademesinde yer« verilmemiştir. Komuta kademesinde sadece YPG ile ilişkiye geçip, DAİŞ mevzilerinin koordinatlarını veren bir kişi bulunmaktadır. Hava saldırıları bu koordinatlara göre yapılmaktadır ve bunun haricinde YPG’nin komuta kademesinde karar mekanizmalarına katılması söz konusu değildir. Öyle olsa idi, DAİŞ çeteleri çoktan Kobanê’den def edilmişlerdi.

ABD’nin gerçekleştirdiği hava saldırılarının taktiksel olduğunu ve bir sinyal olarak okunması gerektiğini, saldırıların yoğunluk derecesinden ölçebiliriz. YPG’nin verdiği koordinatlara günde en fazla 15 hava saldırısı yapılmıştır. 2001 Afganistan savaşında yapılan günlük hava saldırısının sayısı ise 200’dü. Birinci Körfez Savaşında günde 3.000 hava saldırısı gerçekleştirilmişti. Tek başına ABD’nin askerî gücü ile toplamda 31.000 çete üyesine sahip olan DAİŞ’i yok etme yeteneğinde olduğunu burada ayrıca vurgulamaya gerek yok. O açıdan kısmi hava saldırılarının YPG/YPJ güçlerine belirli aralıklarla nefes aldıran, ama özünde Rojava’nın boğulmasını amaçlayan adımlar olduğu tespit edilmelidir.

ABD’nin asıl hedefi, Peköz’ün vurguladığı gibi, »IŞİD’e karşı (...) HPG-YPG’yi değerlendirmek« değil, Rojavalıları ve bu çerçevede Kürt Özgürlük Hareketini Esad rejimine karşı kullanmak, Rojava’da kurulan kanton yapılanmalarını bir daha kurulmamak üzere yıkmak ve Rojavalıları Güney Kürdistan’a eklemlemektir. Bu iddiamızı kanıtlayan çeşitli emareler var.

Suriye’dekileri irdeleyelim: Suriye’deki durum, 193.000 askere ve 531.000 güvenlik gücüne sahip olan Irak’takinden daha karmaşık. Washington’daki Carter Center’ın tahminlerine göre, son üç yılda Suriye’de toplam 6.000 silahlı grup oluşturulmuş ve dağılmalar-birleşmeler sonucunda yaklaşık 1.000 silahlı muhalefet grubu kalmış. Bunlar hem Esad güçlerine, hem DAİŞ’e, hem de birbirlerine karşı mukavemet göstermekteler. Carter Center, bu gruplar arasında en »ılımlı« grubu ÖSO’nun oluşturduğunu, ancak bölünmüş, yeterli silahı olmayan ve yolsuzluklara boğulan bir yapı olmaktan kurtulamadığını belirtiyor. ABD, Esad rejimine ve DAİŞ’e karşı savaşacak birliklerin önce iyi bir eğitimden geçirilmeleri gerektiğini ve bunun hayli uzun bir zaman gerektirdiğini iyi biliyor. Zaten bu nedenle 5.000 Suriyeli »muhalifi« Suudi Arabistan ve Türkiye’de eğitme kararı alınmıştır. Dikkatli okur bu konuda Türkiye ile antlaşma yapıldığını anımsayacaktır. Sadece bu bile ABD’nin Türkiye’ye herhangi bir olumsuz »yanıt« vermediğini, aksine her adımda koordineli çalıştıklarını kanıtlamaktadır.

Pentagon sözcüsü Koramiral James Kirby’nin söyledikleri hafızalardadır, ama gene de anımsatalım: »İD’ne karşı verilecek mücadele uzun yıllar alacak. Sabır gereklidir. İD gibi gruplara karşı verilecek en etkin mücadele bölgeyi, kültürü ve aşiretleri tanıyan yerli savaşçılarla olacaktır.« Bunun tercümesi, HPG,YPG ve YPJ, ABD komutası altına girmelidir olarak okunabilir. Gelişmeler, ABD’nin, Ortadoğu’nun içinde bulunduğu karmaşık değişim ortamı karşısında, »stratejik düşman« olarak gördüğü YPG/YPJ güçlerini şu an için karşısına almayı öncellemediğini göstermektedir. Ama gerek bu, gerekse de YPG’ye silah gönderilmesi, ABD’nin Rojava dostu olduğunu göstermez. Prensip itibariyle antikapitalist bir özü olan Rojava deneyi ABD’nin »destek çıkma« motivasyonunu azalttığı söylenebilir. ABD »desteğinin« tek nedeni, DAİŞ’i zayıflatmak için Rojavalılara gereksinim duymasıdır. Ancak bu neden tek başına ABD’nin bölgedeki stratejik müttefiklerinin – bunu Türkiye ve IKBY olarak okuyun – özgün çıkarlarına ters düşen bir siyaset izlemesi için yeterli değildir. ABD’nin, NATO üyesi Türkiye’nin sınırlarında, bu NATO üyesinin çıkarlarının tersine Rojava lehine tavır alması, eşyanın tabiatına aykırıdır. Aynı şekilde ABD’nin IKBY’nin istemediği adımları atacağını, yani ABD’nin PKK’ye yönelik politikasını değiştireceğini beklemek, naiflikten başka bir şey değildir. Salt görüngülere bakarak yapılan çıkarsamalar ciddi yanılgılara yol açar. Bu yanılgılar üzerine kurulu analizlerle Kürt Özgürlük Hareketine siyasî önermelerde bulunulması ise, istemeden de olsa, telafisi mümkün olmayan hatalı adımların atılmasını önermekle eş anlamlı olacaktır.

