Hızlı bir gelişmenin girdabındayız. İnsanlar farkında olmadan yaşananların içinde buluyor kendini. Çünkü elindeki cep telefonlarından, bilgisayarından kan akıyor. Kesilmiş insan başları, ölümden, açlıktan kaçan kadın ve çocukların çığlıkları düşüyor masalarının üstüne. Bir insan olarak önce kendini sorguluyorlar. Kim, ne, nerede, hangi tarafta bulunduğunu, bulunması gerektiğini anlamaya çalışıyorlar şaşkınlıkla.

Bu şaşkınlık halini, yalnızca sade, kendi halinde insanlar yaşamıyor. Her yeni günde gözlerimizi allak bulak olmuş bir dünyaya açıyoruz. Medya dünyasında bir öncekini hafif bırakan o kadar çok görüntü, resim ve o kadar hızlı akıyor ki acıma, tepki ve haklılık da aynı hızla saf değiştiriyor izleyenlerde. Onları idolojik pradigmalarında çelişkiye ve dahası iç dünyalarının derinliklerinde vicdan muhasebesine düşürüyor. Olayların trajik gücü o denli vahim ki, politik argünalardaki farklılıklarla birlikte „ezeli rakip“leri aynı cephenin bir parçası haline getirebiliyor.

Çünkü ekranlardan vicdanlarımıza vuran kirli görüntülere, çığlık ve daha da beteri, umutsuzluğa karşı daha fazla direnemiyoruz. Celladın elindeki bıçağıyla arkasında durduğu kurbanının sesizliği, bizleri eziyor, insanı sorumluluğa çağırıyor. Rojovali yaşlı kadının ve kardeşini zorlukla taşıyan küçük çocuğun yaşama koşuş hali, bizleri utandırıyor. Gözlerimizi, kulaklarımızı tapatamıyoruz, sırtımızı dönemiyoruz, yaşananlara. Bütün bunları yapabilsek bile vicdanımız bir yumruk olup boğazımızı tıkıyor. Büyük bir dram, yaşananlar. Öyle büyük bir dıram ki, büyük bir zaman ve emek harcanarak ortaya çıkarılan sanatsal dramatolijiyi yüz yıl anlamsız kılacak türden.

Çünkü izlediğimiz görüntülerde bir zaman tünelinden geçiyor gibi oluyoruz. Kullandıkları silahlar, arabalar, cesetleri görüntüledikleri son model cep telefonları, üzerlerindeki „Caprie Hose“ pantalonları gibi çelişkili halleriyle orada yaşanılanlar, orta çağın ilkel mitolojik dönemine sokuyor bizleri. Tarih kitaplarında kaldığını sandığımız dünya ile karşı karşıya kalıyoruz bir anda...

** *

Yaşanılanları, kimisi „İslam’ın vahşiliği“ne, kimisi de sosyal olarak dışlanmış bir coğrafyanın hezayanına, akıl sağlığını yitirmiş, çılgınlık haline bağlıyor. Ne adına olursa olsun yapılanlar bütün bir insanlığa zarar veriyor. En başta da temsilcisi olarak ortaya çıktıkları İslam’a.

Peki İslam dünyası bunun neresinde? Olaylara nasıl bakıyor? İSİD’in gösterdiği „gerçek İslam“ bu ise, şimdiye kadar İslam adına yapılanlar ne oluyor?

Ne yazık ki, bu konuda büyük bir sesizlik hakim İslam dünyasına. Özellikle Türkiye’deki islami kesimlerde büyük bir sissizlik var. . Bu sessizlik de başta Türkiye’de yaşayan farklı inanç ve kimlikler olmak üzere, Türkiye ve diğer müslüman ülkelerinden gelen göçmen müslümanların yaşadığı Avrupa ülkelerini tedirgin ediyor, endişeye sürüklüyor.

* * *
İSLAM DÜNYASININ SESİZLİĞİ

Bir din olarak İslam’ı ve İslam dünyasının tamamını bu görüntülerle özdeşleştirmek tabiki yanlış.

