Şimdi F tiplerinde en fazla 3 kişi dayanışmaya çalışıyor. Direniyorlar; baskılara, keyfi cezalara ve sıcağa. Şimdi zindanları boşaltma imkanımız yok. Ama en azından onlara, bir “esinti yollayabiliriz”. Nasıl mı? Mektupla.

“İçeridekilerden haber alıyorum; sıcaktan perişanlar! Tansiyonu vs. olanlar nasıl zorlanmaya başlamışlar… Biraz esinti yollayabilseydik tutsaklara...”  

Ganime GÜLMEZ

Güneyde yaşıyorum. Sıcak çok sıcak. Gerçi bütün ülke yılın en sıcak günlerini yaşıyor. Ama güney kavruluyor. Bu satırları yazarken sıcaklık 38 dereceyi gösteriyor. Nem oranıyla beraber bu 50 dereceyi buluyor. Doğal olarak bu sıcakta hayat neredeyse duruyor. Evden çıkmak bile zor geliyor insana. Ama mutlaka yapılması gereken işler var. Dünyevi işler. İş-aş gibi. Ve yazılması gereken yazılar- yanıtlanması gereken mahpus mektupları. Postaneye gidip kuyruğa girmek.


Sahi yazar Ganime Gülmez’in dediği gibi, tutsaklar o sıcakta ne yapıyorlar? Nasıl yaşıyorlar? Klimaları yok. Vantilatör imkanları var sanıyorum. Yani parayla kantinde satılıyor olabilir. Zira masa ve sandalyeyi bile kantinden satın almak zorundalar. Dışarıdan temin etmek yasak. Su ısıtıcılarını da öyle. Tabi bunları kantinden satın almak yetmiyor, ayrıca harcanan elektrik parasını da ödemek zorundalar.


Şaşırdınız değil mi? Evet öyle. Yönetmelikmiş bunun adı. Hapishanelerde özelleştirmeye dair adımlar diyorum ben. Geçenlerde hapisten yeni çıkan bir kadından devletin beş bin TL yemek parası istediğini, ödeyemezse haciz geleceğini öğrendim. Elinde evrakla İHD’ye başvurmuştu. Yani hapiste verilen yemeğin parası isteniyordu.

Bir mektup, bir selam



Sıcak diyordum. Aklıma Adana’daki hapishanede geçirdiğim yaz geldi. 1978 yılıydı. Bir çatışmada yaralanmış ve tutuklanmıştım. Bütün yazı da Adana’da geçirmiştim. Ne korkunç sıcaktı o öyle! Hele kauçuk yataklar nasıl da yakardı. 70-80 kişilik koğuşta serçe parmak kalınlığında bir hortumdan su akardı. Gece sıraya girerdik duş yapabilmek için. Duş yapınca biraz serinlik olsun da uyuyabilelim diyorduk ama sabah üçte sıra gelirdi.

Cezaevinde kaçta uykusu gelir insanların? Gece onda, on birde, o saatten yani gece saat ondan, on birden sabahın üçüne dördüne kadar duş almak, bir nebze serinleyebilmek için bekliyorduk. Perişandık, bitlendik, bütün koğuş bitlendi. Şaka yapardık: “Dev–Yol’cularda bit başladı, derken Kurtuluşçulara, Halkın Kurtuluşçularına, PKK’lilere, TİKB’lilere geldi, eyvah onlardan da bize geldi” falan diye. (Bit olayı şaka değil. Gerçekten bitlenmiştik.) Ama değişik gruplar arasındaki ilişkiler, dayanışma, yoldaşlık ilişkileri, insan ilişkileri iyiydi.


Şimdi F tiplerinde en fazla 3 kişi dayanışmaya çalışıyor. Direniyorlar; baskılara, keyfi cezalara ve sıcağa. Sahi biz denize girerek, klimalı işyerlerinde, evlerde sıcağa karşı direnirken tutsaklar ne yapıyor? Koşullarını düzeltmek için çalışan İHD gibi kurumlar var peki biz ne yapabiliriz? Şimdi zindanları boşaltma imkanımız yok. Ama en azından onlara, Ganime Gülmez’in dediği gibi “esinti yollayabiliriz”. Nasıl mı? Mektupla.

Dışarıdan gelecek ses...


Son gelen tutsak mektuplarından birkaç alıntı yapayım, empati yapmanıza yardımcı olur: Zindanda 19. yılına giren yazar Gülazer Akın, kızım Öykü’ye yazmış:


“Geçenlerde gazetede vardı. AİHM kafeste kapalı kalan bir hayvanın mahkemesi için şu karara gitti: “Hiçbir canlı 20 yıldan fazla kapalı bir yerde tutulamaz” dedi. Ama bu ülkede herhalde bizi canlıdan saymıyorlar ki, bu davayı emsal bile gösteremiyoruz. Demem o ki Öykü, senin bizleri biraz daha beklemen gerekiyor. Her birimiz birkaç cezaevi daha çürütürsek, 30 yılımızı doldurur çıkar, sonra seni görmeye geliriz. Korkarım o zaman bize ninelerim, dedelerim dersin. Ama bizim etkileneceğimizi düşünerek, sen yine ‘teyzelerim, amcalarım’ demeye devam et olur mu?..”


Ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkum Deniz Tepeli, Sincan hapishanesinden “Heval’e Karker’in (Rıfat Horoz) anısına yazdığı mektupta dışarıdan gelecek “ses”in önemine değinmiş:

“Zindanda, hele de tecrit koşullarında ve uzun bir tutsaklıkta bu karşılaşma, paylaşma olasılığı çok azdır diye düşünülebilir. Ama bu pek doğru değil. Aslında, dışarıda olsak belki de hiç tanışamayacağımız, ya da fark etmeden yanından geçip yine de keşfedemeyeceğimiz dostlarla, yoldaşlarla ancak tutsaklık koşullarında tanışabilirdik. Bu da hayatın cömertlik ve adaletlerinden biridir. Duvarlar ve yasaklar birçok şeyi sınırlar, kısıtlar. Ama engellerin çatlaklarından bir yol bulup, süzülüp, sıyrılıp gelir güzellikler. Küçük birşey; mesela yazılan birkaç satır, yapılan bir davranış, bir ifade ediş biçimi çok şey anlatır. O, sadece yazılan, yapılan değildir. Onda bir ruhu, bir insanı okumak mümkündür.”

 

Her şeye rağmen yaşamak


Hasta tutsaklardan Ali Baba Arı, Tekirdağ hapishanesinden yazdığı mektubu şöyle bitirmiş: “
Diyeceklerim kabaca bunlar, asıl haberler, gelişmeler vs. canlı hayatın koşuşturmanın olduğu yerde var, bende ancak hastalıklar, sürgün sevkler, baskıların yanında soğuk beton, demir yığınları, dört duvarlar var ve tabii bir avuç gökyüzünü saymazsak. Belli periyotlarla ziyaretçilerim geliyor, 15 günde bir de 3 telefon hakkı, on dakika… Ve özetle sevgili dostlar her şeye rağmen yaşıyor, savaşıyorum(ruz) diyorum. Her şeyin gönlünüzce geçmesi umuduyla, en içten duygularla bir kez daha selam sevgilerimi sunuyorum sizlere.”

 
Abdullah Güven Çankırı Hapishanesinden yazmış: “Biliyor musun burada çiçek yetiştirmek yasaktır. Ama çok güzel bir çiçek betondan çıkmış. Ve sarı gülleri var. Bizi yalnız bırakmamak için direniyor. Her gün ona su veriyoruz. İlk defa gece kapanan, gündüz açan bir çiçek görüyoruz. İsmini bilmiyoruz ama ona “Direniş Çiçeği” adını verdik…”

 

Sevgiye, umuda yasak koyamıyorlar


Müebbet hapse mahkum tutsaklardan Tayyar Eroğlu, Sincan hapishanesinden sevgi ve umut göndermiş: “Evet balon hala yasak. Ama yasaklar onların olsun. Sevgi bizim. Barış bizim. Umut bizim. İşte ona yasak koyamıyorlar.


Ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkum edilen ve 6 yıldır tek kişilik hücrede tutulan Zeynep Avcı, tecrit ve sağlık sorunlarını yazmış: “Ağırlaştırılmış Müebbet koşullarındayım, biliyorsunuz hocam. Hiç kimseyle iletişimim yok. Arada hastaneye götürülürken tesadüfen karşılaştığım arkadaşlar ve adliler oluyor. Adliler de öyle korkuyorlar ki iletişime geçmeye. Hatta selamlaşmaya. Bir adliyle hastaneye giderken sohbet imkanım oldu. Engelli bir çocuğu var. Şırnak’tan buraya tedavi için getirilmiş. Ama şimdi tedaviyi durdurmuşlar ve çocuğu annesinden alıp yetiştirme yurduna vermek istiyorlar. Yalnız kadın. Kimsesi yok. Onun öyküsü de tam bir trajedi. Çocuğundan ayrılmak istemiyor. Avukatlara faks çektim ama sonuç alamadım. Kadının adı Şükriye Barak… Aslında doktorlarla yaşadığımız sağlık skandallarını anlatacaktım size…”


Cihan Kirsiz
de “Şair Kapıları” adlı kitabımı aldığını belirtip, Kocaeli hapishanesinden “Hapishane Kapısına Hiciv” yazmış:


“Ben güneştim

 Sense ay

 Girince dünyayla aramıza

 İlelebet sürer sandın

 Bu haşmetli karartma…”

 
Mektuplar mahpusların gıdasıdır diyoruz ya. 
Görülmüştür Ekibi’nin başlattığı kampanyanın sloganını yeniden anımsatayım:


“Sahi sizin hala mektup arkadaşınız yok mu? Oysa onlar sizin için içerideler. Unuttunuz mu?”


Bir kağıt bir kalem. 1 TL 25 kuruşluk da pul (Avrupa için 0,90 Euro). Hepsi o. 
Ne yazarsanız yazın, onlara “esinti” gidecektir.


[email protected]  (Yeni Özgür Politika / 8 Ağustos 2015)