“Bizi de götür!” diye bağırıyorlar. 


Kimi parti başkanları, akademisyen, Milletvekilleri, gazeteciler, sendikacılar, tarikatçılar, askerlikten kaçmak için “çükür raporu” almışlar, arabesk ve üçüncü derecede aşk-meşk dizilerinin oyuncuları, hatta ithal şarkıcı-mankenler, askerliğini paralı yapmışlar, kentlerin orta-kenar mahallerinde itilmişlik ve yoksulluk bezginliği altında unutulmuşlar, iktidar partisinin çeperinden içeri girmeye çalışan yeni yetme uyanık politikacılar, hepsi  Afrin’e gitmek istiyor. 

“MİLLİ” OLAN NE?

Ülkedeki hava şu: Afrin’e gitmek isteyenler “millici-vatan sever,” sessiz kalanlar ise “hain, bölücü-Amerikan işbirlikçisi!”

Bu hal, bir ülke saldırıya uğradığında belki anlaşılır bir durumdum. 

Ama durum öyle değil! 

İşgal etmek için Türkiye’nin sınırlarından içeri girmeye çalışan yabancı bir güç yok.  Tersi bir durum yaşanıyor: Türkiye’nin kendisi  komşu bir ülkenin sınırından içeri giriyor. O ülkenin köylerini, kentlerini havadan, karadan bombalıyor.  

Diğer yandan; İktidar olan partinin stratejisi –ucunda savaş da olsa- bütün ülke halkının stratejisi değil. Ortak noktalar boyutunda yakın görenler destekler, görmeyenler desteklemez. Söz konusu Türkiye olduğunda; 93 siyasi parti bu ülkede faaliyet sürdürüyor. Uzaklık ve yakınlıklarına karşın, sonuçta her biri ayrı bir parti. Bunlar, iktidar partisinin stratejik konseptlerini onayladıklarında MHP gibi olur, varlık nedenlerini anlamsızlaştırırlar. Partilerin varlıkları, farklılıktır; kendine göre stratejileri ve siyasal konseptleri vardır. İktidar partilerinin yanlış, hatalarını engellemenin yöntemi budur. Örneğin; Hitler de “millilik” adına hareket etti; “Her şey Almanya için!” dedi ve dünyayı işgale kalktı. Sonuç ne oldu? Felaket! Onun politikalarına karşı çıkanlar “hain” olarak görüldü, tutuklandı ya da öldürüldü. Dört kuşak sonrasının insanları olarak biz, şimdi, “keşke daha çok insan karşı çıksaydı da 40 milyon insan  ölmeseydi,” diyoruz.  

Benzer bir durum Türkiye tarihinin kendisinde var: Menderes Hükümeti, Meclis’e danışmadan ve muhalefetin bütün itirazlarına karşın, 1950 yılında Kore’ye aşamalı olarak 23 bin asker gönderdi. O günlerde buna karşı çıkanlara “hain”, çıkmayanlara “vatan sever” diniyordu iktidar tarafından. “Vatan severler” neden Kore, diyorlardı? Bugün düşman ilan edilen NATO’ya girmek ve Amerika ile dost olmak için. Üç yıl süren savaşta asker sayısına göre en büyük kaybı veren ülke Türkiye oldu: 1000 öldü, 2 bin 500 yaralı. Aradan üç kuşak geçmiş ve Kore’ye asker göndermenin anlamsızlığı yeni yeni anlaşılıyor. Keşke o gün daha çok insan karşı çıksa mıydı? Ve şimdi dönüp baktığımızda o günkü “vatan severlik” adına yapılanı nasıl adlandırmak gerek?  Kim “vatan sever,” kim “işbirlikçi!” 

BİRLİKTE YAŞAM DİNAMİTLENİYOR

Her şeyden önce Türkiye yüzer bir ada değil. Aynı enlem ve boylamdaki yerinde kalacak. İçindeki farklı kimlikler, inançlar-renkler, çevresindeki komşularıyla birlikte hep olduğu yerde. 

Nasıl olacak bu? Demokrasi ve tolerans ile. “Afrin’e!” demek Türkiye’nin geleceğine dinamit koymaktır. Çünkü bu çıkışlar, farklı toplumsal yapılardan oluşan Türkiye’nin mayasını bozuyor. Bir ülkede yaşayan toplumsal kesimler arasındaki olması gereken “güven bağı”nı koparmak kolaydır. Güçlendirmek ise zordur. Batılı ülkelerde farklı toplumsal kesimler arasında yüzde 60/70 olan “güven bağı,” Türkiye’de yüzde 10/12’lerde bulunuyor. Bu durum büyük bir tehlikeyi haber veriyor. “Afrin’e!” diyenler, sokağındaki, iş yerindeki, okulundaki, şehir ve köylerdeki Rum’u, Laz’ı, Kürt’ü, Alevi’yi, Hristiyan-Yahudi’yi tahdit etmiş oluyorlar. Herkes biliyor ki, Afrin’e saldırının nedeni oranın bir Kürt bölgesi olması. Ve bu konuda Türkiye’nin sicili parlakta değil: 1915, 1938, 1957 olayları var. Maraşlar, Çorumlar yaşanmış bu ülkede. “Beni de götür!” diyenler, ellerinde bayraklarla dolaşanlar bilmeliler ki o çok söyledikleri, ama anlayamadıkları “Türkiye’nin bütünlüğü”nü tehdit etmiş oluyorlar. “...p gitsinler!” diyecekler. Ama 21. Yüzyıldayız ve bu insanların bulundukları topraklardan gidebilecekleri başka bir yerleri yok. O nedenledir ki baskı ve tutuklanma korkusu nedeniyle “Hayır!” diyemese de sessiz kalanlar, bu ülkenin çimentosu, sigortasıdır.

