HDP eşbaşkan yardımcısı Aysel Tuğluk, yıllardan beri bıkmadan usanmadan kararlılıkla ve inançla demokrasi ve özgürlük mücadelesi sürdüren onurlu ve aydın bir kadın. Sürdürdüğü bu mücadelenin bedeli olarak Türk devleti Aysel Tuğluk'u, tüm diğer demokrasi ve özgürlük mücadelesi sürdürenler gibi esir almış, mahpus damında tutmaktadır. Aysel Tuğluk'un kardeşi Aytekin Tuğluk, Türk devletinin işkencehanelerinde katledilmiştir.

Aysel ve Aytekin Tuğluk'un annesi , kızı mahpuslarda, oğlu katledilmiş olan 78 yaşındaki Hatun Ana, hastalığının ilerlediği günlerde, evinin penceresinde her gün seyretttiği mezarlığa defnedilmesini vasiyet etmiş. Kızı Aysel, mahpusta çıktığında mezarını daha kolay ziyaret edebilsin diye. Hatun Ana'nın ailesi ve yakınları bu vasiyete uygun olarak, cenazeyi, belirtilen mezarlığa götürmek üzere yola çıkmışlar. Cenaze yolda götürülürken toplanan bir kısım katil, taciz etmeye başlamış. Cenaze defin süreci boyunca bu tacizler artarak devam etmiş. Katiller, getirdikleri bir traktörle cenazeyi mezarında çıkartıp parçalayacaklarını içeren tehditlerle tacizlerine devam etmişlerdir. Bu vahşi saldırıdan sonra, defin işlemini yapanlar ve Hatun An'nın ailesi, cenazeyi mezardan çıkartmak zorunda kalmışlardır. Bu süre boyunca Ankara valisi, emniyet müdürü ve meşhur 'Soysuz' içişleri bakanı, olan biteni izlemişler, HDP yetkililerinin girişim ve çabalarına ilgi göstermemişlerdir. Yapılan bütün girişimler karşılıksız kalmıştır. Vali, daha sonra yaptığı açıklamayla bir 'sürtüşme' olduğundan söz edecek kadar seviyesizleşmiştir. Sadece Aysel Tuğluk ve Aytekin Tuğluk'un değil hepimizin annesi olan Hatun Ana'nın cenezasine yapılan bu alçakça saldırı, kamuoyunda tepkilerin gelişmesine yol açtı. Özellikle demokratik kamuoyunun her aracı değerlendirerek ortaya koyduğu tepkinin soncun da Erdoğan'ın yalan makinaları da konuyu işlemek zorunda kaldılar. Yandaş basın, hep yaptığı gibi, bu katliamcı faşist saldırı karşısında, sağır, kör ve dilsizdi. Sağır kaldılar, 'Sağır Sultan' gelişmeyi duyuncaya kadar. Vahşet duyulunca bu defa görmezden geldiler, görmemek için gözlerini kapattılar, kör oldular. Artık kör kalmanın da imkanszılaştığı koşullarda ise, dilleri lal oldu. Kekelemeye başladılar. Kekelemek te imkansızlaşınca çarpıtmaya, yalanlarla gerçeği eğip bükmeye başladılar. Kamuoyuna doğru bilgi vermesi gerekenler, gerçeğin etkisini zayıflatmak için, manipülasyonlarla, hakikatı gizlemeye veya çarpıtmaya çalıştılar.