»Ulusal birlik« yanılgısı

Kürtlerin »ulusal birliğinin oluşturulması« Kürt kamuoyunda geniş kesimlerin savunduğu yaygın bir kanı hâline gelmiştir. Burjuva milliyetçileri de, siyaseten solda duran Kürtler de »ulusal birlik« vurgusunu yapmakta, bunun »zamanının geldiğini« savunmaktadırlar. Benzer bir yaklaşım Peköz’ün yazısında da (aynı şekilde kimi HDP milletvekilinin açıklamasında da) okunabilmektedir. Peköz ve HDP milletvekillerinin yaklaşımı ile burjuva milliyetçilerinin yaklaşımları arasındaki tek fark, ezilen halklar vurgusudur. Ancak »ulusal birliğin« ezilen halkların yararına mı, yoksa zararına mı olacağı sorgulanmamaktadır. Yukarıda belirttiğimiz gibi, dünya görüşümüz açısından asıl belirleyici olanın ezilenler ve sömürülenlerin çıkarları olduğundan, »ulusal birlik« savunusunu sorgulamak zorundayız.

Bunu örnekleme üzerinden irdelemeye devam ederek yapalım. Peköz yazısında şöyle bir tespitte bulunmaktadır:

»Kobani üzerinde oluşturulan yeni politik denklem, önümüzdeki birkaç yıl içinde Güney ile Batı/Rojava Kürdistan’ının birleşeceğinin işaretlerini veriyor. Bu bir bakıma zorunlu ve kaçınılmaz olacaktır. Güney-Batı Kürdistan’ın birleştirilmesi de ABD’nin arzuladığı bir politik tercihi olabilir. Böylesi bir durumda küresel güçlerin çıkarları olabilir ama önemli olan Kürtlerin stratejik çıkarlarının korunmasıdır. Bu nedenle Kürtler arasındaki ittifakların kalıcılaşmasına ve stratejik bazı kurumların oluşturulmasına uluslararası ve bölgesel güçler değil, Kürtler ortak iradeleriyle karar vermelidir. Peşmerge’nin Kobani’ye bir savunma gücü olarak gelmesine pozitif bakmak gerekir. Önemli olan Kobani’den oluşan Kanton yönetiminin denetiminde hareket etmesini kabul etmesi ve orada oluşan toplumsal yapının realitesine uygun davranmasıdır.«

Peköz’ün yazısındaki bu paragraf, dördüncü ve altıncı noktalarda özetlediği görüşlerinin alt yapısını oluşturmaktadır. Bu nedenle irdelemeye bu iki noktayı da alıntılayarak devam etmemiz gerekmektedir:

»Dördüncüsü, biçimi ve işlevi üzerinde anlaşılmak üzere, Güney Kürdistan ve Rojava merkezli Kürdistan Savunma Gücünün kurulması son derece önemli ve gereklidir. Mesut Barzani’nin ‘Hewler neyse, Kobani Odur’ söylemini hatırlatarak, Güney Kürdistan Hükümeti, geçmiş hatalarını telafi etmek için Rojava’ya hiç bir koşul öne sürmeden gerekli ekonomik ve politik desteği sunmalıdır.

