Sanatın en pespayesi, onun, kaba ideolojik bir kalıba sığdırılarak iktidarların etkisini güçlendirmek amacıyla topluma sunulmuş olanıdır. Çünkü sanatın gerçekçiliği yanında aldatıcı, özgünlüğü yanında taklitçi, evrenselliği yanında sınırlayıcı, ölümsüzlüğü yanında geçici, dönemseldir. Bu amaçla kullanılmış roman, şiir, şarkı ve filmlerin tamamının ömrü, hizmet ettikleri ideolojik yapı ve iktidarların yaşamıyla sınırlı olmuştur.

Ne ki, insanları hızlı etkileme özelliğiyle sanat, siyasi iktidarların vaz geçemedikleri bir iletişim aracı olarak kullanılmaya devem ediliyor. Kısa sürede geniş kitleleri etkileme gücü nedeniyle de sinema ve müzik bu alanda başı çekiyor.

Bu amaçla çekilen filmler, büyük bütçeler ve dönemin en son tekniği kullanılarak yapılıyor. Buna karşın, sanatın o estetik kaygısını taşımayan kaba filmiler olmaktan öteye gidemiyorlar.

1980 yıllarında baş rolünü Sylevster Stallone’nin oynadığı İlk Kan (1982) ile başlayan bu tür filmler, bir anda seri halde çoğaldı Amerika’da: The Terminator (1984), Rambo (1986-2003 yılları arasında 5 kez çekildi), sırasıyla Müfreze 1986), Zor Ölüm (1986), yine yönetmenliğini Tony Scott’un yaptığı Top Gun (1986), Av (1987) vb. Bu filmler, 1980 yılların Amerikan sinemasını adeta işgal etti. Çekilmiş değil, çektirilmiş filmlerdi. Ve kısa süre sonra silinip gittiler.

Amerikan yönetimini bu filmleri çekmeye iten nedenler vardı. Dünyada yaşadığı sorunlar iç sorunlarını büyütmekteydi. 1979 yılında İran, Nikaragua, Afganistan gibi yerlerde büyük darbeler yemişti. Avrupa Nato dışına çıkmak arayışını yoğunlaştırmıştı, dünyada yükselen barış dalgası Amerika’nın gerilim politikasını tırmandırmasını zorlaştırmıştı.

Kendisi de bir aktör olan Ronald Reagen bu koşullarda Amerikan Devlet Başkanı seçildi. Tıpkı bir benzerini bugün Trump’ın yatığı gibi, Amerikan militarizmini yükseltmeye koluydu. Bunun için önce ulusalcılığın yükseltilmesi gerekiyordu. Çünkü militarizm ulusalcı zemine basmadan yükselemez. Bu iş için sinema bulunmaz bir fırsattı. CIA, Pentagon ve çeşitli sermaye gruplarının desteğiyle maliyeti büyük içeriği ucuz filmler yapıldı. Filmlerin konuları neredeyse birbirinin aynısıydı: Amerikan çıkarları için savaşan “kahramanlar”.

Reagen Amerikan militarizmini güçlendirmeyi başardı mı? Evet. Amerikan savaş bütçesi her yıl itirazsız arttı. Nato’dan ayrı askeri hareketler düzenlemesi kolaylaştı. Nedeni her ne kadar 11 Eylül gözükse de, her yere kolayca asker gönderebilmesinin zemini oluşturuldu. Bu sorumsuz davranışla toplumu, daha çokta çocukları ve gençleri, bir şiddet sarmalının içine çekti. Son yıllarda okul (ilk okullar da dahil) ve sokaklarda sıkça yinelenen toplu katliamların tohumu, bu dönemde atıldı.

Benzer bir durum bugün Türkiye’de yaşanıyor. Türkiye iç ve dış sorunları tarafından tam bir kuşatılmışlık halini yaşıyor. AK Parti iktidarı bu durumdan içte şiddetin, dışta ise savaş ve restleşmenin dozunu artırarak kurtulmaya çalışıyor.