Mezarlara, cenazelere saldırmak, faşizmin tipik saldırı biçimlerinden birisidir. Hatun Ana'nın cenazesine yapılan ilk değildir. Genel olarak faşizmin, özel olarak Türk devletinin yaptığı bu türden saldırılar çok fazladır. Bu nedenle faşizimin cenazelere ve mezarlara saldırısı, faşizmin kareketeri gereğidir. Faşizm, cenazelere ve mezarlara saldırarak güç gösterisi yapmak, saldırılardan sınır, ahlak ve kural tanımadığını göstermek, hakimiyetini ilan etmek ve güçlendirmek istemektedir. Bu yolla topluma korku salınarak, toplum esir alınmaya, susturulmaya çalışılmaktadır. Böylece faşizm, hem ne kadar büyük bir güce sahip olduğunu gösterecek, hem de hakimiyetini tahkim etmiş olacaktır. Dolayısıyla, Erdoğan faşizminin yaşandığı bu koşullarda cenazelerimizde, mezarlarımızda güvende değildirler. Bu gerçeğin bilince çıkartılarak faşizme karşı mücadelede buna uygun davranılması önemlidir.

Bu saldırıya karşı toplumda ortaya çıkan duygusal tepki çok önemlidir. Ancak bu sorun salt duygusal olarak yaklaşılması gereken bir mesele değildir.

Bu çerçevede Hatun Ana'nın cenazesine yapılan saldırının doğru tanımlanması, doğru anlaşılması gereklidir. Öncelikle belirtmek gerekir ki bu saldırı, bir avuç 'çakal'ın marifeti değildir. O bir avuç 'çakalı' bir araya getiren, onlara bu saldırıyı yapmanın zeminini, cesaretini ve imkanlarını veren Erdoğan'ın yönettiği Türk devletidir. Bu saldırının bir numaralı müsebbibinin Erdoğan'ın yönettiği Türk devleti olduğu tespit edilemeden bu saldırıya dair söylenenler eksik kalacaktır.

Böyle bir saldırı, devlet desteği olmadan yapılamaz. Devlet bu işleri teşvik etmeden, hiç kimse, ama hiç kimse, böyle bir saldırıya cesaret edemez. Bu katiller, oraya devlet içindeki hangi tanıdıklarının yönlendirmesi, teşvik etmesi ve cesaretlendirmesiyle geldiler? Kime güvenerek, kime hoş görünmek, kimin gözüne girmek için bu saldırıyı yaptı/yapabildi, bu katiller? 'Falanca abimiz, filanca büyüğümüz, falan makamda tanıdığımız var, nasıl olsa bize bir şey olmaz. Kimse bizim kılımıza dokunamaz. Bize dokunan olursa filancanın selamıyla kurtuluruz', bilgisi ve duygusu olmadan, kimse bu saldırıyı yapma cesareti gösteremez. Dolayısıyla çok net bir biçimde ortaya konmalıdır ki, bu katliamcı saldırı, doğrudan ve bütün boyutlarıyla, devletin yürüttüğü ve yönettiği bir saldırıdır. Bu saldırının devlet tarafında yapıldığı konusunda tereddüt taşımak veya bunun ispatına yönelik çabalar içine girmek faşizmi güçlendirmekten başka hiç bir anlam taşımaz. 

Türk devletinin tarihsel geçmişinde buna benzer sayısız vaka bulunmaktadır. Maraş katliamı, iki öğretmenin cenazesine yapılan saldırıyla başlamıştı. Türk devletinin Kürtlere, Alevilere, Hırıstıyan halklara ve Ermenilere karşı yaptığı sayısız saldırı ve katliamlarda cenazelere ve mezarlara karşı saldırıların yapıldığı bilinmektedir. Bütün bu saldırılar, tesadüfen veya gösterilmek istendiği gibi çeşitli özgün durumlardan, 'tahriklerden' ortaya çıkmış değildir. Bu saldırılar, sistemli olarak ve merkezi bir yapı tarafında planlanmakta ve pratikleştirilmektedirler.