BİZ BU FİLMİ GÖRDÜK

Bu film Yugoslavya’da daha önce oyandı. Biliyoruz ki felaketle bitti. Sırbistan’ın bugün yakaladığı huzur, Miloseviç’in “milli”liğine karşı gelen ve  “vatan haini” görülenler sayesinde oldu. 

Benzer politika Sudan’da uygulandı ve kaybettirdi:  Bugün petrol ihtiyacının neredeyse tamamını bir zamanlar “millilik ve İslam” adına ezdiği Güney Sudan’dan karşılıyor. Petrol ve doğal gaz boru hatlarının Sudan’dan geçmesi için neredeyse yalvarıyor.

“Millilik” Türkiye’ye de kaybettirdi: Kerkük petrol ve doğal gaz yataklarına sahip bir Kürdistan’a Türkiye neden karşı çıktı? Mart 2016 yılında Irak Kürdistan yönetimi eli 50 yıllık anlaşmalar imzaladı. Türkiye petrol ve doğal gaz ihtiyaçlarının yüzde 50’sini buradan karşılamakla kalmayacak, Türkiye üzerinden geçecek boru hatları nedeniyle de büyük bir gelir elde edecekti. 25 Eylül ‘17’de yapılan bağımsızlık referandumuna “millilik” adına karşı çıkınca, Kerkük petrolleri bugün İran’a akıyor. “Millilik” nerede? Türkiye’nin İran’a, Rusya’ya bağımlı hale gelmesi mi?

Dünya pratiği gösteriyor ki, şovenizme tutunan her ülke, ondan zarar görmüştür. İki tarafı da yakıyor. Camilerde vaaz verilerek, sokaklar bayraklarla doldurularak insanlar galeyana getirilebilir. Oysa e kadar çok vaaz, o kadar çok sela demektir. Anaların, eşlerin, çocukların o kahrolası acıyla buluşması demektir. Sonuçta savaş zenginleri, politikacıları değil, yoksulları vuruyor.  

SİLAH REKLAMI

Bundan on beş yıl önce Türkiye’de silah üretimi, araçların bakım ve onarımı vb. işleri bir devlet kuruluşu olan MKE ve Koç Grubuna bağlı Otokar firması yapıyordu. Oysa bugün “Toma”lardan, “kirpi” tarzı “zırhlı” araçlara, silahlı ve silahsız hava araçlarını üretenlerin tamamını yakını AK Parti’nin içinde yer alan veya destekleyen kişilere ait firmalar tarafından üretiliyor. Örneğin; İHA ve SİHA’yı Cumhurbaşkanının damadı, “zıhlı” araçları da AK Parti yönetim Kurulu üyesi olan Ethem Sancak’ın firması BMC tarafından yapılıyor. En yetkili ağızdan “Milli Sanayimizi, Milli Üretimimiz” sözlerinin sıkça duyulması, savaş sanayinin geliştirilmesi anlamına geliyor. Yani Afrin, üretilen bu silahların deneme alanı olarak da kullanılıyor. SİHA ve İHA’ları üreten Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın damadının savaşın kumanda merkezinde hava araçlarının hareketlerini izlerken görüntülenmesi, bu konuda çok şey anlatıyor. 

“HAYDİN AFRİN’E!” DEDİĞİNİZ YER

Sonra, Afrin nasıl bir yer, biliyor musunuz? Büyüklüğü Türkiye’nin en küçük beş ilinden biri olan Rize kadar bile değil. Rize, 21 kilometrekare daha büyük Afrin’den. Afrin 3 bin 900 kilometre kare, Rize ise 3 bin 921.  Yüzölçümü 40 bin 813 kilometre kare olan Konya ile kıyasladığınızda resmi daha iyi görmüş olursunuz. Yani, hepiniz oraya gittiğinizde, oturacak yer bile bulamayacaksınız belki. 

Gitmek isteniler yer bu kadar küçük. Burayı 72 uçak aynı anda bombalıyor.  Bu nasıl bir hırs, nasıl bir yok etme psikolojisi! Zaten üç tarafından çevrirmişsiniz. Azez’den atsanız Reyhanlı’ya, Reyhanlı’dan atsanız Azez’e düşer top merileri. Ama oralara düşmüyor, ortaya, Afrin’in ortasına düşüyor toplar. Ve çocuklar, kadınlar ölüyor habersiz. 

Savaş kötü. Sonucunu taşıyor fotoğraflar internet sayfalarına. Parçalanmış bir bebek veya çamurlu postallarıyla bir kamyonetin arkasındaki eşyalar arasına atılmış bir asker cesedi, insanlığımızı ve vicdanımızı sorgulatıyor her gün.

“Millilik” adına “Beni de götür!” diye bağırıp çağıranlara ithaf olunur!