Böyle bir militarist politika, güçlü bir iç dinamizme dayanmadan sürdürülemez. Bu nedenle ulusalcılık ve din ekolü geliştirilip güçlendirilerek militarist politikaya taban yaratılmak isteniyor. Bu iş için en uygun araç, özellikleri nedeniyle sinema ve medya.

Tv. kanallarının büyük bir bölümü ve film dünyası, bu konuları işlemekle görevlendirilmiş. Sinemalar ve tv.ler sanatın estetik kaygılarından uzak, kaba propaganda yapan film ve dizilerle dolmuş durumda. Amerikan filmlerinde olduğu gibi bunların da hemen tamamının hikayesi aynı: Düşman (daha çok Rum-Ermeni-Arap-Kürt) ve ihanetlere karşı savaşan Türk-İslam sentezli “kahramanlar.”

Görünüşte tarih filmleri, ama gerçekteyse Amerikan filmlerinde olduğu gibi şiddet, filmlerin sürükleyiciliğini oluşturuyor: İşkence ediliyor, kafa, kol kesiliyor. Yapılan ajitasyonla izleyicinin düşünme yetisi elinden alınıyor ve izleyici basamakları çıktıkça güncel yaşamdaki “Kurtarıcıya-Kahraman”a biat etme algısıyla buluşmuş oluyor. “Onun götünün kılı olayım” diyor...

İktidar filmleri, kendilerine, ‘ülkenin geleceğini şekillendirme’ gibi görevler biçseler de, gerçekte, mayıs böcekleri (en kısa yaşayan canlı) gibidirler; ömürleri iktidarlarla sınırlıdır. Böyle de olsa verdikleri zarar, kuşaklar üzerinde uzun zaman silinemeyecek türdendir.

Bu filmlerden en çok etkilenen çocuklardır. RETÜK’cülerin ölçüsü iktidarı korumak olduğundan, şiddet içeren ve ırkçılık propagandası yapan bu filmler karşısında en savunmasız konumda çocuklar duruyor. Bir çok şiddet filmi “Genel İzleyici,” yani 0 yaş grubuyla başlıyor. Bu haliyle, pedagoji ile tanışmamış bir toplum izlenimi veriyor Türkiye.

3 Mart günü İstanbul’da toplanan “Milli Kültür Şürası”nda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yapmış olduğu konuşma, tehlikenin daha büyük olduğunu gösteriyor. Erdoğan’ın konuşması pedagojik bir formattan yoksun ve etkileri bakımından da yıkıcı sonuçlar doğuracak türdendi. Şöyle dedi Erdoğan: “Ertuğrul dizisi ülkemizin içinde ve dışında ilgiyle takıp ediliyor. Eğer benim 6-7 yaşındaki, 13-14 yaşındaki torunlarım tekrarını da izliyorsa demek ki biz bunu kazanmışız.”

Cumhurbaşkanı’nın 6-7 yaşındaki çocukların şiddet ve ırkçılık içeren filmleri izlemelerini bir övünç kaynağı olarak gösterdiği Türkiye gibi bir ülkede, kime ne söylenir ve nasıl anlatılır? “Pedagoji olsa ne yazar, olmasa ne yazar!” denip işin içinden çıkılacaktır.

Erdoğan’ın konuşması bir durum saptaması olarak da görülmelidir: Eğitim-pedagojik yetmezlik gibi şeyler söylemeye gerek yok. Ama durumun çok vahim olduğunu belirtmek gerekiyor. Açık ki, çocuklar büyük bir tehlike altındadır. “Cumhurbaşkanı olunca idam getireceğim!” diyen çocukların varlığı tesadüf değil.

Oysa çocuklar dünyayı bir oyun alanı, sonsuz bir park olarak görmelidirler. Oyunlarının, seslerinin birbirine karıştığı bir park. İnsanı sevmeyi, çevreyi, hayvanı korumayı öğrenmeli. 6-7 yaşlarındaki çocukları politik hırsların kurbanı yapmakla , “kazanmış” değil, şiddet ve ırkçılık sarmalından kurtulamayan, kaybetmiş bir ülke yaratılır ancak.