(...) Altıncısı, Kobani’de hemen her bölgesel ve uluslararası güç kendisine göre bir başarının peşindedir. Kürtlerin dahası ezilenlerden yana olan enternasyonalist güçlerin Kobani’de kazanması, Ortadoğu’daki politikaların yeniden yazılması anlamına gelecektir. Askeri ve politik güç ilişkileri, sürecin şekillenmesinde önemli bir etki yaratacaktır. Bu bakımdan Rojava’nın askeri gücü olan YPG’nin Kobani’de göstermiş olduğu direniş, sadece Kürt halkının çıkarları açısından değil, aynı zamanda bölge halkları içinde önemli bir başarıdır. Küresel kapitalist güçlerin bir Kobani hesabı olabilir. Ama önemli olan devrimci-demokratik güçlerinin de bir hesabının olmasıdır. Çünkü Kobani halkının örgütlediği kantonun oluşturulmak istenilen toplumsal sistem, emperyalistlerin değil, ezilen halkların çıkarınadır. Bu sisteme güç verildiğinde, büyütüldüğünde, demokratik devrimci güçler Kobani’de kazanacaktır.«

Toplumsal hafızanın zayıflığı, siyasî formasyonlara ve solda duran kimi yazara da bulaşmış gibi görünüyor. »Geçmiş hatalar« diyen adlandırılanların, »hata« olmadığı, aksine siyasî bir tercih olduğu görülmüyor. Aslına bakılırsa burada da asıl mesele göz ardı edilerek, kişilerin arzu ettikleri ve nesnel beklentiler toplumsal gerçeklermiş gibi ele alınmaktadırlar. Kürt kamuoyunda »Kürtlerin ulusal birliğine« sempati duyulması, hatta bağımsız bir Kürt »ulus devletinin« kurulması isteminin böylesine yaygın olması, Kürdistan halklarının ezilmişliği ve on yıllar boyunca dört parçada da maruz kaldıkları baskılar, işkenceler, yok edilmeler ve kirli savaşlar nedeniyle anlaşılır bir yaklaşımdır. Ancak, nesnel beklentilerin mutlaka beklenen sonuçlara yol açmayacakları ve »ulusal birliği« asıl belirleyenin maddi şartlar olduğu unutulmaktadır.

Örneğin Peköz, »Güney ile Batı/Rojava Kürdistan’ın birleşeceğinin işaretlerini« görüyor ve bunun »zorunlu ve kaçınılmaz olduğunu« yazıyor. Her ne kadar bu birleşmenin »küresel güçlerin çıkarına« olduğunu yazsa da, önemli olanın »Kürtlerin stratejik çıkarlarının korunması olduğunu« belirterek, Peşmerge güçlerinin Kobanê’ye gelmelerine »pozitif bakmak« gereklidir diyor. Bunlar varsayımlar ve umulanlar üzerine kurulu yanlışlardır.

Bir kere yapılan en önemli yanlış, Kürtlerin ortak »stratejik çıkarları« olduğunu varsaymaktır. Kürtler de, tüm diğer milliyetler gibi, sınıfsız ve imtiyazsız birleşik ve bütünleşmiş homojen bir toplum değillerdir. Eğer burada »stratejik çıkarlardan« bahsetmek gerekiyorsa, o zaman toplumsal sınıfların stratejik çıkarlarından bahsedilmelidir. Kürt burjuvazisi ve Kürt toprak sahipleri ile ezilen ve sömürülen Kürt yoksullarının aynı »stratejik çıkarlara« sahip oldukları, liberal bir iddiadır ve herhangi bir maddi temeli yoktur.

İkincisi, Güney Kürdistan ile Rojava’nın »birleşmesinin zorunlu ve kaçınılmaz olduğu« tespiti de maddi temeli olmayan bir boş iddiadır. Burada üretim tarzları ve yönetim biçimleri taban tabana zıt, toplumsal yapıları farklı iki bölge söz konusudur. Güney Kürdistan, yani resmi adıyla Irak Kürdistan Bölge Yönetimi petrol gelirlerine dayanan, kapitalist üretim tarzını öncelleyen ve burjuva egemenliğinde olan bir rant devleti olma yönünde ilerlerken, Rojava etnik ve dinsel farklılıkların politik olmaktan çıkarıldığı bir demokratik özyönetime, her alanda cinsiyet eşitliğine ve özsavunma anlayışına sahip, toplumun gereksinimlerini üretim kooperatifleriyle, yani kapitalist olmayan bir üretim tarzı ile karşılamaya çalışan ve bunları bir toplumsal sözleşmeyle anayasal zorunluluk hâline getiren özerk bir yapıdır. Kısacası, Güney Kürdistan burjuvazinin sınıf egemenliğinin, Rojava ise ezilen ve sömürülenlerin kendilerini yönetmesinin sembolüdür.