Hatun Ana'nın cenazesine yapılan saldırı, dönemsel, günün yarattığı sonuçlardan kaynaklanan bir saldırı olarak ta görülemez. Hatta öyle görülmesi, öyle değerlendirilmesi sakıncalıdır da. Bu saldırı ve benzer diğer saldırların tamamı, devletin temel- stratejik politikalarının sonucudur. Bu tespitin çok net yapılması ve ikirciksiz savunulması gerekir. Böyle yapılmadığı zaman gerçeğin anlaşılması zorlaşmakta, bilinç bulanıklığı ve kafa karışıklığı yaşanmaktadır. Böyle olunca binbir türlü manipülasyonlarla katliamcı siyaset varlığını meşrulaştırmakta ve sürdürebilmektedir. Aysel Tuğluk'un annesinin cenazesine yapılan saldırının benzerlerinin başka yerlerde ve başka zamanlarda yaşanması bu nedenledir. Çünkü Türk devleti, katliamcı politikalarla akıtılan ezilen toplumların kanıyla ayakta durabilmektedir.

Bu saldırı tek başına cenazeye yapılan saldırı olarak yeterince vahşi, yeterince vahimdir. Ancak daha önemlisi de bu saldırı sadece cenazeye yapılan bir saldırıdan ibaret değildir. Bu saldırı aynı zamanda bir katliamın ilk adımıdır. Eğer cenazeyi gömmeye giden arkadaşların sağduyulu tutumları söz konusu olmamış olsaydı bu saldırının devamından bir katliamın yaşanması kaçınılmazdı. Yine Maraş katliamının, katledilen öğretmenlerin cenazesine yapılan saldırıyla başladığını unutmayalım.

Bu saldırıda katliamın pratik olarak gerçekleşmemiş olması, yapılan saldırının katliamcı niteliğini değiştirmez. Sonuçta bu zihniyetin sahipleri, bir cenazeyi mezarında çıkartıp parçalayacaklarını söyleyecek kadar katliamcıdırlar ve bunu o an yapamamış olmaları onların katliamcı oldukları gerçeğini değiştirmez. Ayrıca bu saldırının kendisi, tek başına bir katliamdır. Bu saldırıyla, bir bütün olarak insani değerler, insanlık, katledilmiştir. Katliam, sadece insanların fiziki katledilmesi olarak görülmemelidir. İnsani değerlerin, insanlığın katliamı başlı başına bir katliamdır.

Bunların dışında bu saldırının, AKP'nin ve Erdoğan'ın Alevileri yok etme planının bir parçası olarak pratikleştiüini ortaya koymak önemlidir. Erdoğan, Alevileri ve Aleviliği bu topraklarda silmek, yok etmek istemektedir. Türk devletinin ve Erdoğan'ın Alevileri ve Aleviliği yok etmek istemesinin çok anlaşılır bir nedeni bulunmaktadır. Kemalist devlet, katliamlarla kolu kanadı kırılmış Aleviler ve iğdiş edilmiş, özellikleri deformasyonla ortada kaldırılmış bir Alevilik yaratmaya çalışıyordu. Çünkü Aleviler, sünni gericiliğin karşısında, 'laikliğin' ve sözde 'cumhuriyetin' bekçileri olarak değerlendirilmek isteniyorlardı. Ancak Erdoğan'ın oluşturmak istediği Türkçü-cihatçı Osmanlı devletinde Alevilere ve Aleviliğe kesinlikle yer yoktur. O nedenle Erdoğan'ın yönettiği Türk devleti, Alevilerin ve Aleviliğin yok edilmesini çok önemli bir dinsel arındırma operasyonu olarak yürütmektedir.

