“Önce insan olacaksın, sonra avukat” / Av. Halit Çelenk

Dünyada, savaşa karşı çıkmak insani bir görevdir. Dünyanın neresinde olursa olsun eğer bir insan dahi renginden, kültüründen, konuştuğu dilden dolayı baskı altındaysa, zordaysa o ülkenin topu zan altındadır. Utanmalıdır. O ağır yükten kurtulmak için bu kötülükleri yapanları lanetlenmelidir.

Ayrıca tarihi, kültürü, etnolojiyi, toplum psikoloji ve gelişen çağın teknik, sosyal ve politik bilimleri alanında sağlıklı derin bir bilgiye sahip olmadan konuşmamak gerek.
Geçenlerde Adana Belediye Başkanının desteğiyle Uğur Dündar Halk TV. deki programını Adana'da yapıyordu. Üç konuğu vardı salon doluydu. Anlaşılan reklamı Belediye ve Adana yerel basın tarafından da iyi yapılmıştı. Ankara Milletvekili ve CHP Grup Başkan vekili Levent GÖK de bu programda yer aldığı için CHP'lilerin de iyi çalıştığı anlaşılıyordu.

Ama Programa damgasını vuran İstanbul Barolar Birliği Başkanı Av. Doç. Dr. Ümit KOCASAKAL’dı. O başta Kürtler olmak üzere Türkiye'deki azınlıklara karşı kin ve nefret saçarken Türkiye'de herkesin adı önünde saygı ile eğildiği dostumuz Av. Halit çelenk’in bu sözlerini hatırladım. “Önce insan olacaksın, sonra avukat.”

Baro Başkanı olan bir insanın savunması gereken işlerin başında ne gelmesi gerekir?

İnanıyorum ki “elbette adalet olacaktır” cümlesi dudaklarınızdan akacaktır. Nasıl adalet savunulur ve sağlanır? Haksızlıklara karşı durmak ve insan haklarını, eşitliği savunmakla mümkündür. Toplumların her zaman ihtiyacı olduğu özellikle bu günlerde Türkiye halkının ekmek, su ve hava kadar ihtiyacı olan Barış. İnsan hakları ve barış savunulmadan ne adalet, ne de eşitlik ilkesini gerçekleştirmek mümkündür.

Gerçekten insan olan birinden helede hukukçu olan birinden bunları savunacağını düşünür ve beklersin. Ama ırkçılığın batağına batmış birinden insanlığın temel ilkesi olan, insan haklarını, adaleti ve barışı savunmasını beklemek elbette sadece saflık ve kendini aldatmaktır.

Bir hukukçu Anadil’in insan halklarının temel ilkelerinden biri olduğunu bilmez mi? Ve  Anadil’in ancak  dersliklerde kurallarıyla öğrenileceğini ve gelişeceğini bilmez mi? Bunu bilmiyorsa bu demektir ki Hukuk eğitimin daha “H”  harfini bile kavramamıştır. Ayrıca bir Hukukçunun Türkiye'nin de İnsan Hakları Bildirgesinin altına imza koyduğunu da bilmesi gerekir. Bu sözleşme çerçevesindedir ki Almanya, Fransa, Hollanda, Avusturya, Belçika Vs. ülkeler binlerce öğretmenimizi Anadil öğretmeni olarak çalıştırıyor. Demokrasinin hakim olduğu ülkelerde yeter ki aynı yaşta en az 10 çocuk ana dil öğrenmek için bir okulun yönetimine başvursun. Bu baş vuru olduğunda o okulda ki derslikte öğretilen- okutulan devlet dili kaç saatsa diğer Anadillerde onun kadar ders alırlar. Tek şart aynı yaşta ve 10 çocuktan az olmamalıdır.

Peki  Anadiller Devlet diline alternatif midir?