Üçüncüsü, Rojava’nın Güney Kürdistan’a ilhakı (başka türlü bir »birleşme« olanaksızdır), emperyalist stratejilerin ve bölgesel güçlerin çıkarına, bölge halklarının emekçi kesimlerinin aleyhinedir. Bunun neden böyle olduğunu sonraki bölümde ele alacağımız ekonomik politik arka plan ile açıklayacağız.

Şimdi, bu toplumsal, iktisadî ve siyasî gerçeklerden hareket edersek, Güney ve Batı Kürdistan’ın birleşmesini sınıfsal çıkarlar açısından değerlendirebiliriz: Eğer birleşme sonucunda Rojava’daki demokratik ve toplumsal sözleşmede kararlaştırılan gelişme yolu korunacak ve Güney Kürdistan’da da demokratik özerklik gerçekleştirilecekse, bu, zaten sınırlar anlamsız olduğundan, ezilenler ve sömürülenlerin ve aynı zamanda bölge halklarının emekçi kesimlerinin çıkarına olacaktır. Ama birleşme sonucunda Rojava’daki kanton sistemi yıkılacak, Güney Kürdistan’da olduğu gibi toplumsal, iktisadî ve siyasî ilişkiler egemen olacaksa, o zaman bu Kürt yoksullarının aleyhine olacaktır. Böylesi bir durumda, Batı’nın ve Türkiye’nin patronajı altında oluşturulacak bir Kürt »ulus devleti« sadece ve sadece Kürt burjuvazisinin sınıf egemenliğini ve kendisine ait »ulusal pazarı« kurmasına yarayacaktır.

Kürt burjuvazisi ve Kürt toprak sahipleri ile Kürt yoksullarının çıkarları birbirlerine taban tabana zıttır. O açıdan »Kürtlerin stratejik çıkarları« söylemi içi boş ve maddi temeli olmayan bir söylemdir. »Ulus devlet« konusunda 13 Şubat 2013 tarihinde yayınladığımız »İsmail Beşikçi eleştirisi« başlıklı yazıya atıfta bulunup, görüşlerimizin dayandığı temele dikkat çekerek, irdelememize devam edelim.

Duhok antlaşması ve ekonomik politik arka plan

Konumuzla doğrudan ilgisi olduğundan burada »Duhok Antlaşması« olarak anılan ve 15 Ekim 2014 tarihinde başlayıp, dokuz günlük müzakerelerden sonra imzalandığı açıklanan antlaşmaya da değinmek gerekiyor. Her ne kadar imzalanan metinde tam olarak ne yazdığı, bazı başlıkların haricinde, henüz kamuoyuna net olarak açıklanmamış olsa da, tartışmamız için ele almamız gereken önemli bir olgudur.

Kobanê’ye yönelik saldırılar, Rojava toplumunun meşru temsilcisi olan PYD’nin hareket alanlarını kısıtlamaktadır. Rojava, hâlâ Türkiye ve IKBY tarafından uygulanmakta olan bir ambargo altında ezilmeye devam etmektedir. Rojava sınırına hendek kazan, Rojava’nın siyasî temsilcilerine diplomatik görüşmeler için Güney Kürdistan’dan yolculuk yapmalarını yasaklayan, ilaç yardımları gibi insani yardımların Rojava’ya ulaşmasını engelleyen ve »Rojava’da PYD diktatörlüğü var« diyerek, Rojava’yı siyaseten yalnızlaştırmaya çalışan IKBY, bugün »Rojava’nın kurtarıcısı« rolünü göstermeye çabalamaktadır. Yaklaşık 200 bin kişilik maaşlı Peşmerge ordusuna, zırhlı araçlara, ağır silahlara ve Batı’nın olağanüstü desteğine sahip olan IKBY, daha doğrusu Barzani yönetimi, bugünkü siyasetiyle Kobanê’nin DAİŞ çetelerinden kurtarılmasını değil, Rojava’nın kendisine teslim olmasını sağlamaya çalışmaktadır. Duhok antlaşması aslında »Kürtlerin birliği« olarak değil, »zengin kuzenlerin« ölüm kalım mücadelesi veren »yoksul akrabalara« yaptıkları bir dayatma olarak okunmalıdır. Bu dayatma, Rojava’da toplumsal karşılığı olmayan veya yok derecede olan siyasî grupların, Rojavalılık temelinde değil, »Kürtlük« temelinde Rojava yönetiminde hak etmedikleri ağırlığı kazanmalarına yöneliktir. Ve milliyetçi çevrelerin (örneğin Nasname gibi) internet sayfalarında yapılan yorumlar, Rojava’daki demokratik deneyin sırtına saplanacak olan hançerlerin çoktan kılıflarından çıkartıldığını göstermektedir.

