Hiçbir kitap anlatılamaz! Her düşünce dünyası, dünyasına katabildiği satırların peşinde koşuşturur.

Hiçbir resim gösterilemez! Her yürek, kendi rengiyle gezinir renklerde.

Öykülerden ve yazarının kendi ürettiği resimlerden oluşan bir kitabı anlatmanın-paylaşmanın heyecanı, eksik anlatabilecek olmanın çaresizliğindeyim şimdi. Yine de, deneyelim paylaşarak çoğalma sevincimizi yitirmemeyi...

“Şu dünyanın kaç bucağına tanıklık etmiş, yetmiş yıllık, hep üreten bir ömrün; ömrünün böyle bir ilkini toparlayabilmekten vaz geçmemiş olması ne güzel. Öyküler ve resimler...” diye bir çığlık atasım geliyor. Ve Sevgili Muzaffer Oruçoğlu’nun; bütün güzel ilklerin getirildiği son hallere, dingin vuruşlar yaptığı öykülerde gülümsüyorum...

***

Akış, saldırış, parçalanış, inkârlanış, yani helezonik yükseliş, alt üst oluş, soğruluş, savruluş, yenileniş... Dünyanın sancısı yani. Şu an daha belirgin bu sancı. Tekrar diye bir şey yok bu sancıda. Zulüm daha belirgin. Dünyanın mantığını ve inandığı iyilik idelerini yamultuyor zulüm...

Düşünen canlı, insan; yapma ve düşünmenin peşindeydi. Dünyayı keşfetti. Yapma-düşünme evresi, yaşam-dünya ikilemiyle ters yüz edildi. Çakıştırıldı. Modern gelişimin pimi çekildi!

“Üretebilme” dediğimiz farkındalık, dev gibi bir farkındasızlığa dönüştü... yabancılaşmaya...

Şiirin ve müziğin işçiliğinin pır pır uçuşları, kalıcı olma ve elle tutulma hırsına konduruldu. Başlangıçta, eylemenin güzelliğiydi tadına doyulamayan. Kayalara çentikler atıldı. Acıları hafifletmek için yazıldı hikâyeler...

Heykeller yapıldı, resimler çizildi...

Sanatçılar; en özgün imzayı kimin atacağı, ölümsüzleşme çabalarında buluverdiler kendilerini...

Bu dünya, gerçek anlamda sahip olan insanların dünyası değil. Buna inandım. Bu dünya, sahip oldukları sanısına kapıldıkları şeyler tarafından sahip olunan insanların dünyası...

***

İşte üzerine-üzerinde milyarlarca sayfa yazı yazılan, milyarlarca sanat eseri üretilen bu dünyanın, böyle bir yoluna koyuluveriyoruz şimdi.

Sedir ağaçlarının ötesinden gelen lir kuşlarının ötüşleri arasında, satış ve ün güdüleriyle hareket etmeyen ressamların çıplak ruhları tarafından kuşatılarak başlıyoruz yola...

Özgürlük mü ahlâk mı?” diyerek karşımıza dikiliveren müzelerde-tarihlerde geziniyoruz... Apansız, “Gargantualaşıveriyoruz”!

***

Modern gelişimin çekilen pimi, büyük keşif patlamalarıyla sarsıldı. Sahip olan değil olunan insanlık; dünya üzerindeki her şeyi yokedebilme bilgi-yetilerine de erişti.

Dünya prangalamış özgürlüğünü, malum boğazlaşmasını sürdürüyor yine. İnsan, bahtına düşmüş dünyanın, ama dünya bahtsız. Dünya kanıyor, dünya kanıyor...”.

***

Edebiyat, başını alıp gidemedi. Reklâm dünyası, güdümlü sürüler oluşturdu. Edebiyat, reklâm dünyasının paketleri içerisinden patlayan dile bulandı. Bu dil okunur, bu dil yazılır oldu...