Kesinlikle hayır. Farklı Anadillerin varlığı o devletin zenginliğidir. İkinci Dünya Savaşında taş üstünde taşı kalmayan Almanya bu gün dünyada var olan gelişmiş Süper Güçlerden biriyse bunda Almancanın dışındaki Anadillerin payı çok büyüktür. 1945 yılında  savaşta yenilgiyle çıkan endüstrisi kalmayan Almanya savaştan sonra kapısını önce İtalya, Yunanistan, ardından Portekiz, Türkiye, Tunus, Yugoslavya ve İspanya ya açarak hem beyin, hem kol gücü alarak onlara Anadillerindeki eğitimde başarılı olanlarla köken olarak bağlı bulundukları milliyet ve ülkelerle ilişki kurarak pazarlarını geliştirdiler. Oralarda ki beyin gücünü ülkesine çektiler. Bu Almanya sanayisinin hızla toparlanması ve uluslar arası pazarda önemli bir güç olmasını sağladı. Süper Güç olmanın yolunu açtı.

Türkiye'nin turizmi ve tekstil pazarının dünyada tanınmasında bu Avrupa ülkelerinde okuyan, yetişen çok dil bilen insanların katkısını da unutmamak gerek. En bilinen örnek turizmde Öğer Kardeşler, tekstilde  Kemal Şahin ilk akla gelen iki isimdir böyle onlarca isim saya biliriz. Uygarlığın gelişmesinin temelinde barış vardır. Gerilemenin, dağılmanın tarihinde hep savaş olmuştur.

Tekrar hukuk meselesine dönersek hukukun temel ilkesi adalet ve eşitliğin sağlanması olduğuna göre bir hukukçunun da asıl görevi bunların gerçekleşmesi için çalışmak değil midir?

Bir ülkede bir Milliyetin Anadilini devlet eliyle öğretiliyor, gelişmesi içn tüm olanaklar yaratılıyor. Ama aynı ülkenin vatandaşı olan, başka Anadillere devlet olanakların kapısını kapatıyor, dersliklerde okutularak gelişmesini engelliyor. Bunlarda başta askerlik, vergi vermek, ülkenin kalkınmasında katkıda bulunmak üzere tüm gereklerini yerine getiren vatandaşlar . Bu ayrımın eşitlik ilkesine açıkça uymadığını beş yaşındaki bir çocuk bile bilir. Bu eşitsizliğe vicdanlı olan, insan olan her birey karşı çıkar. Ama Asıl olarak beklenen, önemli olan Hukuk bilgisine sahip olanların karşı çıkmasıdır. İşte bunun içindir ki Av. Halit Çelenk “Önce insan olacaksın, sonra avukat” demiştir.

Peki Hukukçuların savaştan, eşitsizlikten yana tavır aldığı, insan haklarını ihlal ettiği bir ülkede barış kolay sağlana bilinir mi? Ne yazık kı bu soruya da olumlu yanıt vermek mümkün değildir.

Sonuç olarak bu gün, Türkiye'nin ve komşu ülkelerin yaşadıkları eşitsizlikte dünya silah tekelleri yararlanıyor. Her meslekten yerli işbirlikçilerini harekete geçiriyor. Farklı kültür ve Anadillerdeki halkları birbirine karşı kışkırtıyor.

Orta doğu ve Balkanlarda sürekli bir savaş ortamı yaratarak bu birlikte yaşaması gereken çok güzel bir renkliliği birini öbürüne yok ettirmeye, fukaralaştırmaya çalışıyorlar. Oysa çağımızda Kürtler, Türkler, Acemler, Araplar, Ermeniler, Rumlar ve daha onlarca milliyet ve kültürden gelenler akrabadır. Et ile tırnak gibidir. Ama bir parmağı sadece ette oluşturamazsınız. Tırnak, kaslar, et, kan, deri, beyin ve diğer organlar ile canlı bir bağı olduğu zaman canlıdır. El, kol ve tüm vücut ile bütünleşen ve yaşayan, canlı işe yarayan bir parmaktır. Ülkemizde de farklı kültürler, diller bir vücudun bütünlüğünü, yani Türkiye'mizin bütünlüğünü oluşturuyorlar.