PYD’nin Duhok antlaşmasını olumlaması, Kobanê direnişinde elini bir nebze rahatlatacağından, anlaşılır bir yaklaşımdır, ama sonuçta »denize düşen, yılana sarılır« misali bir taktiksel zorunluluk olarak değerlendirilmelidir. PYD’nin bu zorunluluğun ortaya çıkardığı meydan okumalarla başa çıkıp çıkamayacağını ise zaman gösterecektir. Ancak, Peköz’ün yazdığı gibi, Peşmergenin Kobanê’ye gelmesine »pozitif bakmak« için hiç bir neden yoktur. Tam aksine ve YPG/YPJ komuta kademesinin doğru gördüğü gibi, 150 kişilik Peşmerge grubunun Kobanê direnişine bir katkısı olmayacaktır. Hele bir de Türkiye’nin istediği gibi büyük bir ÖSO grubunun Kobanê’ye gelmesi söz konusu olursa, belki Kobanê DAİŞ çetelerinden temizlenebilecek, ama Rojava’nın tüm kazanımları büyük bir tehlike altına girecektir. Bu durumda YPG/YPJ güçlerinin Rojava’yı ne kadar koruyabileceği büyük bir soru işaretidir.

Peköz, Barzani’nin »Hewler neyse, Kobanê odur« sözüne atıfta bulunuyor, ama burada asıl vurgunun »Hewler« olduğunu göremiyor. Barzani’nin asıl amacı Kobanê’yi »Hewlerleştirmektir«, Rojava’nın kazanımlarını korumak değil. Bu çerçevede Peköz’ün talep ettiği »Kürdistan Savunma Gücünün kurulması« Rojava’nın değil, Barzani’nin, dolayısıyla da Barzani’nin işbirliğinde olduğu güçlerin elini kolaylaştıracaktır. Zaten maaşlı Peşmerge güçleriyle, gönüllülüğe dayanan ve halktan oluşan YPG/YPJ güçlerinin bir çatı altında birleşmeleri olanaklı değildir. Gerçekleşebilecek en ileri işbirliği, DAİŞ’e karşı süreli ortak mücadeledir.

Diğer bir soru, »Kürdistan Savunma Gücünün« kimin kontrolü altında olacağı, komuta kademesinde hangi güçlerin belirleyici olacağı sorusudur. Yukarıda vurguladığımız gibi, çıkarları ve hedefleri birbirlerine zıt olan siyasî oluşumların ortak bir askerî güç oluşturmalarının olanaklı olmadığı açıktır. Kaldı ki, Êzidîlerin, Arapların, Türkmenlerin ve Asurî-Süryanilerin kurdukları özsavunma birliklerinin »Kürt« kimliğinin belirleyici olacağı bir askerî çatı altında nasıl yer bulabilecekleri belli değildir. Bu nedenle »Kürdistan Savunma Gücü« fikri, iyi niyetli olarak formüle edilmiş, ama bölgenin gereksinimlerine yanıt vermeyen ve özünde yoksul Kürtlerin ve diğer milliyetlerin çıkarlarına aykırı bir düşüncedir. Tekrar anımsatmakta yarar var: cehenneme giden yol, iyi niyet taşlarıyla döşelidir.

KCK, Duhok antlaşmasının »olumlu bir zemin yarattığını« ve Kürt örgütlerinin »yüzeysel ve dar yaklaşım ve tutumlarla hareket etmemeleri« gerektiğini açıklayarak, Kürt örgütlerinin »tarihsel sorumluluğuna« atıfta bulunmaktadır. Son yıllarda da görüldüğü gibi, KCK burada da tekrar sorumlu davrandığını göstermektedir. Ama aynı zamanda »Rojava devriminin ortaya çıkardığı kazanımlar« temelinde »demokratik birlik« vurgusu yaparak, olası bir »ulusal birliğin« ilkesel çerçevesini çizmektedir. KCK’nin bu yaklaşımında ortaya çıkan stratejik çizgi ve ilkesel yaklaşım, ezilenlerin ve sömürülenlerin perspektifidir. Duhok antlaşması her ne kadar PYD’ye yönelik bir dayatma olsa da, aynı zamanda tersinden KCK ve PYD dışındaki Kürt siyasî oluşumlarına bir siyasî hat hatırlatmasıdır. Duhok antlaşmasının hangi siyasî hat üzerinden ilerleyeceğini, Kobanê direnişinin gidişatı belirleyecektir. Gene de altını çizmekte yarar var: Rojava devriminin kazanımları büyük bir tehdit altındadır. 21. Yüzyıl’ın en muazzam olgusu olan Rojava devrimi bölge halklarının desteğini alamazsa, kazanımlarını korumada son derece zorlanacaktır. Kanımızca Rojava devrimini asıl kurtaracak olan, bölge halklarının ezilenler ve sömürülenler perspektifinden kurulacak birliğidir.

