Ece Temelkuran

Benim ülkem, baskı ve şiddet, zulüm ve korku ile yeterince denendikten sonra şimdi yepyeni bir sınavdan geçiyor: Absürdite.

Bir iç savaş çıkarmak için uğraşan kudretliler barış isteyen ezilmişleri “terörist” olmakla suçluyor; iktidarını sınırsız kullananlar mağdur olduklarını tekrar ediyor; gazete binalarını basıp kitapçıları yakanlar tehdit altında olduklarını bağırıyor; halkı azınlığı linç etmeye açıkça davet edenler linçe uğradıklarını anlatıyor. Söz, yalan tarafından ele geçirilmiş durumda. Her sabah iç savaşın öldürdüğü çocukları görmek yetmezmiş gibi aklımız bu yalanlar yüzünden sürekli felce uğratılıyor. Yani Türkçede söylediğimiz gibi “Bizim derdimiz bize yetiyor”. İşte bu yüzden büyük şehirlerin büyük caddelerinde, ama bütün caddelerinde, her kırmızı ışıkta duran arabaların arasına dökülen, çıplak ayaklı, zayıf, küçük, çok küçük çocukları görecek durumda değiliz. Bu çocukların bütün bir gün ve gece refrüjlerde bekleyerek sadece “dilenme Türkçesini” öğrendiklerini fark edemeyecek kadar çok derdimiz var.

Suriyeliler benim ülkeme, Avrupa ülkelerinde yaşandığı gibi, belli bir günde, belli bir kapıdan, kameralar eşliğinde girmediler. Mülteciler Türkiye’ye sınır boylarından, kıyılardan zaman içinde “aktılar”. Biz onları fark edene kadar bu ülkenin içinde isimsiz, dağınık, gölgeler halinde başka bir ülke oluşturmuşlardı. Bir halk bugün ülkemin sokaklarında sayıları, isimleri, kim oldukları hiç bilinmeden, saklanarak yaşıyor. Herkes onların oralarda bir yerlerde, yanı başımızda olduğunu biliyor ama haberlerde onlardan söz edilmediği için biz onları kendi gündelik hayatlarımızda görüyoruz. Bu, bir insanlık dramını televizyondan izlemeye hiç benzemiyor.

Kayıtsızlar. Bir öğün için yetmeyecek bir paraya bütün bir gün çalışıyorlar. Büyük şehirlerin küçük lokantalarında garsonluk yapıyorlar. Eğer bir garson dediğinizi anlamıyorsa biliyoruz ki o bir Suriyeli. Başı dönmeye başlayıp masanıza tutunuyorsa bilin ki garsonluk onun yaptığı üç işten biri ve sadece karın tokluğuna çalışıyor. Araba camınıza dayanan çocuklar, Romanya’dan gelen akordeonlu sokak müzisyeni çocuklar gibi “sevimli” değil, açlıktan ve açık havada kalmaktan zayıf ve karalar. Ama en kötüsü henüz dilencilik yapamayacak kadar gururlu olanlar. Onlar insanlık onurunun açlıkla denendiğinde açlığın muhakkak yeneceğini bilerek avuçlarını açacakları günü bekliyorlar.

Durumun farkında olan şehirli ve duyarlı insanlar dağınık ve yetersiz bir biçimde onlara yardım etmek için kampanyalar düzenliyor. Bu kampanyaların acıklı bir tarafı var. Çünkü hep aynı cümleyi görüyorsunuz: “Temel ihtiyaç malzemeleri gerekiyor.” Bu cümle, aklıma Libya sınırındaki bir mülteci kampında tanıştığım bir Etiyopyalı adamı getiriyor. Su var mı? Yiyecek var mı? Yıkanabiliyor musunuz? diye sorarken beni durdurup acı acı gülümsemiş ve Britanya aksanlı bir İngilizce ile şöyle demişti:

“Hiç aklına bir CV’im olabileceği gelmiyor değil mi?”

Bir insanın “temel ihtiyacının” yiyecek, giyecek ve temizlikle sınırlı olmadığını anlamak için insanın bir mülteci tarafından, yüz yüze utandırılması gerekiyor. Suriye’den kaçıp Avrupa’nın dikenli tellerine takılan insanlara bakarak utanmak için içlerinden bazılarının bizlere, Avrupalılara bakıp nasıl da Kafkaesk bir “Şato” gördüklerini bir dakika hayal etmek yeterli.

Ülkemin en büyük trajedilerinden biri ırkçılık ise ondan bir beden büyük trajedisi ırkçı olduğunun bile farkında olmayan kalabalıklar. Geçtiğimiz günlerde yoksul Kürt işçileri, Kürt oldukları için yaşadıkları Batı şehirlerinden kovan insanlar Suriyelilerin de ülkelerine geri dönmesini istiyor. Ne talihsizler ki kaçtıkları bir savaştan başka bir savaşa tutulmak üzere olan Suriyelilerin gidecek bir yeri yok. “Ne kadar ilkeller” diyebiliyor insanlar, “40 kişi aynı evde kalıyorlar.”

Benim ülkem bir köprü-ülke. Savaştan kaçan Suriyeliler, insanlık tarihi boyunca bu köprü-ülkeden geçen binlerce toplumdan biri. Çünkü insanlık tarihinin başından beri benim ülkem büyük şair Nazım Hikmet’in dediği gibi “Bir kısrak başı gibi uzanıyor, Asya’dan Akdeniz’e”. Arkalarında ayakkabılarını bırakıp denize açılıyorlar. Bazen sadece şambrelleri vuruyor sahile, bazen köprüyü geçemeyen bir çocuğun cesedi. Benim ülkemin muktedirleri şimdi kendi iktidarlarını korumak için yapmaları gerekenlerle, halkım ise iktidarın yalanlarıyla geçirdikleri felçle baş etmekle çok meşgulken, o kıyıya vuran çocuk cesedini bir jandarma kucaklıyor. Adı Mehmet Çıplak. 39 yaşında. 6 yaşında bir oğlu var. “Allahım inşallah yaşıyordur” dedim diye anlatıyor o anı. Sonra bir çocuğun ölüsüne sarılmanın aklına kendi oğlunu getirdiğini, utanç duyduğunu. Aramızda, ülkenin içinde giderek büyüyen bu görünmez halkla en yakından yüz yüze gelenimiz o. Büyük kararlar alınırken, büyük savaşlar yapılırken biz küçük insanlara acının yüzüne yakından bakıp utanmak kalıyor. Ülkemin iyi insanları her gün yanı başlarında sayıları artan bu görünmez halkın insanlarına bakıp kendinden, yaşamaktan, tok olmaktan utanıyor.

© Deutsche Welle Türkçe