Türkiye'de hata tüm dünyada birlikte yaşayan toplumlar çok renkli güzel bir resim tablosunun renkleri gibi iç içe geçerek ama varlıklarını da koruyarak yaşarlarsa biri öbürünü besler, yeni imgelere, icatlara imza atar. Ülke toplumuna,özellikle genç nesillere yeni yeni kapılar açar, dünya toplumları arasında kültür, sanat ve bilim alanında en ön saflarda yer almasını sağlar.

Toplumlarda kemiksiz, kassız bir et yığını gibi olursa çürümeye dağılmaya, yok olmaya mahkumdurlar. Bu nedenle, Tükçe ile birlikte Kürtçenin, Lazca'nın,Arapça'nın, Acemce'nin, Rumca'nın, Ermenice'nin, Yahudice, Arnavutça'nın kısacası tüm yerel dillerin Türkiye’de eşitçe kardeşçe varlıkları oranlarında okullarda, Anadil dersleri olarak kendilerini geliştirmeleri olanağını mutlaka bulmalılar. Bundan korkmamak gerek. Bunların varlığı, gelişmesi ülkemizin zenginliğini ve dünya dillerinin merkezi olmasını sağlar. Bu gün var olan turizm alanında da en az yüz kat artırır. Diğer ticari alanlarda da artırır. Daha çok önemlisi inanılmaz bir biçimde yeni icatlara imza atmasını sağlar ve dünya da gelişen tekniğin önüne çıkarır.

Boşuna mı gelişmiş sanayi ülkeleri her yıl milyarlarca dolar harcayarak geri kalmış ülkelerdeki başarılı gençleri kendi ülkelerine almak ve onlara burs vermek için yarışıyorlar? Onlar bu gençlerin zekalarından yararlanmaya çalışıyorlar.  Onların yaratacağı yeni icatlara kendi imzalarını atmalarını, kendi ülkelerinde geliştirerek dünya pazarında en önemli güç olmayı hedefliyorlar.

Sonuç olarak, dil ve kültürleri yaşatmak tükenmekle yüz yüze kalan bir bitki ve hayvan türünü yaşatmaktan çok daha önemlidir. Türkiye toplumu ve topraklarının akan kana değil barışa, teknik alanında, bilim ve kültür alanında atılıma gereksinimi vardır. Bunun içinde yukarıda söylediğim gibi başta Türkçe, Kürtçe, Lazca, Arapça, Rumca, Ermenice, Yahudice olmak üzere hangi diller varsa hepsi yaşatılmalı, korunmalı ve onlara mensup insanlar yaşadıkları topraklarda kendilerini güvende, barış içinde görmeliler. Bu zenginliği korumaya ve yaşatmaya çalışmamız gerekir. Bunu sağlarsak iç barışı da sağlamış oluruz.

Gerçekten insan olmak kolay değil çünkü insan haklarının temel ilkesi olan barış, adalet ve eşitlik için çaba göstermek kolay değildir günümüzde. Yurtseverlerin görevi birinin öbürünü yok etmesinin ortamını hazırlamak değildir. Olmaz da, tersine yurtseverler biri öbürünü korur ve yaşama olanağı yaratır. Sonuç olarak bir arada yaşayan yerel dilleri ve kültürleri bir zenginlik olduğu ve yaşatılmasının önemi kavranmalıdır, korunmalıdır. Bu zenginlikleri bombalamak kadar  halkları ayrıştırarak yok etmeye çalışmak sadece ülkedeki çatışmaları derinleştirmekle ve yeni çatışma alanları yaratmakla kalmaz. Bu ülkeye, gelecek nesillere, hatta dünyamıza büyük bir ihanettir. 

21 Şubat 2016
Molla Demirel
Radyo-Kaktus Münster e.V.
Genel yayın Yönetmeni