Rojava’nın geleceğini ve dolayısıyla Ortadoğu’yu etkileyen diğer bir faktör, ekonomik politik arka plandır. Güney Kürdistan’da toplam 45 milyar varil petrol ve 200 milyar metreküp doğal gaz bulunduğu tahmin edilmektedir. IKBY 2010 yılında yaptığı bir açıklamada, bir kaç yıl içerisinde günde 1 milyon varil petrol çıkartmayı planladıklarını belirtmişti. Günde 1 milyon varil petrol, güncel fiyatlara göre yıllık 37,5 milyar Dolar gelire eşittir. IKBY, 2019’dan itibaren günlük üretimi 2 milyon varile çıkartmayı planlıyor.

IKBY ile Irak merkezi hükümeti arasındaki ihtilafın temel nedeni, fosil enerji kaynakları üzerinde kimin hakim olacağı sorusudur. IKBY, Maliki yönetimiyle sürdürdüğü tartışmalar esnasında ve Kerkük petrol kuyularının kontrolünü aldıktan sonra, kendi hesabına petrol satışına başladı. Türkiye’nin enerji ve doğal kaynaklar bakanı Taner Yıldız 18 Ağustos 2014’de yaptığı bir açıklamada, bir kaç hafta içerisinde Ceyhan limanından toplam 7,8 milyon varil Kürt petrolünün yüklendiğini bildiriyordu. Aynı tarihlerde basına bilgi veren IKBY doğal kaynaklar komisyonu başkanı Dilshad Shaban, ABD, Çin, Hırvatistan ve Ukrayna’ya yapılan satışlardan IKBY’ne 500 milyon Dolar kaldığını açıklıyordu. IKBY, halihazırda fiyatı 102,20 Dolar olan bir varil petrolü 63,00 Dolar’a satıyor.

IKBY’nin uzun yıllardan beri Türkiye ile sıkı işbirliğinde olduğu ve aralarında OYAK Holdinge bağlı şirketlerinde bulunduğu çok sayıda Türk şirketinin IKBY altyapısının yaklaşık yüzde 75’ini inşa ettikleri biliniyor. Yılda 60 milyar Dolar’ını enerji alımına harcayan Türkiye, IKBY üzerinden enerji sorununun önemli bir bölümünü çözme uğraşısı içerisinde. Türkiyeli enerji devleri, diğer uluslararası tekeller gibi yıllardan beri IKBY’de aktifler ve enerji sektöründe dev yatırımlar gerçekleştirmektedirler. Örneğin BOTAŞ’ın internet sitesinden, iki boru hattı üzerinden yılda 71 milyon ton ham petrolün Güney Kürdistan’dan Ceyhan limanına nakledildiğini okumak mümkün.

Ancak Türkiye ve diğer ülkelerin Güney Kürdistan’a olan »ilgileri« sadece petrol ve doğal gaz kaynaklarına dayanmıyor. Wall Street Journal, New York Times veya Frankfurter Allgemeine Zeitung gibi Batı medyasında yer alan haberler, General Energy veya Exxon gibi tekellerin uzun yıllardan beri Güney Kürdistan petrolü ve doğal gazı ile İran doğal gazını nakletmek için, Suriye’nin kuzeyinden, yani Rojava’dan geçip, Ceyhan limanına bağlanacak bir boru hattı üzerinde çalıştıklarını gösteriyor. Bu planlar henüz Suriye’deki »istikrarsızlık« nedeniyle uygulamaya sokulamadı. Ancak NATO Türkiye-Suriye sınırına konuşlandırdığı Patriot hava savunma sistemleri ile, başbakan Davutoğlu’nun önceleri »insanî koridor«, şimdilerde ise »güvenli bölge« diye nitelendirdiği tampon bölge alanında »uçuşa yasak hava sahası« hazırlıklarını yaptı bile (5 Ekim 2012 tarihli »Akçakale Komplosu« ve 24 Kasım 2012 tarihli »Yurtsever mi, savaş sever mi?« başlıklı yazılarımızda bu planlara değinmiştik).