Çözmeyen, dağıtmayan, düğümleyen bir dille gereksiz ayrıntılar doğuran, doğurduğu ayrıntılarda boğulan bu edebiyatın ömrü kısadır. Bu edebiyat, sürünün ruhuna, alışkanlıklarına, inancına, rehavetine hitap ediyor. Bu edebiyat, koruyor, kolluyor, sahiplik hakkına, satışına ve kendi güvenliğine dikkat ediyor. Sırtlan gibi ölüyü mezarından çıkaran bu edebiyat, sürünün derinliğinde uyuyan büyük yıkıcılıktan ürküyor...

***

Kanlı fotoğraflar atılıp, “beğendiler” çoğaltıldı. Kan’a beğendi atar atmaz kahkaha atabilen bir insanlık kapladı sokakları. Duyarlılık; kan pazarında boğuldu... sanat kan pazarına üretmeye başladı...

Çizmeye kararlıyım ama nasıl çizeceğim?... Diller ansiklopedisinin kenarına yazılan ve inkâr edildiği için silahlanıp dağa çıkan dili nasıl çizeceğim?... Demir kıtaların demir çemberinde kalan kadının vurulan çocuğunu bağrına basışını çizerim, bu sorun değil. Kokmasın diye katlanılıp buzdolabına sıkıştırılan çocuğun yaralı ruhunu nasıl çizeceğim? Bu ruhun, resim dilini aşan çok güçlü bir dili var. Bu dili nasıl çizeceğim? Öldürülüp çırılçıplak soyulmuş ve meydana atılmış direnişçi bir kadının, bunu yapan silahlı müfrezeler tarafından zevkle izlenişini çizmek istedim bir ara. Kadın, kanını ipincecik bir tülbent olarak çıplaklığına sarmış bir vaziyette rüyama girdi. “Savaş anında beni sanatınıza alet etmeyin; ben bir sıra neferiyim, özgürlüğümü yaşadım ve devredip gittim” dedi... Vazgeçtim çizmekten...

***

Koyulduğumuz bu yolda, ilerlemeye devam ediyoruz.

Khatu Zeen’le irkiliveriyoruz.

Türevleri üretilmekten vazgeçilmeyen Freud’a, yığınla makyaj yapılmaktan kendisini kurtaramayan Kafka’ya çarpıveriyoruz.

Aşklara-aşksızlıklara düğümlenip, çözülüveriyoruz.

Değişik toprak parçalarına basıyor ayaklarımız. Sayısız insanla karşılaşıyoruz. Sayısız dille. Nice tarihlere tanıklık yaparken buluveriyoruz kendimizi. Kaç milletle, kaç gerçekle karşılaşıp, hakikatin peşinde koşarken; yanıtları verilememiş, milyonlarca yalanın yumaklarına çarpıveriyoruz.

Zamanın ve mekânın olmadığı bir metinde dil muammadır ve kudretin zirvesindedir....

Zaman ve mekânlar kayboluveriyor. Koca dünyadaki canhıraş tartışmaların içerisinde, çıkmaz sokaklara rastlayamıyoruz. VE İNSANLIK TARİHİNİN MÜTEVAZİ BİR PARÇASI OLMANIN FARKINDALIĞIYLA, KAYBOLAN ZAMAN-MEKâN AHENGİNDE AVUCUMUZA TOPLADIĞIMIZ MİNİCİK MİNİCİK, ELLE DEĞİL DİLLE İŞLENEN İNCİLERLE, KULAÇ ATIYORUZ BAŞKA BİR ZENGİNLİĞE; YİNE-YENİDEN....YOL-YOLCULUK BİTMEDEN...

*Künye: Muzaffer Oruçoğlu “Işıltılar İmgeler&Ressamın Minör Dünyası”, NotaBene Yayınları, İstanbul 2018.

Güney Kültür-Sanat-Edebiyat, Sayı86, Ekim-Kasım-Aralık 2018