Erdoğan, Alevileri ve Aleviliği yok etme projesini, bir kaç yöntemle sürdürmektedir. Öncelikle fiziki yok etmeyi dayatsa bile diğer yöntemleri de kullanmaktadır. Kimi yerlere, Maraş- Terolar da olduğu gibi, IŞİD' çilerin toplumsal tabanı olan çihatçıların toplandığı kamplar yaparak, oralarda yaşayan az sayıda Alevinin topraklarını terketmesini sağlamaya çalışmaktadır. Diğer yanda eğitim müfredatıyla Aleviliğin içini boşaltarak, Aleviliği yok etmek istemektedir. Bu yöntemlerin yanında, fiziki katliamlarla da söz konusu dinsel arındırma proğramını pratikleştirmektedir. Değişik dönemlerde ve değişik biçimlerle sürdürülen bu katliamcı proğramın en sonuncu saldırısı, Hatun Ana'nın cenazesine yapılan saldırıdır. Özetle Hatun Ana'nın cenazesine yapılan saldırı, devletin Alevilere ve Aleviliğe karşı sürdürdüğü dinsel arındırma ve yok etme projesinin güncel bir parçası veya versiyonu olarak planlanmış ve uygulanmıştır. Gerçeğin böyle olduğu bütün gelişmelerle ortaya çıkmış bulunmaktadır. Faşist çakalların devleti yöneten 'Soysuz'larla çektiği resimler, saldırganları bu saldırıyı yapmaya teşvik eden, cesaretlendiren bir işlev görmüştür. Devletin 'etkili ve yetkili'leriyle resim çekebilenler, kendilerine sunulan bu lütuf karşılığında 'abilerinin' hoşuna gidecek gitsin diye Hatun Ana'nın cenazesine saldırmışlardır. Böylece kendilerine sunulan 'beraber resim çektirme' büyüklüğü karşısında, bir hizmette bulunmuş olmanın gönül rahatlığını yaşamışlardır. Üçüncü sınıf mafyatik katiller, aldıkları taltifi hak etmek istemişlerdir. Ökkeş Kenger de,Ogün Samast'ta, Abdullah Çatlı da bu yolla ödüllendirilmişlerdir.

Cenazeye yapılan saldırıdan bir kaç gün sonra, yine ırkçı çetenin zeka düzeyi düşük bir unsurunun yaptığı açıklamalar, katliamcılığın ne kadar güncel ve sistemli olduğunun bir diğer göstergesi olmuştur. Bütün bunlardan sonra devletin bir kaç çapulcuyu gözaltına alması veya tutuklaması, bu sürecin doğal sonucu olarak, göz boyama amacıyla yapılan bir sahtekarlıktır. Bu gelişme, başkaca hiç bir anlam ifade etmemektedir. Türk devleti, bütün katliamlardan aynı tarz davranmıştır. Katliamların devamı olarak, sözde cezalandırılmak amacıyla, birileri yakalanmış, tutuklanmış daha sonra serbest bırakılarak mükafatlandırılmıştır. Aslında bu uygulamalarla katliamcılar cezalandırılmamakta, tam tersine kurtarılmakta, güç ve imkan sahibi kılınmakta ve katliamlar meşrulaştırılmaktadırlar. Türk devleti bugüne kadar hangi katliamın hesabın verdi, hangi katliamcı siyasetten vazgeçti ki? Devlet, sorumlusu, planlayıcısı ve uygulayıcısı olduğu katliamlarla yüzleşmeyeceğine, katliamcı siyasetlerden arınmayacağına göre, bir kaç katliamcının feda edilip göstermelik olarak sözde yargılanıyor olması, kimseyi aldatmamalıdır.

Etnik ve dinsel amaçlı katliamlar, Türk devletinin varlığını borçlu olduğu yaşamsal araçlardır. Erdoğan, bu katliamcı siyaseti bundan öncekilere rahmet okutacak düzeyde sürdürmek istiyor. Ancak onun böyle bir şansı da, olanağı da olmayacaktır. Çünkü ezilen halklar, inançlar ve emekçiler uyandılar, örgütlendiler ve mücadele ediyorlar. Halkların örgütlü direnişi zülmün düzenini ve saraylarını zalimlerin başına yıkacaktır. Hatun Ana, tüm mazlumların anası olarak tarihe ve kalbimizde gömülecek, özgürlük, demokrasi ve insanlık mücadelesinde yaşayacaktır.