Diğer tarafta Doğu Akdeniz’de bulunan devasa doğal gaz rezervleri de bu boru hattı için önem taşıyor. 2010 yılında gazeteler Kıbrıs’ın güneyinde, Levante Havzası’nda 3,5 trilyon metreküp doğal gaz rezervi olan iki alanın keşfedildiğini bildiriyorlardı. İsrail, kıyısının 80 km uzaklığındaki Tamar bölgesinde doğal gaz çıkartmaya başladı. 2016’dan itibaren daha büyük rezervlere sahip olan Leviathan bölgesinde üretime başlayacaklar.

Ancak fosil enerji taşıyıcılarının çıkartılması ayrı, bunların »müşteriye«, yani Batılı ülkelere güvenli bir şekilde nakledilmesi ayrı bir meseledir ve asıl sorun burada yatmaktadır. Bilindiği gibi, ki Türk basınında da yer aldı, İsrail doğal gazını Türkiye limanları üzerinden pazarlamak istiyor. Bölgedeki ihtilaflar, bu planın en güvenli yol olduğunu gösteriyor. Enerji uzmanları, İsrail doğal gazının Batı Şeria ve Suriye üzerinden Rojava’dan geçmesi planlanan boru hattına bağlanmasının en güvenli ve düşük masraflı yol olacağı görüşündeler. Sıvılaştırılmış doğal gaz ihracat şampiyonu Katar da, sıvılaştırma işleminin yüksek maliyetinden kurtulmak için, doğal gazını aynı boru hattına bağlamak istiyor. Böylesi bir çözüm İsrail’e ek bir fayda daha sağlayacak: Paralel bir hat üzerinden Fırat ve Dicle’den içme suyu alarak, kronik su ihtiyacını çözüme ulaştıracak. İsrail başbakanı Netanjahu’nun, »Kürtlerin kendi devletlerine kavuşması için uluslararası toplum olarak destek vermeliyiz« çıkışının ardında bu iki neden yatmaktadır, ki İsrail basını bunu »jeopolitik pragmatizm« olarak nitelendirmektedir.

Enerji nakliyatının »güvenliği« Kürdistan’ın emperyalist ülkeler için kazandığı jeostratejik önemi açıklamaktadır. Örneğin Alman hükümetine yakın olan Konrad-Adenauer-Vakfı »Kürtler potansiyel olarak bölge için istikrar sağlayıcı bir rol oynayacak« ve »Kürt sorunu uzun yıllar boyunca uluslararası siyasetin önemli bir konusu olarak kalacak« belirlemesini yaparken, Brezilyalı strateji uzmanı Pepe Escobar, »Barzani yönetimi altındaki Irak Kürdistan’ı ABD için, Ortadoğu’da askerî varlığını koruyacak önemli bir enstrümandır« tespitini yapıyordu. Anımsanacaktır: 2014 Eylül’ünde Wall Street Journal’de bir haber çıkmış ve »İncirlik’i Kuzey Irak’taki Kürt topraklarında bulunan bir hava üssüyle değiştirmenin zamanı geldi« yorumu yapılmıştı. Ve 19 Eylül 2014 tarihinde IKBY Peşmerge bakanlığı basın sözcüsü Helgurt Hikmet, ABD’nin bir üs kurmak için izin istediğini ve Kürt parlamentosunun bunu onaylayacağını açıklamıştı.

Türkiye ve Suudi Arabistan gibi bölge ülkelerinin, emperyalist güçlerin stratejileri, Türk, Kürt ve Arap burjuvazilerinin çıkarları ve telgraf stilinde açıklamaya çalıştığımız ekonomik politik arka plan, Rojava’nın Barzani yönetimi altındaki Güney Kürdistan’a ilhakını, olmadı, eklemlenmesini gerekli görmektedir. Rojava, var oluşuyla DAİŞ’in de, bölge ülkeleri egemenlerinin de, emperyalizmin ve Kürt burjuvazisinin de yaşamsal çıkarlarına aykırı olan bir yapıdır. Bütün aktörlerin Rojava’ya yönelik politikaları bu gerçek üzerinde temellenmektedir. O açıdan Kobanê’yi savunanlar sadece kendi yurtlarını ve kazanımlarını değil, yeryüzünün lanetlilerinin çıkarlarını savunmaktadırlar. Kobanê’yi, Rojava’yı savunanların her zaferi, dünya halklarının, ezilen ve sömürülen sınıfların zaferi sayılacaktır. İşte, eğer Kürt Özgürlük Hareketine önermelerde bulunulacaksa, bu perspektiften yapılan ve bilimsel analizlere dayanan önermeler yapmak gerekmektedir.

Sonuç yerine...