Ama sorun şu ki; İslam dünyasının kendisi, takındığı tutumla İslam’ın ve müslümanlığın bu vahşet görüntüleriyle birlikte anılmasına yol açıyor. Egemen politika ile kendilerini o kadar bütüneştirmişler ki „İslam bir barış dinidir“ deme cesaretini bile gösteremiyorlar. Örneğin Türkiye’de hükümet İSİD’e „terörist“ demediği için, dini cemaat ve çevreler de bunun dışına çımıyorlar. Bu durum, politikanın dini ne denli esir aldığını gösteriyor. Bu sessizlik, kafalarda soruların oluşmasına neden oluyor. Her durumda fetva yayınlayan Mısır Müftülüğü ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bu konuda sesiz kalmaları nasıl açıklanabilir? „Mehdi“lik adına İSİD’in Ezidilere, Kürtlere, Şiilere, Türkmenlere kısacası kendisinden olmayanlara karşı uyguladığı vahşete seyirci kalmak, İslam’ın imajını lekelemiyor mu? Onlarca mezhep ve yüzlerce tarikata bölünmüş İslam dünyasının bu „derin“ suskunluğu nasıl anlaşılmalı? Dış dünyada „İslam düşmanlığı yapılıyor“ diyerek ayağa kalkıyorlar, ama nedense dönüp kendilerine bakmıyorlar. „Bu tutmumuzla İslam’a zarar vermiş olmuyor muyuz?“ sorusunu kendilerine sormuyorlar...

İSLAM AYDINLARININ DURUMU

Aydının sorumluluğu ağırdır. İslam aydınlarının sorumluluğu ise çok daha ağırdır. Aydının susması afedilir değil. Susarak aydın olunmaz. Maalesef İslam aydınları bu konuda derin bir suskunluk içinde bulunuyorlar. Suskunlukları da onları, „Allah adına“ işlenen bu vahşetin birer parçası haline getiriyor. Ayrıca İslam’a yapılmış olan bu „hakaret“i kendileri daha de ilerletmiş oluyor ve İslam’ı kuşku, endişe ve korkuyla bakılan bir eksene oturtmuş oluyorlar. Dış dünyada İsam’a karşı gelişen olumsuz yargıların nedenini, sadece dış dünyanın kendisinde değil, İslam aydınları ve kurumlarının bu suskun, korkak ve faydacı tutumlarında da aramak gerekiyor.

Şunu da söylemek gerekiyor: İslam aydınları ve kurumları dinin maddi dünya ile olan ilişkilerinde ortaya çıkan sorunlarının çözümü uğraşısndan uzak bir duruş, sergilemektedirler. Bu konularda İslam’ın ilk yüzyıllardaki ilerleyişinin gerisindedirler. Dinin teolojik boyutunu aşmayan yaklaşımlarıyla dini, bir geçim ve kariyer aracı haline getirmişlerdir. Tabiki azınlıkta da olsalar dürüst ve samimi müslüman aydınlar var. Ama büyük bir çoğunluğu iyi bir gelir kaynağı ve kariyer yapma aracı olarak görmektedirler İslam’ı. Bir aylık bir ramazan proğramı için 600 bin dolar alanların ve bu parayı verenlerin yaptıklarını İslam’ın hayrına kim yorabilir?

Eğer İslam dünyası ve aydınları bir tavır koymazlar ise, bundan böyle eline siyah bayrak alarak kendini „Mehdi“ ilan edenlerin önüne geçemezler. Kendisini „Mehdi’nin askeri Şauyb bin Salih’ı ilan edenler çoğaldıkca bundan bir din olarak hem İslam zarar görecek hem de onların „kafir“ olarak gördüklari mahsum insanlar.
* * *
İnsanın, kendi maddi-sosyal yaşam gerçeğini unutarak, tanrı kavramı ile körü körüne kurduğu yakınlık, kendisine, dolasıyla insana yabancılaşmayı getirir. Değişik bir anlatımla; insanın kendisini unutarak başka güçler ve sembollerle bütünleşmesi veya bütünleşme çabası, kendisi, dolaysıyla insan olmaktan uzaklaşmanın da çabasıdır. İnsanlık için en büyük tehlike de burada yatıyor.

Alman yazar Nietzsche „Vahşet, insanoğlunun yaptığı en eski şenliklerdeki neşe kaynaklarından biridir. Dolayısıyla tanrılara dehşet manzarası sunulunca onların da ferahladıkları ve neşelendikleri sanılır.” diyor. İnsan oğlu kendi tutumunu tanrıya mal etmekle çirkin emellerine bir haklılık kazandırmak istiyor.

Olaylara bir de bu açıdan bakmak gerekiyor.

Not: Haftaya İslam dünyasının sosyal yapısına değineceğiz.