KCK eş başkanı Bese Hozat » Kobanê Kürt sorununun kendisidir« diye önemli bir tespitte bulundu. Türkiye’de devletle müzakerede bulunan HDP milletvekilleri bu tespiti önemsemelidirler. Müzakerelerde karşınızda bulunan AKP değil, kapitalist devlettir. Devleti müzakere masasına oturtan ise, Kürt halkının verdiği mücadeledir. Sırrı Süreyya Önder’in dediği gibi, mesele »egemenler arası mücadeleye kurban gitmek« veya »sırf AKP gitsin diye sürece taş koymak« değildir. Ama müzakereler de »AKP’nin yerine demokratik bir alternatif yok« diyerek, salt hükümet aparatının insafına bırakılamaz. Burada belirleyici olan, AKP değil, verilen mücadelenin her iktidarın müzakere masasına oturmasını sağladığı gerçeğidir. Kaldı ki hiç kimse »otoriter hükümetlerle müzakere yapılmaz« dememektedir. Ama demokrasiyi »ıskalayarak« da müzakerelerden sonuç alınamayacağı ortadadır. Eleştiriler haklı bazı kaygıları ifade etmektedirler. »İsyanın siyasetini ve diplomasisini« yapanlar, bu kaygıları da dikkate almakla mükelleftirler, çünkü gerçekten barışçıl bir çözüm yoluna girilecekse, o zaman sadece devlet ve hükümet aparatları değil, farklı toplumsal kesimlerin çoğunluğu da buna ikna edilmeli ve kazanılmalıdır.

Diğer yandan, bunu komünistler ve sosyalistler olarak vurgulamamız gerekmektedir, müzakereler salt kimlik ve milliyetler sorunu ile sınırlı kalırsa, başarıya ulaşma şansları azalacaktır. Türkiye’deki sosyal sorunun etnikleşmekte olduğu, yani proleterleşmenin büyük oranda bir Kürt proleterleşmesi olduğu ve genel olarak emek sömürüsünün sistemin belirleyicisi olduğu göz önüne alınmaz, Türkiye egemenlerinin bölgesel emperyalizm hevesleri ile Ortadoğu’daki jeopolitik, jeoekonomik ve jeostratejik yönelimler dikkatten kaçarsa, çözüm süreci olarak nitelendirilen müzakerelerden istenilen sonuçlar alınamayacaktır. Aynı zamanda son gelişmeler, müzakerelerin kaderinin doğrudan Kobanê’nin kaderine bağlı hâle geldiğini göstermektedir. Kobanê’yi görüşme konusu hâline getirmeyen müzakereler, hem müzakere sürecine, hem de Kobanê direnişine köstek olmaya adaydırlar. Bu açıdan müzakerelere katılan HDP’li milletvekillerine, aslında bir bütün olarak HDP’ye büyük sorumluluklar düşmektedir. Halkların ve yoksul Kürt kitlelerinin siyaseten gerisine düşülmemeli, halk kitleleri ve direniş dinamikleri ile olan organik bağ kaybedilmemelidir. »Egemenler arasındaki mücadeleye« asıl kurban gidecek olanlar, rotayı kaybedenlerdir. Rota bellidir: her milliyetten, her inançtan ezilen ve sömürülenlerin özgürlüğü ve kurtuluşu.

Son bir not: Yazdıklarımız, her zaman olduğu gibi, milliyetçi kesimlerden tepki toplayacak ve alışılmış küfürlere vesile olacaktır. Bunları ciddiye almıyoruz. Sözümüz mazlumların, ezilen ve sömürülenlerin çıkarlarını vicdanında hissedenlere, Kürt Özgürlük Hareketinin farklı düzeydeki neferlerinedir. Yapmaya çalıştığımız, dünya görüşümüz temelinde bütünsel bir değerlendirme, neyin ne olduğunu söyleme ve olası tehlikelere dikkatleri çekme çabasıdır. Çabamızın temelini ikirciksiz dayanışmayı, eleştirel-özeleştirel dayanışma olarak algılayan komünist tutum oluşturmaktadır. »Her yürek bir devrimci hücredir« diyen Suphi Nejat Ağırnaslı ve diğer enternasyonalistlere atıfla; yüreği devrimci birer hücre olanlar için ulusların, etnik veya dinsel aidiyetlerin hiç bir önemi yoktur. Vatanımız yeryüzü, milletimiz insanlık şiarını kendi ölçeğinde gerçekleştiren Rojava bizler için bu nedenle böylesine önemlidir. Özünde sosyalist bir nüve olan Rojava ortak geleceğimizdir. Bu nedenle gelecek her yerde Rojava’nın, her yerde sosyalizmin olacaktır, barbarlığın rağmına!